Getting your Trinity Audio player ready...
|
AYSEL YENİDOĞANAY
Akşamüstüydü. Kuru fasulyenin yanına pilav yapacaktım. Şehriye kalmamış. Evin yakınında şu “gross” tabir edilen, önünde bankları olan, araba park edilen markete gittim. Raftan ürünü aldım, parasını ödeyip çıktım. Girerken fark etmemiştim; bankın önünde iri bir köpek, önündeki kemik parçasını keyifle kemiriyordu. (Burada bir açıklama yapmam gerekiyor; bu market sokak hayvanları için mama kapları ve suluk koymuş. Soğuk günlerde marketin içinde uyukluyorlar.) Bankta bir kadın oturuyordu ve yanında da beş altı yaşlarında iki erkek çocuğu vardı. Köpeğin başını okşarken, çocuklardan birinin şu cümleyi kurduğunu duydum: “Bak, köpek bile bizden mutlu.”
Köpek bile bizden mutlu!
Köpeğin başını okşayan elim alev alev yanmaya başladı. Boğazıma bir yumru gelip oturdu; nefes alamadığımı hissettim. Elimdeki bir paket şehriye tonlarca ağırlığa dönüştü.
O yaşlardaki bir çocuk nasıl olur da böyle bir cümle kurabilir?
Marketin içinde neler yaşandı?
Neyi istedi de annesi alamadı?
Kendini bir sokak köpeğinden daha mutsuz hissettirecek ne oldu?
Kafamda deli sorularla döndüm eve. Birkaç gün önce gündem olan bir haber geldi aklıma: “Annem karne hediyesi olarak bana et aldı.”
O haber sonradan yalanlanmış olsa da küçücük bir çocuğun kurduğu “köpek bile bizden daha mutlu” cümlesindeki gerçeği değiştirmez/değiştiremez!
Sadece çocuklar değil, çocuğunun gözlerindeki ışığın söndüğünü gören anneler de mutsuz. Babalar daha da mutsuz; kazancı kira, elektrik, su ve ekmeğe yetiyor yalnızca. Temel ihtiyaçlar askıda kalıyor hep. Ve çocuklar ne şeker ne de çikolata yiyemiyorlar. Bal, reçel, peynir, et rüyalarına giriyordur.
Mutsuz insanlar ülkesine dönüştük. Kuru fasulye-pilav bile lüks oldu artık. Yanına kuru soğan kırmaya korkar olduk. Kilosu 15.00 liraya dayandı.
Emekliye, memura yapılan zam, eline geçmeden eridi.
Kredi kartları SOS veriyor.
Bankalar borcu borçla kapatmak için kredi çağrısında bulunuyor.
Sabit gelirli ne yapacak? Borç batağının içinde boğulacak!
Biz nasıl bu hale geldiğimizin farkındayız ama sesimizi çıkarmıyoruz/çıkaramıyoruz.
“Benim memurum işini bilir” cümlesiyle şekillenen bir Türkiye gerçeği duruyor karşımızda. Yozlaşmanın başlangıç tarihi.
Pabuç yalayıcılarının kol gezdiği bir ortamda, onurlu duruşundan taviz vermeyenler ya hapislerde çürüyor ya da intihar ediyor.
Küçük esnaf kepenk kapatıyor.
Mahalle bakkalları kalmadı.
Büyük marketlerde her şey var ama ulaşılır değil.
Zorunlu ihtiyaçlar listesinde ‘en önemli’ olan alınıyor, listede kalanlara asla sıra gelmiyor.
“Orta direk” diye bir sınıf yok artık. En dipte olanlarla en üstte olanlar karşı karşıya.
İki seçenek var önümüzde; üstte olmak için çalıp çırpacağız ya da yaşarken ölmeye ses çıkarmayacağız.
“Hiç çalmadım, günah olduğu için değil, karaktersizlik olduğu için. Muhtaçlara yardım ettim, sevap olduğu için değil, insan olduğum için. Hiç rüşvet almadım, haram olduğu için değil, etik olmadığı için. Yani, “insan olmak” için, önce vicdanımız olmalı.” Diyor Mehmet Aslantuğ.
Karaktersiz, vicdansız, merhametsiz, namussuz, haysiyetsiz insan kaynıyor ortalık. Kendilerini gizlemeye gerek görmüyorlar. Sevap-günah mekanizması kendi çıkarları doğrultusunda işliyor. “Kul hakkı” tanımıyorlar. “Ben ettim, oldu” mantığıyla hareket ediyorlar. Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar.
Emeğimizi, alın terimizi sömürüyorlar.
Biz, yirmi beş yıl çalışıp emekli olana kadar, onlar yatlar, katlar, saraylar ediniyorlar.
Bu böyle gitmez.
Hiçbir şey sonsuz değildir.
İnsanca yaşamak ve bir köpek gibi mutlu olmak istiyorsak, biz bu düzeni değiştirmek için yaşama ve yaşananlara kafa tutmalıyız. Ve nasıl yaşayacağımızı biz seçmeliyiz. Öyle bir seçim yapmalıyız ki, kazandığımız kaybettiğimize değsin.
Yeter ki umudumuz diri, inancımız tam olsun…
Çocuklarımızın yüzü gülsün ve şeker de yiyebilsinler diye Nazım’ın dizeleriyle sesleniyorum:
“Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kağıt gibi yanan çocuk.”