Getting your Trinity Audio player ready...
|
İlk bölümün tamamlayıcısı niteliğindeki bilgileri bu söyleşide okuyacaksınız:
– Iğdır’ın siyasi tarihini anlatan “Kürt-Azeri Iğdır Cumhuriyeti” isimli kitabınızda, yörede yaşayan iç içe geçmiş iki kardeş halkın hikâyesini nükteli bir üslupla anlatmışsınız. Bildiğim kadarıyla “Iğdır Milli Cumhuriyeti” veya “Iğdır İcra Hükümeti” bölgedeki karmaşa, savaş, etnik çatışmalar döneminde kurulduğu iddia edilmiştir. Bu “Cumhuriyet yönetiminin” Anadolu coğrafyasında “bir ilk” olduğu da ileri sürülmüştür. Siz, “Iğdır 1919: Kaça-Kaç/Kırxın” adlı çalışmanızda, savaş ortamında bölgede meydana gelen tehcir, göç ve katliamları ele almışsınız. Kurulduğu iddia edilen “Cumhuriyet Hükümeti”nin gerçek olmadığını da savunmuş; Turancı ve şoven bazı görüş sahiplerini eleştirmişsiniz. Verilen kuruluş tarihlerinin çelişkili olması bir yana, böyle bir “Cumhuriyetin” sadece Türk kesiminden oluşması mantıklı mıdır?
Sorunuza cevap vermeden önce bazı düzeltmeler ve hatırlatmalar yapmam gerekiyor. Birincisi: “Kürt-Azeri Iğdır Cumhuriyeti” isimli kitabımın başlığı ilk anda yanıltıcı gelebilir. Iğdır bölgesinde “Kürt-Azeri Cumhuriyeti” ismiyle bir oluşum asla olmadı. Bu başlıkla biraz ironi yapmak istedim.
Şöyle ki: Iğdır ili (Sürmeli bölgesi) Misak-ı Milli sınırları içinde gösterilmediğinden Osmanlı’nın veya Büyük Millet Meclisi ordularının en az önem verdiği bölge olmuştur. Cumhuriyet yıllarında da Iğdır’a karşı olan bu ilgisizlik devam etmiştir.
Kısacası Iğdır, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren merkezi yönetim tarafından önemsenmemiş, göz ardı edilmiş, orada yaşayan Kürtler ile Azeriler bir anlamda kendi kaderlerine terk edilmişlerdir.
Bu bölge, çok verimli topraklara sahip olmasına ayrıca lojistik önemine (yani üç sınıra komşu) rağmen hiçbir ciddi yatırımı çekememiştir. Iğdır’ın bu “yüzyıllık yalnızlığını” Kürt-Azeri Cumhuriyeti olarak isimlendirip bir fıkra kitabı yazdım. Bu fıkraların bir kısmı yerel halkın dilinden derlenmiş, bir kısmı da kahramanlarının kendi ağzından aktarılmıştır.
Daha önce de belirttiğim gibi, 1950’den itibaren Turancı ve Azeri milliyetçiliğiyle beslenen Azerbaycan Diasporası etkin olmuş, bu durum Iğdır tarihinin çarpıtılarak yazılmasına neden olan bir süreci başlatmıştır. Çok detaya girmeden bazı önemli noktaları özetlemek isterim:
1917 Rus Devriminden sonra Rus Yönetimi Sürmeli (Iğdır ve havalisi) bölgesinden çekilince, geriye etnik ve mezhepsel anlamda şöyle bir manzara kalmıştır: Azeri, Ezdî, Kürt, Sünni Kürt ve Ermeni köyleri; ayrıca Azeri ve Kürtlerin birlikte yaşadığı Kulp (Tuzluca), Azeri ve Kürtlerin birlikte yaşadığı Başkent (Aralık) ve son olarak Ermeni ve Azerilerin birlikte yaşadığı Iğdır merkezi.
Özellikle büyük çoğunluğu Ermeni olan Iğdır’da, boşalan Rus yönetiminden dolayı belediye veya buna benzer sosyal hizmetleri yönetmek için Ermeni ve Azerilerden oluşan şehir merkezli bir komite kurulur. Irkçı ve Turancı kalemler, bu komiteyi abartarak ona siyasi bir öz yüklemeye çalışırlar.
Hacı Ali Ekber Tufan, Melekli köyünde ikamet ediyordu. Iğdır merkezle hiçbir bağlantısı yoktu. Tahrifat yapılarak, Iğdır merkezde kurulmuş olan sosyal içerikli komitenin başkanı olarak gösterilmektedir.
Eğer ırkçı kalemler Iğdır merkezin hemen yanı başındaki Sultanabat köyünde yaşayan Şefi Öcal’ın ismini telaffuz etselerdi, daha inandırıcı olabilirlerdi. Kısacası, “Iğdır İcra Komitesi” ismiyle ne bir siyasi oluşum vardı, ne de bir Cumhuriyet!
22 Nisan 1918’de Trans-Kafkasya Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Iğdır merkezde kurulan bu dayanışma komitesi kendiliğinden sona erer. Ayrıca o yıllar şehir merkezindeki Ermenilerin toplam kasaba nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturduğunu dikkate alırsak, bu sözde hükümette yer alacak “5 Ermeni ve 4 Türk” paylaşımı da inandırıcı gelmez.
Bunu doğru kabul etsek bile, Iğdır merkezle hiçbir alakası olmayan Melekli köyünden Hacı Ali Ekber Tufan’ın bu komitenin başkanı olarak anılması da gösteriyor ki o döneme ait bilgilerde ciddi bir tahrifat yapılmıştır.
1918-1919 yıllarında Serhat mıntıkasında iki cumhuriyet kurulmuştur:
- Cenub-i Garbi (Güney-Batı) Kafkas Geçici Cumhuriyeti (Başkenti Kars): Kuruluş: 1 Aralık 1918, Yıkılış: 19 Nisan 1919.
- Aras Türk Cumhuriyeti (Başkenti Nahcivan): Kuruluş: 22 Kasım 1918, Yıkılış: 26 Haziran 1919.
Kürt aşireti ve ileri gelenleri, gerek Güney-Batı Kafkas Cumhuriyeti gerekse de Aras-Türk Cumhuriyeti’ne “Genelkurmay” sıfatıyla destek sunmuşlardır. Ancak her iki Cumhuriyet de kâğıt üstünde kalmıştır. Aras-Türk Cumhuriyeti’ne Ermeniler; Güney-Batı Kafkas Cumhuriyeti’ne de İngilizler son vermişlerdir.
Iğdır’daki Müslüman ahali, her iki cumhuriyet hükümetine de delege göndermiştir. Gelgelelim Iğdır veya Melekli merkezli bir cumhuriyet asla kurulmamıştır. Melekli başkent olacak şekilde bir “Iğdır Milli Cumhuriyeti” kurulduğu iddiası tamamen tahrifat ve uydurmadır.
Bazen de bu sözde Cumhuriyetin binlerce askerinden söz edilir. İddia doğru olsaydı, o zaman Hamidiye Alayı’na komuta etmekle görevli Bıro Heski Telli’nin Bayazıt Sancağından gelip Melekli’yi kurtarmasına ne gerek vardı?
Maalesef, Iğdır tarihi ile ilgili tahrifat ve dezenformasyon yıllarca devam edegelmiştir. Kars merkezli kurulan Cenub-i Garbi (Güney Batı) Kafkas Cumhuriyeti’nin ve Nahcivan merkezli kurulan Aras Türk Cumhuriyeti’nin, ne Ağustos 1919 tarihinde Iğdır’da yaşanan soykırımları engellemede ne de Iğdır’ın kuşatılmasında (Ekim 1920) yer almaları mümkün değildi, çünkü bu cumhuriyetler o tarihlerde zaten yoktular.
Yukarıda görüldüğü gibi iki Cumhuriyet, Iğdır’ın en zor anında yani Ağustos 1919 tarihinde varlıklarını sürdürmüyorlardı. O halde Ağustos 1919-Kasım 1920 tarihleri arasında Ermeni güçlerine karşı savaşan ve direnen Iğdır’daki liderler kimlerdi? Hangi yerel güçler vardı?
Doğu Iğdır’da Giskan Aşireti lideri Ali Mirze Bey’in komutasında şu güçler birleşir:
- Ahmed Şemo (Hun) komutasındaki Gêloî aşireti milis gücü;
- Hacı Tahir (Muçu) komutasındaki Redkî milis gücü;
- Emere Besê (Gelturan aşiretinin Qedereşî kabilesinden Ömer Bülbül) ve Emere Nevo oğlu İsa (Turan) Gelturî milis gücü.
Ermeni güçlerinin en önemli merkezi ve ünlü Ermeni General Dro’nun askeri üssü Taşburun’dur. Bu yüzden en zor görev Ali Mirze Bey’in üzerindedir.
- Orta Iğdır’da, Orgof (Suveren) merkezli olarak Kerem ve Fettah (Güneş) beylerin yönetimindeki Zilan milis gücü vardır;
- Batı Iğdır’da, Pernavut merkezli Azeri Şamil Bey (Ayrım) yönetiminde, Kürt (Şemkî aşireti ve Yüceler) ve Azeri milis güçleri bulunmaktadır.
Tuzluca tarafında Ermeni yerleşimi olmadığından bu bölgede iç savaş şiddetli geçmez. Ayrıca Şamil Bey’in askeri güçlerinin çoğunluğu Kürtlerden oluşmaktadır.
Şamil Bey, bu beraberliği sağlamak için ikinci evliliğini Giskî aşiretinden yapmıştır.
İç savaş, Ekim 1920’ye kadar devam eder. Misak-ı Milli sınırları içinde gösterilmesinden ötürü Kars ve Ardahan bölgesinin Ermenilerden alınmasına öncelik verilir.
Nihayet Kasım 1920’de Bayazıt Sancağındaki Hamidiye Alayları ve Büyük Millet Meclisi’ne bağlı askeri birlikleri, Iğdır’daki milis güçlerle beraber aşağıdaki gibi Iğdır’ı kuşatmaya alırlar:
- Karakale-Küllük hattı Hasanali Bey oğlu Şamil Bey (Ayrım) idaresindeki Ayrım milis gücü;
- Karakale-Tuzluca hattında Eyüp Paşa oğlu Resul Bey (Aslan) idaresindeki Hamidiye Alayı;
- Küllük-Iğdır hattında Liva kumandanı Abdulkerim Bey idaresindeki bir süvari Bölüğü ve 4 top;
- Orgof-Erhacı-Halfeli hattında Hamit Bey oğlu Kerem Bey (Güneş) idaresindeki Zilan milis gücü;
- Kültepe-Yarmalar hattında Şeyh Abdükadir (Kotan) idaresindeki Celali Hamidiye Alayı;
- Karakoyun-Taşburun hattında Ahmet Beyoğlu İsa Bey (Konyar) yönetiminde Celâli Hamidiye Alayı;
- Karakoyun-Taşburun hattında İbrahim Ağa (Bıro Heski Telli) idaresinde Celali Hamidiye Alayı;
- Taşburun-Hasanhan hattında Ali Mirza Bey (Yiğit) idaresindeki Celali (Gêloî, Giskî, Gelturî ve diğerleri) ve Redkî birlikleri.
Iğdır-Taşburun hattındaki mahalli kuvvetler Karakoyun tepelerine yerleştirilen 17. Alay Komutanı Firuz Bey idaresindeki askeri birlikler ile Gilesorlu Veli Bey, Gergerli İsrafil Bey (Emekli Baştabip İsrafil Gökçe) ve Hüseyin Bey idaresindeki Saraçlı Hamidiye Alayı ile takviye edilmişti.
Fırka kumandanı Cavit Paşa’nın karargâhı Orgof’ta (Suveren) idi.
Yerlerini muntazam bir şekilde alan askeri ve yerel milisler bir müddet Kars’ın kurtulmasını beklerler.
Bununla birlikte ufak tefek çarpışmalar olmaktadır. Ermeni birlikleri ise kuşatma kuvvetleri karşısında direnemeyeceklerini anlayınca Aras’ı geçerler, geride küçük bir kuvvetle Iğdır’ı savunmaya çalışırlar.
Nihayet 5 Kasım’da akdedilen 7 günlük bir ateşkesten sonra üç istikametten Iğdır üzerine yürüyen kuvvetler bölgeyi ele geçirirler.
Tek bir kurşun atmadan Iğdır, BMM (Misakı Milli) sınırlarına dâhil edilir. (Mehmet Çavuş isimli birisinin şehit edilmesi, uydurma bilgidir. Zaten mezarı da boş çıkmıştır!)
Yukarıdaki bilgiden de anlaşılacağı üzere Hamidiye Alaylarının, Iğdır’ın BMM sınırlarına dâhil edilmesinde belirleyici rolü olmuştur. Ama ne hikmetse şovenist sözde tarihçi ve yazarlar Hamidiye Alaylarından asla söz etmezler.
Kısacası, Iğdır’ın BMM sınırlarına dâhil edilmesinde yerel Kürt milis güçlerinin ve Hamidiye Alaylarının rolü, ırkçı ve Turancı kalemler tarafından hep yok sayılmış veya belgelerde tahrifat yapılmıştır. Bu da onların ayıbıdır!
– “Iğdır Siyasi Tarihi” başlıklı kitabınızda tasvir ettiğiniz politik ortam nedir?
Bu kitap, 1945-65 yılları arasında Iğdır’da yaşanan siyasi gelişmeleri ve arka plandaki dinamikleri analiz etmek için kaleme alınmıştır. Tek partili dönemden çok partili döneme geçiş ve 1960 Askeri Darbesi ile başlayan yeni süreçte Iğdır, çalkantılı yıllar yaşamıştır.
1950 seçimlerinden CHP büyük bir yenilgiyle çıkınca; Iğdır’da siyaset, etnik dengeleri etkileyecek şekilde yeniden biçimlenir.
Demokrat Parti (DP) yönetimi ilk andan itibaren Azerilerin elinde olmuştur. Daha önce belirttiğim gibi Azeri Samet Ağaoğlu’nun DP’de Bakan olması nedeniyle, Azeriler DP’ye akın etmişlerdir.
Bu kitap, etkileri bugüne kadar devam edegelen üç kırılma noktasını detaylandırarak okuyucuya ulaştırır:
Birincisi: Iğdır Kürtlerinin ve Güneş ailesinin ileri geleni Abdurrezak (Edê) Bey, 1954 yılında DP’den milletvekili seçilmek için başvurur. İsmi, önce listeye alınır ancak (Turancı-FB) Azerbaycan Diasporası Abdurrezak Bey’i veto eder.
Bu durum, Iğdır Kürtleri arasında büyük bir infiale neden olur. Abdurrezak Bey, bu kez bağımsız aday olur. Iğdır’daki Kürtler birleşir, ona destek çıkarlar.
Abdurrezak Bey seçimi kaybeder ama bu da zümreciliğin siyasete giriş nedeni olur. Aynı yıl Mecit Hun da DP’den ihraç edilir.
İkincisi: CHP Milletvekili Sırrı Atalay, 1954 seçim propagandası için Iğdır’ı ziyaret eder. DP üyesi Azeriler, Sırrı Atalay’ın yaptığı bir konuşmada Başbakan Adnan Menderes’i aşağılayan sözler sarf ettiğini iddia ederek, savcılığa suç duyurusunda bulunurlar. O yıllarda milletvekili dokunulmazlığı olmadığı için Sırrı Atalay’ın hakkında Iğdır’da dava açılır.
Azerilerin, (ailesi Hınıs’tan gelip sonradan Göle’ye yerleşmiş olan-FB) Kürt kökenli Sırrı Atalay’ı hedef alması, Iğdır’daki Kürt kamuoyunda tepkiyle karşılanır.
Mahkeme üç yıl sürer. 1957’de yapılan son mahkemede Sırrı Atalay beraat edince şehir merkezinde taşkınlıklar olur.
Kürtlerin omuzlarında ana caddede coşkuyla taşınır. Bu durum, etnik kutuplaşmayı daha da hızlandırır. Kürtler, kitleler halinde CHP’ye yönelirler. Bu arayış içerisinde Mecit Hun da 1958’de CHP’ye katılır.
Üçüncüsü: Iğdır’da Demokrat Parti’yi ilk kuran kişi, “Bu taylı” (Yani Iğdır’ın yerleşik asıl ahalisi olan) Azerilerden Nurettin Kirman’dır.
Turancı ve Azeri milliyetçisi “O taylı” (göçmen) Azeriler, bundan hoşnut değillerdir. İç hesaplaşma uzun yıllar devam eder.
DP İlçe Başkanlığına gelmek, “O taylı” (dışarıdan yani Azerbaycan, Nahcivan ve Ermenistan tarafından gelen görece zengin) Azeriler ile “Bu taylı” (Iğdır yerlisi) Azeriler arasında rekabet sebebi olur.
Nurettin Kirman, 1957’de “O taylı” Azeriler tarafından öldürülünce dengeler değişir. Gergin ortamda kısa süreliğine Terekeme (Sünni Azeri-FB.) Eşref Kaya DP İlçe Başkanlığını üstlenir.
Ancak 1960 askeri darbesinden sonra “O taylı” Azeriler, DP’nin devam olan Adalet Partisi’ni ele geçirirler. Bu süreçte “Bu taylı” Azeriler siyasi güçlerini kaybedip, (fanatik) “O taylı” Azeriler içinde asimile olurlar.
– Hem benim hem de Independent Türkçe gazetesinin okuyucu profili değişiktir; hemen her türden görüş sahibi okura hitap etmektedir. Kitaplarınızda anlatılanları veya bu röportajdaki görüşlerinizi benimseyen veya karşı çıkanlar da olacaktır. Zira siz zaman zaman devletin resmi tarih tezlerine ve siyasetlerine yakın söylemler/kavramlar kullanıyorsunuz. Bazen de Osmanlı’nın son dönemleriyle Cumhuriyet iktidarların halka reva gördükleri ayrımcı politikalara, baskı ve zulme karşı çıkıyorsunuz. Bu ikili tavrınız hakkında farklı kesimden okuyuculara neler söylersiniz?
Öncelikle Independent Türkçe gazetesine, bu söyleşi sayesinde okuyucularıma ulaşma şansı verdiği için teşekkür etmek isterim.
Gazetenin ismi gibi, benim de olaylara bakış açım “bağımsız”dır. Saha çalışmasını, kütüphane ve belge araştırmalarımı yapar, görüşlerimi objektif olarak kaleme alırım.
Bunların resmi devlet tezlerine uygun ve aykırı olmasıyla asla ilgilenmem. Bu türden paralellikler veya karşıtlıklar bulmak okuyucumun takdiridir.
Örneğin “Iğdır Ve Ağrı Dağı İsyanı” isimli kitabım saha çalışması yapmayan birçok Kürt tarihçisinin tepkisini çekmiştir.
Bugüne kadar Ağrı Dağı İsyanı‘nda yaşananlar idealize edilerek okuyucuya sunuldu. Hâlbuki bu isyanın iç dinamikleri çok farklıydı.
Iğdır ve Doğubayazıt tarafında isyandan önce devam edegelen iki büyük aşiret çatışmasını (Gêloî-Kızılbaşoğlu/Sakî-Qotî) kimse dikkate almadı. Oysa çatışan aşiretlerden birisi isyanda yer alırken, diğeri uzak durmuştu.
Hoybun Cemiyeti’ni İngilizlerin kurduğunu da kimse yazmak istemedi. Hatta ünlü bir Kürt yazarı, ayağı Ağrı Dağı’na hiç değmemiş olan Memduh Selim’i Ağrı Dağı İsyanı’nda hayal ederek onun hayatını romanlaştırdı.
Ağrı Dağı İsyanı’nda liderlik dört kez el değiştirdi ama kimse bunu seslendirmedi. Onlara göre her şey İhsan Nuri Paşa ile başladı onunla da bitti.
Hiçbir Kürt yazarı, nasıl oluyor da Salih Paşa’ya bağlı güçler hücuma geçince, üst komuta düzeyinden hiç kimsenin yaralanmamasını, öldürülmemesini veya yakalanmamasını sorun yapmadı.
Ancak Ağrı Dağı’nın etekleri bu komutanların geride bıraktığı ve ölüme terk ettikleri sivillerin cesetleriyle doluydu.
Örneğin ben, Ağrı Dağı İsyanı’nın ünlü savaşçısı Ferzende Beg’in İran’a sığınıp cezaevinde gözleri oyularak öldürülmesini değil, sivilleri korumak için Salih Paşa’nın askerlerine karşı direnirken ölmesini doğru bulurdum.
Ünlü İngiliz ajanı Lawrence’in Ağrı Dağı’ndaki varlığını kanıtlayan birçok anlatım ve belge olmasına rağmen bu gerçeklik de hep göz ardı edildi.
Burada başka bir noktayı da belirtmek isterim: Hoybun Cemiyeti, Avrupa ve Amerika’daki Ermeni lobisiyle eşgüdümlü hareket eder; 1930 yılında, daha önce ilan edilmiş olan Bağımsız Kürdistan Cumhuriyeti’nin, Milletler Cemiyeti ve büyük güçler tarafından Ermeni lobisi sayesinde tanınmasını ümit eder.
Bu nedenle bölge aşiret reislerine, gizlice pusula göndererek çoluk-çocuk, hayvanlarıyla Ağrı Dağı’na doğru gitmelerini, isyanın son hamlesine destek çıkmalarını emreder. Aşiret liderleri arasında bu emre uyulup uyulmaması konusunda tartışmalar yaşanır.
Rus Askeri Akademisi mezunu ve Brukî Aşireti lideri Kinyas Kartal, bir asker olarak, bu emrin riskli olduğunu görür, yerine getirmeyi reddeder.
Ancak aşiretin diğer liderleri Kinyas Kartal’ı dinlemeyerek Zilan Deresi üzerinden Ağrı Dağı’na doğru yolculuğa çıkarlar. Korumasız siviller, savaş uçaklarının hedefi olurlar.
Evet, Zilan Deresi’nde bir katliam veya soykırım gerçekleşmiştir ama bundan kim sorumludur, sorusu hep göz ardı edilmiştir.
Yine aynı şekilde Ağrı Dağı İsyanı ile ilgili kitap yazan Kürt aydınları genellikle sol görüşlü olduklarından, isyan devam ederken Sovyetler Birliği uçaklarının Ağrı Dağı’nı bombaladığı gerçeğini göz ardı ederler.
Hatta Sovyet askerleri, isyancılar tarafından sıkıştırılan Türk askerlerine yardımcı olmak için Aras nehrini geçerler, Başkent’i (Aralık ilçesi) isyancılardan geri alırlar.
Benzer objektif yaklaşımı “Siyah, Gri, Beyaz: Hüsnü Bingöl” isimli kitabımda da sergiledim.
Hüsnü Bingöl’ün haksız yere hedef alması nedeniyle dedem Ahmed Şemo mahkeme yollarında hastalanır, vefat eder. Babam da mimlendiği için yüksekokula kaydını yaptıramaz.
Aile gerçeklerini dikkate aldığımızda, benim Hüsnü Bingöl’le ilgili olarak, önyargılı ve negatif bir portre çizmem gerekirdi.
Ama dönemin özelliklerini ve genç Cumhuriyetin içinde bulunduğu zorlukları dikkate aldığımızda Hüsnü Bingöl, her ne kadar şurada burada haksızlıklara neden olsa da özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında, kurmuş olduğu karşı-casusluk şebekesiyle Sovyetlerin Kars, Iğdır ve Ardahan’ı geri alma planını boşa çıkarmıştır.
Bu anlamda, önemli olan aile fertlerimin zarar görmesi değil, ülkenin bütünlüğünü korumak için gösterilen özveridir. Hüsnü Bingöl de hiçbir maddi karşılık beklemeden bu özveriyi hakkıyla yerine getirmiştir.
Evet, tarih doğru anlatıldığında acı ve ders alınması gereken gerçeklerle doludur. Önyargılardan kurtulup tarihi kazımak da cesaret ister.
Kişisel bir not:
Ağrı İsyanı, meşhur ajan “Lawrence’ın o yörede bulunmasına” ve hatta “İngilizlerin Hoybun örgütünü kurduklarına” dair iddialar ile Sovyetler Birliği’nin Kars-Ardahan-Iğdır’ı geri alma planı hakkında Mücahit Hun’un ileri sürdüğü görüşler tartışılmaya muhtaçtır.
Önemli bir kısmına katılmam da imkânsızdır. Zira farklı yerli ve yabancı kaynaklar, bahsedilen iddiaların tersini göstermektedir.
Basit bir örnek: 1937-38 Dersim Hadisesi sırasında Ankara’daki yetkililer; Sovyetler Birliği temsilcilerine “Bu olayın arkasında İngilizler var!” derken, Batılı ülke diplomatlarına da “Olay, bir Sovyet kışkırtmasıdır!” diyebiliyorlardı.
Esasen Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında Londra-İstanbul (ve Ankara)-Kahire-Bağdat-Bombay şehirlerinde bulunan üst düzey İngiliz temsilcileri arasındaki gizli yazışmalara bakıldığında, İngiltere yönetiminin hiçbir zaman ve herhangi bir şekilde Kürtlere özerk veya federal yönetim vermekten yana olmadığı açıkça görülecektir.
Tam tersine, İngiltere’nin bu tür kalkışmaları ve talepleri bastırdığı; Paris Konferansına Kürtleri temsilen katılan Şerif Paşa’yı desteklemek için yola çıkan Şeyh Mahmud Berzenci’nin heyetini engellediği, daha önemlisi çok sayıda Hoybun örgütü mensuplarını Irak’ta yakalayıp gözaltına aldığı da belgelerle sabittir.
Noel ve Soane gibi ajanların Irak ile Türkiye’deki Kürtlere sınırlı siyasi/idari haklar verilmesi yolundaki raporları da üst düzey İngiliz sorumluları tarafından göz ardı edilmiştir.
Bu konuda, “İngiliz-Kürt İlişkileri” başlığıyla 2017 yılı sonlarında Duhok Üniversitesi tarafından düzenlenen sempozyuma sunulan kapsamlı tebliğlere bakılması okurlarımız açısından yararlı olacaktır.
Okuduğunuz bu röportaja yönelik muhtemel eleştiriler gelmesi mümkündür. Bize göre karşıt görüş sahiplerinin tartışmak suretiyle tarihi olayları yeniden gözden geçirmeleri doğrulara ulaşma açısından oldukça geçerli bir metottur.
Kaldı ki: Mikro tarihi, makro tarihin önüne alıp birinci tercihin daha doğru olduğunu ileri sürmek, çoğu zaman geçerli bir yöntem olmayabilir.
Her durumda, arka plan bilgileri zengin olan bu söyleşi için Mücahit Bey’e teşekkür ederim.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish