YILLARDIR kirli siyasetten, yoksulluktan, yolsuzluktan, irticadan, adaletsizlikten, ülkeye, ulusa yapılan ihanetlerden, toplum yabancılaşmasından şikâyet etmekten, cehalet bataklığı içinde yaşamaktan ve sürekli bunların konuşulmasından yorulduk.
Gelin isterseniz kıyısından, köşesinden romantizmin, nostalji yapmanın yol göstericiliğine sığınıp bir soluklanalım.
*
SEVGİDEN, hoşgörüden, estetik duygulardan, ruh inceliğinden, hoşgörüden kopuk, mutsuz, birbirine yabancılaşan insanlardan oluşan bir topluma dönüştük.
Oysa sevgi akılla birleştiğinde ölüm dışında aşamayacağı hiçbir engel olmayan büyük bir güçtür.
Sevgi, sonsuzluğa açılan bir yoldur ve o yolda ilerledikçe, büyüdükçe büyür.
Ne var ki günümüzde insan sevgisi, vatan sevgisi, doğa sevgisi olması gerektiği kadar yaşanmıyor artık.
Sevginin yerini “dindar ve kindar genç yetiştireceğiz” diye sevgisizlik, düşmanlık, kindarlık aldı.
Ya o büyük aşklar Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı destanlarında kalıp unutulup gitti onlar da….
Yapısında “ego” olmayan gerçek aşk iki bedenin tek bir can gibi tek yürek olarak aynı sevinci, aynı acıyı kendi bedenlerinde kendi ruhlarında paylaşmasıdır.
Kimilerimizin yaşamında sadece yaşayanın bildiği, anlatmak istese de anlatmak için sözcüklerin yetersiz kalacağı, anlatabilse anlayanın olmadığı dramatik zaman kesitleri vardır.
Bunu ancak kendi ruhunda yaşamış gibi hisseden seven, sevilen kalpler anlar.
Yaşamın güzelliği, mutluluğun sırrı da işte budur aslında…
O zaman sormak gerekmez mi?
Neden biz, yaşamdan zevk almasını bilemeyen mutsuzu, cahili bol bir toplum olduk?
Bu soruya yanıt olabilecek çok alternatif var elbette…
Ancak ben bunu farklı bir boyuttan bakarak “uygarlık sendromu” diye yanıtlamak istiyorum.
Elbette uygarlık insanlığın evriminin olmazsa olmaz koşulu, motoru…
Ama arkasında bıraktığı zifoslar olmasa, özellikle de kapitalizmin, materyalizmin dayattığı çıkarcılık dayatmaları olmasa…
*
YAŞLARI otuz dolayları ve üstünde olan kişilere sorun;
Acaba içlerinde ne kadarı Türk Sanat Müziği hayranı değildir?
Türk Sanat Müziği sadece musiki sanatı değil, çoğunlukla içinde sevgi, özlem, yürek acıları gibi insani duyguları anlatan şiir sanatıdır.
Türk sanat müziğine değer katan sadece büyük bestekarlar tarafından porte çizgileri üzerine hakkedilen notalar değil, kendine özgü olarak belki de dünyada eşine çok az rastlanacak olan yürekten kopup gelen şiirsel güftelerdir de…
Şunu da eklemek isterim;
Ben bu yazının esinini ilk kez yıllar öce dinlediğim ve Zeki Müren’in henüz çocuk denilecek çağında 17 yaşındayken o büyük yeteneğini ortaya koyarak akrostiş güfte olarak bestelediği şu duygu yüklü şarkıdan aldım:
Zehretme hayatı bana cananım.
Elemlerle doldu benim her anım.
Kederimle yanıp sönse de canım,
İnan ki ben yine ah, sana hayranım, sana kurbanım.
Yıllarca bestekar olarak, ses sanatçısı olarak Dede Efendi’den Itri’ye, Hacı Arif Bey’e Münir Nurettin Selçuk’a, Melahat Pars’a, Selahattin Pınar’a Zeki Müren’e, Saadettin Kaynak’a, Hamiyet Yüceses’e, Müzeyyen Senar’a, Safiye Ayla’ya, Perihan Altındağ Sözeri’ye varana dek ve daha nice musiki ustasının bestelerinin, icralarının hazzını tadarak yaşadık.
O günlerde bütün aile efradı ve yakın dostlar eğer bir konser varsa radyonun etrafında toplanır şarkılara eşlik edilir, yenilir, içilir sohbet edilir, insanlar birbirleriyle kaynaşır, dostluklar daha da pekişirdi.
Aynı şey “Radyo Tiyatrosu” adıyla ünlü yazarların kaleminden çıkmış o günlerin en değerli tiyatro sanatçıları tarafından temsil edilen tiyatro eserleri için de geçerliydi.
Uygarlık ilerledi radyonun yerini televizyon aldı.
O eski günlerin radyolardaki sanat, eğlence, kültürel yarışma programları adeta tedavülden kaldırılarak unutulmaya mahkûm oldu.
Yetmedi; Tiyatro, sinema konser salonları, sergi salonları gibi sanatsal kurumlar da birer birer kapılarını kapattılar.
O da yetmedi genel kütür üstüne, bilim üstüne, sanat üstüne siyaset üstüne, o günlerin gündemi üzerine düzenlenen konferanslar izleyici bulamaz oldu
Kentsel kesimlerde olsun, kırsalda olsun insanlarımız kimilerince haklı olarak “aptal kutusu” diye anılan televizyon ekranlarının tiryakisi oldular.
Zamanı boşa harcamaktan başka işe yaramayan, beyinleri morfinleyen, birbirinin kopyası, hiçbir sanatsal değeri olmayan televizyon dizileri toplumsal kültürün olmaz ise olmazı artık…
Komşuluklar bitti, dostluklar bitti, aile içi ve dışı sohbetler bitti, samimiyet, sevecenlik bitti.
Aynı apartmanda oturanlar birbirlerini tanıyamaz oldular
Ne güzel söylemiş büyük ozan Faruk Nafiz Çamlıbel:
“Ne şair yaş döker ne aşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar.
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi
**
BEN radyoları, radyo başında yapılan sohbetleri, o güzelim şarkıları dinlemeyi, sanatçılara uzaktan da olsa eşlik etmeyi, o günleri çok ama çok özledim.