YENİ nesillerin büyük çoğunluğunun belki de hiç bilmediği, hiç işitmediği “Devlet Baba” diye bir kavram vardı yıllar önce ..
Neydi devlet baba?
İnsanların mutluluğu, devletin yüceltilmesi, ulusun özgürlüğü ideali taşıyan bir ülke yönetimi anlayışı…
O “Devlet Baba” öldü, o baba devlet yok artık.
Hiç alakasız şekilde devlet adamı kisvesine bürünüp, yaptığı her işi beceriksizlikle eline yüzüne bulaştırıp, sanki çok başarılı olmuş gibi bir hava estirip ve yalnız kendi çıkarlarını düşünmek dışında amacı olmayan kötü niyetli bir kara cahilin başında olduğu “Kakokrasi-Kakistokrasi” yönetiminin emri altında böyle bir ortamdan çöplenenler dışında yoksullaştırılan, cahilleştirilen halkımız kurulu bir makine gibi “mutluluk nedir, ne değildir”, hatta “umut nedir” bunları dahi algılayamamış olarak mutsuzluğun çukurunda yaşıyor.
Devlet Baba düzeni öldü yerine asaleten “dindar ve kindar genç” yetiştirme düzeni getirildi.
Toplum kültürü, insanların yaşam tarzı değişti, hayat anlayışı değişti, huzuru, psikolojisi bozuldu, mutsuzluk tavan yaptı.
Dindarlık ama nasıl dindarlık?
Bütün dinlerin temel amacı olan iyi insan, iyi vatandaş, ahlaklı, erdemli ve bilgili insan yetiştirme ilkesiyle hiç ilgisi olmayan, bütün dinlerin günah saydığı sahtekarlık, akıl ve etik dışı olguları dinin gereği diye mübah olarak gören bir dindarlık.
Ya kindarlık ne demek?
İnsan, ulus sevgisinin, huzurunun, saygının tedavülden kaldırıldığı asosyal ve psikolojik sendromdan başka şey olmayan yaşam tarzı.
İşte günümüz Türkiye’sinin genel görünümün sınırlarını belirleyen çerçeve bu.
***
İNSAN psikolojisi ve sosyo/kültürel doku perspektifinden ülkemizin mutluluk değerlerine ve derecesine bakalım.
Unutmadan hatırlayalım; Matematiksel bir gerçek vardır:
Bir ulusun mutluluk derecesi mutlu bireylerin, mutlu ailelerin miktarı ile doğru orantılıdır. Kısaca aile kurgusu içindeki bireysel mutluluklar toplumun tümünün de kazancıdır.
Değerli dostlarım aslında bu yazıya başlarken ülkemiz insanlarının mutluluk tablosu ile ilişkili acizane düşüncelerimden söz etmek amacındaydım.
Ne var ki bir yanda karşılıklı sevgi ve saygı temeline dayanan aile içi mutluluğun bugünkü siyaset yönetimine bağlı olarak sosyo/kültürel/ekonomik konjonktürden ve cehaletten kaynaklanan ve giderek daha kötü şekilde etkilenmesi…
Bir yandan siyasete “Sayın” sözcüğünü kazandıran Bülent Ecevit zarafetinden sonra politikacıların neredeyse birbirlerine ağıza alınmayacak laflar etmesinin toplum tabakalarına da yansıması ve mutluluğun temelinin karşılıklı sevgi ve saygı üzerine dayalı oluşuna ilişkin inancım beni buralara sürükledi.
Neyse lafı daha fazla uzatmadan kısaca o konuya dönüyorum.
***
ASLINDA Türk aile yapısı erkek egemen düzene tabi olduğu için kadına yapılan ötekileştirme etkisiyle toplumumuzun geneline total ve gerçek bir mutluluk tablosu yansımaz.
Zira toplumun öteki yarısını oluşturan kadınlarımızın büyük çoğunluğu ne kadar mutlu görünseler de mutluluk nedir ne değildir bunun ayırdını bile yapamadan yaşamlarını sürdürürler.
Oysa eski Türk geleneklerine göre kadın ve erkek cinsiyet eşitsizliği söz konusu olmaksızın eşit haklara sahiptiler ve devlet yönetiminde, hakanların yanında hatun adı verilen eşleri de söz sahibiydiler.
TBMM de konuşan bir kadın milletvekilini “Bir kadın olarak sus” diyerek azarlayan devrim şehidi Kubilay’ın katilinin torunu sözde bir devlet adamının şu sözlerini hatırlayalım:
“Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Nerede öyle yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğebilecek kızlarımız…”
Bir başkası da “Kadın erkek eşitliği fıtrata ters” diyerek aynı düşünceye katıldığını göstermişti.
Hakan-hatun yönetimi anlayışından kadını köle gibi gören kadına memeli hayvan diyen Arap’ın anlayışına geldik.
Hele bir kadın şeriat yönetimi istiyorsa “mutluluk nedir, ne değildir” ayırdını yapamadan ot gibi yaşıyor demektir.
***
AİLE ortamında mutluluk yaşanmasının hangi psikolojik ve akli dengelere bağlı olduğunu hatırlayalım:
Mutlu bir yuva birbirlerine saygı ve sevgi ile bağlı kişilerle kurulur.
Mutlu bir yuva, biri ötekine bilgiçlik, üstünlük taslamayan, tek beyin tek yürek gibi her konuda birbirlerine danışarak ortak kararlar alıp bu kararları birlikte uygulayan, yaşam alanları ile ilgili her konuda en küçük ayrıntısına kadar birbirlerinden gizlemeyen kişilerle kurulur.
Birbirinden gizlisi saklısı olmak eşini yabancılaştırmak, yuva çeperlerinde çatlaklar oluşmasına neden olmak demektir ve eşlerin her ikisi de aynı şeyi yapıyorsa o yuva çökmeye mahkûm bir enkaza döner.
Yanı sıra mutlu bir yuva kurmanın bir başka koşulu da eşlerin evlilik yolu ile katıldıkları aileyi kendi aileleri ile bütünleşmiş, artık kendilerinin de bir ferdi olduğu büyük bir aile olarak kabullenmeleri ve ailelerin de aralarına yeni katılan kişiyi kendilerinden bir parça olarak kabullenmeleridir. Bunu sağlayacak olanlar da yine eşlerdir.
Tanık olduğumuz onca kötü örneklere bakarak böyle güllük gülistanlık yaşam olabilir mi diye düşünenler olabilir
Eğer kişiler mutlu bir aile ortamında doğmuş, iyi bir eğitim almış, sevgi ve saygının anlamını kavramışsa olur.
Tıpkı Ecevit çifti gibi…
***
AİLE yapısı niteliklerinin pedagojik, psikolojik açıdan da önemi büyüktür.
Ülkemiz yıllardır kara cehaletin ağır yükü altında eziliyor ve bu nedenle “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirmeye çok fazla ihtiyacımız var. Bu ihtiyacın karşılanması devletin olduğu kadar ailelerin de sorumluğudur.
Aile ortamı bir anlamda gençlerin ilk eğitimlerini aldıkları bir okul gibidir.
Ünlü İngiliz düşünür John Locke pedagojik verilerle de örtüşür bir şekilde “insanlar zihinleri boş bir levha olarak dağar, çevrelerinden aldıkları bilgilerle zihinlerini, kendilerini geliştirmeye başlarlar” der
Locke’un “Tabula Rasa” diye andığı o içi boş zihinsel yapının geliştirilmesi mutsuz bir aile ortamında acaba ne kadar mümkün olabilir?
Ayrıca gençlerin “Egosantrik dönem” diye de anılan okul öncesi yaşamında üç yaşından itibaren anlama, araştırma, deneyler yapma, öğrenme yetilerinin gelişmeye başladığı dönemde zihinsel duygusal gelişmeyi başlatan “bilişsel zekâ” filizlenmeye başlar.
Aile ortamının katkısı olmadan bu oluşum sağlıklı bir yönde gelişemez.
İlerleyen yaşlarda gençler genellikle 9-14 yaşlarında ve “Puberte” diye anılan dönemde CQ diye bilinen duygusal zekâları gelişirken, cinsiyetlerine bağlı olarak bedenlerinde oluşmaya başlayan değişimler kimilerinde agresif davranışlara, kimilerinde aşağılık duygularına neden olur. sosyabiliteleri gelişemez
Ardından gelen ve genellikle 19 yaşına kadar süren “Adolesan” dönem diye anılan süreçte zihinsel duygusal değişimler gençlerin psikolojik yapılarını etkiler. Bu aşamalardan birine takılıp daha ileri düzeye erişemeyenler ömürleri boyunca hep aynı düzeyde kalırlar.
Böylesi durumlarda elbette psikologlardan, eğitimcilerden, kişilik geliştirme uzmanlarından, tıp alanından destek alınabilir ama bu huzursuz bir aile ortamından ya da ana baba şefkatinden, sevgisinden mahrum yaşanıyorken yeterince yararlı olabilir mi?
İşte bu nedenle yeni yetişmekte olan bir gencin aile desteğine çok fazla ihtiyacı vardır ve bu da ancak huzur ve mutluluk içinde yaşanan bir aile ortamında mümkün olabilir
Dolayısıyla ulusa, insanlığa yararlı evlatlar yetiştirmenin ön koşulu aile ortamında yaratılan mutluluktur.
Bunun aksi yani mutsuz bir ortam düşünüldüğünde akla şu halk tekerlemesi akla gelmez mi?
“Kendisi muhtacı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede”
Yalman ÖZGÜNER