Yalman ÖZGÜNER
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Bu kaht-ı rical değil tahribat düzeni

Bu kaht-ı rical değil tahribat düzeni

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Herkes hatırlayacaktır.
Deniz Baykal içindeki cumhurbaşkanlığı hayalinin gerçekleşmesi hevesiyle “herkesin siyaset yapmaya hakkı” var demişti.

Demişti de arkasından neler olmuştu, neler yaşanmıştı ve neler yaşanmaya devam ediliyor. Bu konunun ayrıntıları üzerinde konuşmaya gerek yok.

Tek tek yazmaya kalkışılsa her biri kitap hacminde olan ekonomik sosyo/ kültürel çöküşler, çeşit çeşit savurganlıklar, sahtekarlıklar talan edilen üretim ve hizmet kurumları tarım, orman, maden alanları, din olmaktan çıkan din, azgınlaşan irtica, kaybolan can ve mal güvenliği, buram buram cinayet kokan kuşkulu ölümler, TSK’ye yapılan sabotajlar, Suriyeli istilacılar ve daha nice saymakla bitmez katastrofik oluşumlar.

Görünenlerden çıkarılacak derslerden en önemlilerinden biri şu:

Ülke yönetmeye talip olan herkesin siyaset yapmaya hakkı olmadığı…

Büyük önderimiz Atatürk’ün sonsuzluğa göç ettiği 1938 yılın 10 Kasım’ın hemen ertesi günü siyaset adamı yazar ve gazeteci Falih Rıfkı şunları söylemişti:

“En mesut Türkler, atatürkü yaşarken ölmüş olanlardır. Ömrümüzün ve Türk tarihinin en acı yasını tutmak talihsizliği bize düştü.”

Atay eğer bugünleri görseydi neler söylerdi, bunu tahmin etmek zor değil.

*
Biraz tarihi kurcalayıp 18 y.y. Osmanlı imparatorluğunun çöküş sürecinin hızlandığı günlere gidelim.

O dönemde Osmanlı hanedanlığının çöküş sürecinde padişah l. Abdülmecit ve ardından ll. Abdülhamit devlet adamı sıkıntısından yakınıyorlardı.

İşte o dönemde yaşananları 26 Temmuz 1877 tarihinde yapılan Elena savaşında Osmanlı ordusunun yönetiminde gösterdiği başarı üstüne Elena kahramanı diye anılan ve ll. Abdülhamid tarafından müşir rütbesiyle padişah yaverliğine atanan “deli” lakaplı Nusret paşa “devlet adamı yokluğu” anlamında “kaht-ı rical” diye isimlendirmişti.

Bugün eşsiz önderimiz Atatürk’ün bütün dünyayı hayret ve hayranlığa boğarak küllerinden kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk ulusu siyasi iktidarı ile muhalefeti ile ikinci “kaht-ı rical” vakası yaşıyoruz.

Aslında daha kötüsü eşi benzeri görülmemiş bir soygun ve tahribat düzeni

Ülke olarak bu badireden nasıl kurtulabiliriz?

Formülü zor değil..

İlk olarak yangından kurtarılacak ilk nesne gibi CHP yeniden Atatürk’ün CHP’sine, Atatürk Türkiye’sine, Atatürk ilkelerine geri döndürülerek….

Çeyrek yüzyıla yakındır devlet hazinesini, ülkeyi ulusu soyarak yoksullaştıran sözde devlet adamları yargılanıp çaldıkları ilk sahiplerine iade edilerek…

Yıllardır türkü arkasından vuran, Müslümanlığı seçmiş olsa bile sırf Türk oldukları için yüzbinlerce türkü öldüren, Türk ordusunun Kıbrıs’ta Rumların Türk toplumuna uyguladıkları katliamlara karşı yaptığı harekatta din kardeşlerinin(!) Değil Rumların destekçisi olan Araplar…

İktidarın biyonik tarım yapmak bahanesiyle güneydoğu sınırımızdaki mayınları temizleyerek kapıları açtığı insanlarımızın aşına, işine, meskenine musallat ettiği milyonlarca Suriyeli…

İnsanlık tarihinin en büyük zaaflarından biri olan cinsiyet eşitsizliğinin ırk kardeşi Yahudilerle birlikte başlıca yaratıcısı olan Araplar….

İslamiyet’ten önce aşağı sosyal tabakada yeni doğmuş kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, kız doğuran kadınlara işkence yapan Araplar…

İktidarın desteği ile vatan toraklarımıza, üretim kurumlarımıza musallat olan kültürümüzde erozyona neden olan Araplar…

Tek bir örnek; kendi yüzölçümü 11.571 kilometrekare olup Türkiye’den 20.234 kilometrekare toprak alan katar başta olmak üzere ülkemizi parsel parsel işgal eden Araplar…

Yakın bir geçmişte Suudi Arabistan televizyonunda “kadın nedir” adlı panel düzenleyip “kadın memeli hayvandır” hükmü çıkaran Araplar …

Hatırlayacaksınız aynı zamanda İngiliz vatandaşı olan adı lazım değil bir siyasetçi bir ara “Arap aslımıza dönelim” demişti.

İşte bu nedenle bir an önce bu sapkınlıktan kurtulmak için mülteci görüntüsü ile planlı şekilde ülkemizi istila eden-ettirilen Suriyelilerden, emperyalist/siyonist düzenin “ılımlı İslam” dayatmasını arkasına alan arap emperyalizminden artık zaman kaybetmeden arınmalıyız.

Ulusumuzun önemli bir kesimi İslamiyet’le hiç alakası olmayan arap kültürünü din diye benimsediler. Bu yüzden cemaatler, tarikatlar aracılığı ile cehalet, kara yobazlık aldı başını gidiyor

İşte bu nedenle sorunlar daha fazla kronikleşmeden Suriyelilere en kısa zamanda ülkelerine geri gönderilmelidir…

**
Değerli dostlar, izninize sığınarak “din nedir ne olmalıdır” ona bakalım, ama önce din düşmanlarının düşmanı olduğu için kara cahillerin din düşmanı diye çamur attıkları “insanüstü” insan olan eşsiz Atatürk’ün şu söylediklerini hatırlayalım:

“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir.”

Din nedir, ne olmalıdır ve neden lüzumlu bir müessesedir?

Dinlerin amacı kısaca “iyi insan”, “iyi vatandaş”, “iyi ebeveyn”, “iyi evlat”, “iyi komşu” ve benzeri hallerde bir disiplin, öğreti ve yol göstericilik, rehberlik, sevgi, saygı, şefkat, merhamet duyguları aşılamak, yanısıra evrenin yaratıcısına şükran göstermenin yolu yordamıdır.

Atatürk’ün kastettiği din anlayışı işte budur.

Yine hoşgörünüze sığınarak dinlerin nasıl doğduğuna ilişkin inancımı paylaşmak isterim sizlerle…

İnsanoğlu doğa ile karşılaştığında kimileri doğa ve doğa olaylarını merak eder oldular.

Merak bilimleri doğurdu.

Kimileri doğaya hayran oldular.

Hayranlık sanatın doğuşunun nedeni oldu.

Kimileri doğa olaylarından korktular.

Korku dinleri yarattı.

En eski belgelerine 3000 yıllık çin kaynaklarında rastlanan, insanlık tarihinde ilk tek tanrılı din olan ve eski türkler tarafından kurulan

Tengricilik dışında bütün semavi ve pagan dinlerin dokusunda korku unsuru vardır.

Tengri kültürü insanların atalar kültü ve doğa ile yaşam ile edinilen birikimlerinden beslenen tabiat inançlarının maddi gökyüzünü evrenin yaratıcısı yüce varlık şeklinde telakki etmeleriyle başladı.

Tengri inancı semavi dinlerdeki gibi insandan ve varlıktan ayrı bir yerde değil içimizde, taşlarda, suda, ölülerde, dağlarda, gökte tasavvur edilebilir der. Bu bakımdan islami tasavvuftaki hallacı mansur’un “enel hak” – ben tanrının içindeyim, tanrı benim içimde- inancı ile örtüşür.

Her şey tengriden beklenemez.

Tengri toplumsal düzeni, insan yaşamını belirleyici kurallar koymaz. Aklını kullanarak kendi iyilik ve kötülük algısına göre iyi ve kötüyü seçme yetisine sahip olan insan sorumluluk sahibi olur

Tengricilikte ödül ve ceza yoktur, insan yaşamını çizme hakkına sahiptir cennet, cehennem yoktur

Ölüm ile birlikte bu boyuttaki hayat sona erer ve o ruh, artık bu boyutta yaptıklarından sorumlu değildir. Günahlar ve sevaplar ölüm ile sıfırlanır. Kişinin cezasını tengri değil, yaşadığı toplum ve toplumun töresi verir.

Gök tengri inancına göre iyiliklerin en büyüğü toplumda sosyal desteği arttırmak, doğa varlıklarına, başkalarının malına canına saygı göstermek, kendine yapılması istenmeyen şeyi başkalarına yapmamaktır.

Bütün semavi ve pagan inanışlardan farklı olarak eski türklerde cinsiyet eşitsizliği yoktur. Erkek yüce bir dağa benzer, kadın ise o dağın tepesindeki kar olan erkeğin tacıdır

Tarihte bilinen ilk kadın hükümdar m.ö 6. Yüzyılda yaşamış olup türkleri birleştiren tomris hatun’dur…

Din kurumunun amaçlarına en yakın dinin göktengricilik olduğunu düşünmek her halde hata olmaz.

**
Akla bütün semavi dinler aynı kaynaktan doğduysa neden tek bir değil de fazlası var diye bir soru gelebilir.

Bunun yanıtı antropoloji biliminde.

Abd’li sosyal antropolog margaret mead kadın haklarına ve kız çocuklarının ihtiyaçlarının karşılanmasına ilişkin olarak pasifik bölgesinde araştırmalar yaparken ayrıca aynı arazide olsa da jeolojik yapıları farklı bölgelerde yaşanan kültür değişimleri örnekleriyle de ilgilenmişt.

Öğrenciliğim sırasında merhum hocam amerikalı prof. Charles william hart ders konusu olarak margaret mead’in yeni gine’de karakter ve kültür değişimine ilişkin üç kabilede yaptığı araştırmaları anlatmıştı.

Bunlardan deniz kenarında yaşayan arapeşler sakin barışçıl insanlar, ovalık bölgede oturan çambuli kabilesi sert mizaçlı ve dağlık bir bölgede yaşayan mudugumorlar ise en büyük meşgalesi kafatası avcılığı olan vahşi savaşçılardı

Benzer bir durum olarak üç semavi din de aynı tanrı inancından doğmasına karşın farklı bölgelerde oluşmuş ve bu oluşumu etkinlik yoğunluğu yüksek bir akımın daha düşük yoğunluktaki bir akımı etkilemesi anlamında kültür difüzyonu değişimleri biçimlendirmişti.

Buna bir örnek aslında türk soylu bulgarların 922 yılında, islamiyeti kabul etmişken daha sonra slavlaşarak hristiyanlaşması gösterilebilinir

Üstelik her üç din de sümer kültünden yararlanmışlardır.

“eğer sümerler yaşasaydı üç semavi dinin kutsal kitaplarından telif hakkı alırdı” diyen değerli bilim insanı sümerolog prof. Muazzez ilmiye çığ “kuran, incil ve tevrat’ın sümer’deki kökeni” adlı kitabında sümer tabletlerindeki ifadelerle üç kutsal kitabın ayetleri arasındaki benzerlikten örnekler verir.

**
Bugünlerin “kaht-ı rical”inden nasıl kurtulacağız tekrar oraya dönelim:

Atatürk’ün “dünyada her şey kadının eseridir” diye andığı kadınlarımızın atatürk devrimlerini yeniden canlandırmak konusunda ilk adıma atacak olmaları olması çok olasılıklı

Tsk’da kadın subaylar, kadın polisler var ve aralarında saçının teli görülmemesi için önce bir bone, onun üstüne baş örtüsü ve onun da üstüne resmi şapka takanlar var.

Tam da akıl ve mantık dışı bir komedi.

Neymiş baş örtüsü tanrının emriymiş. Tanrı neden saçlı yaratığı kadınların saçlarını görünmez hale getirmelerini istesin?

Kadınlarımız bunun idrakine vardıklarında ilk kıpırdanış başlayacaktır.

Tamam giyim aksesuarı olarak, iklim koşularına önlem olarak düşünülebilir ama tanrının emri ile hiç ilgisi yok.

*
Konu buraya gelmişken başörtüsünün tarihine bakalım

Eski mezopotamya kültüründe bazı toplumlarda soylu kadınlar soyluluk alameti olarak baş örtüsü takarlarken, bazı toplumlarda köle kadınlar statüleri gereği başlarını örterlerdi.

Sümerlerde “tapınak fahişeleri” diye anılan kadınlar kutsal bir görev yaptıkları gerekçesiyle itibar göstergesi olarak başlarını örterlerdi

Başörtüsü olayı zamanla mezopotamya’dan filistin’e sıçradı

Kimi yahudi din adamları mö 1391–1271 yılları arasında yaşayan musa peygamberin ölümünden 2000 yıl sonra musa’ya inen ama bilinmeyen vahiyler olduğunu öne sürerek nasıl bulup ortaya çıkardıysalar(!) Bilinmeyen vahiyleri toplayıp talmud adlı kutsal kabul edilen bir kitap yazdılar. İşte o talmud’a göre kadının başı çirkindir ve onun için örtünmelidir.

Oradan da tarsuslu saul adlı bir musevi iken hristiyanlığa geçip dine yaptığı hizmetlerden ötürü aziz payesi alan saint paul’un “rahibeler ibadet ederken başlarını örtmeli” buyruğuyla hristiyanların da din yaşamına girdi

Ya başörtüsünün islam dünyasındaki öyküsü…

Arap kadınları altın ve gümüş gibi ziynet eşyalarını severlerdi ancak bazı kişilerin ziynetleri gasp girişimleri üzerine nur suresi 31. Ayetle “yüzük ve küpe dışında ziynetlerinizin üstünü örtün” önerisi geldi. Sonradan bazı din adamları ayeti “ ziynet yerlerinizi örtün” diye değiştirdiler. Oradan da kur’an’da ne “baş”, ne “başörtüsü” sözcüğü olmadığı halde baş örtüsüne varıldı

Bu konuyu “başörtüsü emri kur’an’da değil incil’de geçer” diyen prof. Zekeriya beyazdan dinleyelim:

“kur’an’ı kerim’de türban anlamında açık hüküm ifade eden bir ayet bulunmadığı için bazı ayetlerin anlamlarını çarpıtarak ve manalarını değiştirerek iddialarına delil olarak ileri sürdüler. Kur’an’da saç saklama örtüsü yani türban da yoktur. Aşırı bir tesettür taassubu da yoktur. Ayetlerin, anlamlarını saptırarak verilen hükümler dinen ve ilmen geçersizdir.”

*
Konuyu burada kapatıp başa dönelim

Sadece şu üç örneği hatırlayıp devletin hangi zihniyetle yönetildiğini görelim:

Dil bilmez bir imamın 12 bin dolar maaşla bern büyükelçiliğine basın ataşesi olarak atanırken aylık 6 bin dolara, tercüman da tutulduğunu eşinin de 8 bin dolar maaşla din ataşesi yapıldığını…

Sahte diplomalılar konusunu araştıran kurulun başına sahte diplomalı bir başkan atandığını…

Defalarca sahte yoğurt sahte tereyağı üreten bir şahsın tarım kredi kooperatiflerine genel müdür olarak atandığını…

**
Tbmm’de aralarında hem milletvekili hem de emekli maaşı alanlar da dahil olmak üzere 403 milletvekili var bunların görevi reis ne emir veriyorsa ona göre parmak kaldırıp indirmek

Böyle demokrasi böyle devlet yönetimi mi olur

Her zaman yıllar sonrasını gören Atatürk ülkeyi yönetecek olanların servet, koltuk ihtirası taşıyanlar değil, ülkeye hizmet amacı taşıyan idealist kişilerden seçilmesi için milletvekili maaşlarının öğretmen maşını geçmemesini istemişti

Uzattım bağışlayın

Benim kamuoyuna acizane iki önerim var:

Milletvekili sayıları ve maaşları yeniden ayarlansın, fakir fukaranın ödediği vergiler çarçur edilmesin.

İkinci olarak ülkeyi yönetmeye talip olan milletvekili adayları ve kamu kurumlarını yönetmek için seçilecek olan kişiler önceden sicilleri, eğitimleri, liyakat dereceleri incelenip eğer yeterliliğe sahipseler ona göre lisans verilerek görevlendirilsinler.

Bu kaht-ı rical değil tahribat düzeni
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advert
Advert
Giriş Yap

Sol Medya ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin