TEMEL DEMİRER
“Bilinç var olmanın
ön koşuludur.”[1]
Mao Zedong’un, “Tüm gerçek bilgi doğrudan deneyime dayanır”; Georges Politzer’in, “Bilgi, ‘Dünyayı ve insanı bilme’ demektir”; Leonardo da Vinci’nin, “İnsanın bilgisi arttıkça, sevgisi de çoğalır,” ifadeleriyle müsemma bilgi korkunun panzehiridir; güçtür; ışıktır; görmektir; durmadan sorgulayandır; kesinliktir; zenginliktir; anlaşılmamış bir şeyin keşfidir.
Bilgisiz seçim mümkün değildir; ancak bilgi ile özgür oluruz.
O, eyleme dönüşerek bilinci oluşturur; bilgilendiren iradeyle insan(lık)ı insanlaştırır.
Aydınlık, insan(lık)a bilgiyle verilirken, bilginin kaynağı ise yaşamdır; ışık gibidir, karanlığı dağıtır o.
Hayret etmek bilginin başlangıcı; şüphecilik ise vaz geçilemezidir. Ve bilgi arttıkça, ıstırap da artar.
Bilim, bilgi ve cehaletin sınırında ilerler; bilmek de, anlamakla olur ve doğru soru bilmenin yarısıdır.
Doğruya inançlar değil bilgi ile ulaşılır; Socrates’in, “Bütün bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir,” ifadesindeki tevazu ve Platon’un, “Bilirken susma, bilmezken konuşma,” uyarısını akıldan çıkarmamak kaydıyla…
Dogmayı bilgisizlik ile korku doğurur; bilgi arttığı oranda, dogma yok olacaktır. Ve bilgisizlik, anlamadığına tapar. Yani bilmemenin, anlayamamanın sonuçları ürkütücüdür. Çünkü bilgisizlik korkudur, tedirginliktir; ama bilgi de pratiğe dökülmedikçe bir değer taşımaz. Davranışı değiştirmeyen bilgi hiçbir işe yaramaz. Yani hayatın aslî amacı, bilginin eylemidir.
Yunanca’da “Gnosis”, “bilgi” veya “bilmek” anlamına gelirken; onsuz yaşam gerçek ol(a)maz. Çünkü bilmek eylemi insanı korkudan kurtarır, özgürleştirir. Bilgisiz “iddia” ise şarlatanlıktır; kaygıyı büyütendir.
Bilgi ile ufuk ne kadar genişletilirse, karanlığın da o kadar büyüdüğü görülür. İş bu nedenle bilinçli bir hayal gücüne muhtacız.
* * * * *
İlerici insan(lık) eyleminin bilimselliği iyi bir yol göstericidir; elbette anlayana!
Daha önce de ifade ettiğim üzere kuşkusuz bilim ol(a)maz; o, gerçekliğin ölçütüdür; dogmayı gereksiz kılar; belirsizliği püskürtür; nedeni sorar ve keşfeder; varlığın ne olduğunu bilmeyi mümkün kılar; boyunduruk kaldırmaz ve de Theodor Adorno’nun ifadesiyle “Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar”.
En önemlisi de, “Her şey göründüğü gibi olsaydı bilime gerek kalmazdı,” Karl Marx’ın altını çizdiği gibi…
Gerçeği aramakla, inançsızlıkla başlayan bilimsel öngörü eylemi doğururken; o günlük yaşamdan ayrılamaz, ayrılmamalıdır. O, gerçeklerle ilgilenir ve bu da son derece ahlâki bir sınırdır.
Kolay mı? Bilimsellik arayışı doğru soru(n)lar sorarken; bilimsiz tanım(sızlık)lar ise idealist kelimelerden ibarettir.[2]
O, gerçeğin ötesine geçmeyi reddetmediği için gerçeğe ulaşırlar. Yani onun amacı bilgi depolamak değil, soru(n) çözmektir. Çünkü devrim bir bilimdir.
Denilebilir ki bilimsellik, soyutlamalar yoluyla yeni araçlar, kavramlar yaratır; söz konusu güzergâhta gerçeğimiz yaşamdır, isteğimiz de devrimdir.
Server Tanilli’nin, “Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz, bir bilim insanı olarak kabul ettiğim metot, görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı sorumluyum? Yaşadığım çağa ve topluma karşı,” ifadesindeki duruş, gerçeği arama, savunma ve dünyayı anlama çabasıdır ki bu da, dogmanın, “vahiy”in reddedilmesini içerir.
Özetle, inanç gerektirmeyen gerçek, “Amin!” demeyip; Charles Darwin’in, “Ben doğa kanunlarıyla uğraşan bir bilginim. Olayları araştırır ve bilimsel gerçekleri keşfetmeye çalışırım; Fakat bunu yaparken İncil’e bakmam ve dayanmam ve bu tür kitaplarda söylenenlere aldırmam,” uyarısını “es” geçmez. Çünkü bilimsellik ile din bağdaşmaz; bağdaştırma çabaları ise olsa olsa mizaha konu olur.
Altı çizilmeden geçilmemeli: Kapitalist vahşetin orta yerinde çok az kişi “Düşün”, birçok kişi de “Diz çök ve iman et!” derken; bir yanda aklın ve düşüncenin izinde cesur insan(lar) ile öte yanda dogmatikler arasında ölümcül çatışma hâlâ bir karara bağlanmamıştır.
“Nasıl” mı?!
Örneğin bilimsellik şüphe edip, cehaletten kaçınmayı öğretip dogmaların ka’le alınmamasını önerse de; TÜBİTAK’ın, “Besmele okuyarak ekmeği taze tutan ekmek kutuları”, “Dua ile kanserin iyileştirilmesi”, “Dua okuyup Kabe’yi tavaf eden pilli robot”, “Papaz eriğini imam eriğine çevirme makinesi”, “Ayet okunarak üç kat daha fazla büyütülen fasulye” v.b projeleri ödüllendirdi güncel tabloda…
Yani hangi soru(n)ların sorulması gerektiğini keşfetme meselesiyle müsemma, dünya hakkındaki çıkarım için kanıtları sistematik kullanan bilimsellik, toplumsal vicdan ve insani kaygılardan yoksun olduğunda anlamsızdır.
Ve bilindiği üzere kimileri bilim(selliğ)i cehennemin imalatında kullanırken; “Aydınlanmış entelektüel ahlâkın vazgeçilemez koşulu, tüm inançları, hatta bilimin mutlak gerçek dediklerini de eleştiriye tabi tutmaktan geçer,” diye ekler Umberto Eco.
Ancak bilimin gayesi insanın ilerleyip, özgürleşmesi olsa da, yaygın körleşme (yabancılaşma!) kesitinde bilimselliğin değeri anlaşılamıyor.
Körleşmenin aşılması ve bilinçle görmek için önce bakıp, derinlikli bilimsel sorular sormak insan(lık)ın ufkunu genişletir.
Yerkürenin uzatmalı inanç/ dogma kâbusundan uyandırılması için cehaletin sınırını aşan bilimsel düşünme tarzı bir “olmazsa olmaz”dır.
Malum, bilimsellik hipotezler, fikirler, modeller kurup ilerlerken sürekli sorgular, şüphecilikten vazgeçmez.
Oysa kapitalist tüketim toplumunun yabancılaşmış insan(sızlık)ı, artık hiçbir şey öğrenmek istemiyor; tepetaklak olmuş dünyada bilim geriliyor; körler körleri yönetiyor ve tümü birden uçuruma sürükleniyor.
Artık V. İ. Lenin’in, “Kapital iktidarda kaldıkça, değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır,” sözlerini anımsayarak yeni bir dünya kurmak için dogmaların ötesine geçme zamanı.
Bu güzergâhta “Yeni bir insan yetiştirmemiz gerekiyor: Bu insan, bireysel kurtuluşa değil, toplumsal kurtuluşa inanan; ilerlemeye ve geleceğe yönelmiş, geriye doğru değil ileriye bakan; aklın ve bilimin öncülüğünü kabul etmiş, öyle olduğu için de sistemli düşünen, tartışan ve yaratan; barışa, emeğe, insan haklarına, hoşgörüye, demokratik değerlere başköşede yer veren insan,” gereksinimini ifade eder Server Tanilli…
* * * * *
Buraya dek altını çizdiğim çerçeve eyleme geçen düşünce ile anlamlanır; bu da, insan olmak/ ve kalmaya içkindir. Çünkü düşünmek, insan olmanın başlangıcıdır.
Düşünmek görmektir; ufkunu genişletmektir; farklı olmaktır; ışıktır ve “Düşünmek, yerine getirmektir,” Martin Heidegger’in ifadesiyle…
Mevcut tabloda insanların çoğu, sorumluluk yükleyeceği için düşünmekten korkuyor olsa da, insani varlığının ispatıdır o.
Oysa birçok şeyi içeren düşünmek eylemi gözlemci olmayı, analiz etmeyi, nasıl dönüştüreceğimizi bulmayı gündeme taşırken; “Aydın olarak görevim düşünmektir. Hiçbir engel tanımadan, tehlike karşısında bile kendime bir sınır koymadan, koydurtmadan düşünmek,” diye ekler Jean-Paul Sartre da…
Malum: Düşünmek yasak, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasakken; düşüncenin derinliği; göze aldığı tehlikenin cesaretiyle özdeştir. İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürler; ve davranarak/ eyleyerek düşünmek var olmaktır.
Korkmadan düşünmek, insanları sürü olmaktan kurtarıp, insanlaştırır; aslolan, her zaman potansiyel bir eylemi düşünmektir.
Evet, düşünmek eyleme geçmek ya da yaratıcı düşünsel hayal gücünü harekete geçirmektir. Bir diğer ifadeyle özgür olmak, kendi sorumluluğunda olmak, düşünmek ve hareket etmek, konuşmak ve yazmaktır.
Ama şunu da (tekrar pahasına!) unutmamak gerek: Düşünmek zor ve “korkutucu” iştir ve bu nedenle çok az kişi düşünür.
Kuşkusuz, düşünmek zor bir sanattır. Bu sebeple çoğunluk düşüncesizlik sürüsünü takip eder; “İnsanların sonuçları düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaati insanın basitliğidir,” uyarısındaki üzere Hannah Arendt’in…
Bunların yanında bilinmediği hâlde bildiğini zannederek “düşünmek” yaygın bir hastalıktır; düşünmek eylemi sınır aşmak demektir.
İnsan düşünmeye başladığında, dogmalar nihayete ererken; insan(lık) iki şeyle anlamlanır: Düşünmek ve eyleme geçmenin yanında; çıkış yolunun topluluk bilinciyle başkasını düşünmek olduğuna vakıf olarak.
İskenderiyeli Hypatia’nın, “Düşünme hakkını savun çünkü hatalı düşünmek dahi hiç düşünmemekten daha iyi”; Vedat Türkali’nin, “Düşündüğünü söylemekten korkmaya başladı mı kişi; düşünmekten de korkmaya başlar”; Theodor Adorno’nun, “Düşünmek, kişinin her an gerçekten düşünüp düşünemediğini kontrol etmesinden öte bir şey değildir”; Louis Althusser’in, “Düşünmek yalnızca aydınlara, üniversite gibi kurumlara bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir,” uyarıları ekseninde düşünmek için yaşamalıyız; hayatta kalabilmek için değil.
Düşünce suç olmaz; tek “düşünce suç”u, düşüncenin suç olabileceği düşüncesi ve pratiğidir. Düşüncesizlik ya da yasaklar kapitalist kültür(süzlüğ)ün kakofonisidir.
İnsan(lık)ın yabancılaş(tırıl)mış çöküş tablosunda, televizyon seyretmek düşünmekten daha “ilginç”(!) kılınmış olsa da, despotlar düşünmekten alıkoyamayacaklar insan(lık)ı.
Son tahlilde insan(lık), duymak, düşünmek ve eyleme geçmektir ve bu, asla engellenemeyecektir!
23 Kasım 2023 15:49:09, Paris.
N O T L A R
[*] Avrupa Demokrat, Kasım 2023…
[1] Carl Gustav Jung.
[2] V. İ. Lenin sorunu şöyle özetler: “Somuttan soyuta ilerleyen düşünce doğru olması şartıyla hakikâtten uzaklaşmaz, bilakis ona yaklaşır. Maddenin soyutlanması, bir doğa yasasının soyutlanması, değerin soyutlanması, vb. kısaca tüm bilimsel doğru, ciddi, saçmalamayan soyutlamalar doğayı çok daha derin, doğru ve tam olarak yansıtırlar. Canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: Hakikâti bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektik yol işte budur”!