Hayvanlar içinde atları çok severim.
At sevgisi ile ilgili bir anım var ki; hiç eskimez.
Lübeck’in iki dönem önce Belediye Başkanı olan Bernd Saxse, Lübeck SPD İl Sekreteri idi. Değişik konular ile ilgili parti binasına girip çıktığımız oluyordu.
Bir gün sabah saatlerinde binaya girdiğinde Bernd ve diğer çalışanlar kahvaltı masasına oturmak üzere idiler.
Davet edildim.
Benim bir sofradan kalkıp, bir sofraya oturan biri olduğumu beni tanıyanlar bilir ya, hayır diyemezdim ve kahvaltı masasına oturdum.
Masanın bir ucunda duran dana etinden gibi görünen kırmızı pastırma, karşıdan “ye beni” der gibiydi.
Salam tabağının uzatılmasını rica ettim. Uzatılan tabaktan tereyağlı ekmek dilimin üzerini kırmızı pastırmadan döşedim.
Pastırmanın tadı, daha önce yediğim pastırmalara pek benzemiydu. Ben, ağzımda lokmayı çiğnerken, salamı nereden aldıklarını soruyorum.
Parti binasında çalışanlardan Christel, adresini tarif etmeye çalıştığı bir at kasabı dükkanından aldığını söylemez mi!
Ağzımdaki lokma büyüdükçe büyüyor ve lokmayı bir türlü yutamıyordum.
Kahvaltı masasında oturanların da dikkatini çekmiş olmalıyım ki, tuhaf bakışlar üzerime ok gibi gelmeye başladı.
Yerimden kalkıp, mutfağa girip, yutamadığım lokmayı bir peçeteye çıkarıp, çöpe atıp, kahvaltı masasına geri döndüm.
Bana yönelen bakışların merakını gidermek için, benim “atları çok sevdiğimi” ve bu nedenle at pastırmasını yutamadığımı söyledim ve hoş görülerini rica ettim.
Babam, köyler katibi idi.
Ben 3 yaşında babamın beyaz kırsağının terkisinde köy düğünlerine, yağmur dualarına, 3 saat üzerinde süren yolculukla Susurluk’a da giderdik.
Babam hükümet konağında bir dairede görüşme yaparken, ben diğer daireleri dolaşır, merakımdan ortalığı karıştırdığım da olurdu.
5 yaşıma geldiğimde, babam, beyaz kırsağının benim için büyüttüğü erkek Doru erkek tayına bir yarış eyeri vurup, köylere, kasabaya, ben de beyaz kırsağın peşinden at sürerdim.
O köy düğünlerini unutmak benim için hiç mümkün değil.
Evlenme düğünü ise, damat evinden davul ve zurna eşliğinde, komşu köylerden gelen genç delikanlılar, ay yıldızlı bayrağımız bilek kalınlığında düzgün 3, 3,5 m uzunluğunda bir sopaya geçirilmiş uçunda sarı metalden ay yıldızın da olduğu, halde yola çıkılırdı.
5, 6 veya 7 bayrağın eşliğinde gelin evine doğru, ağır adımlarla, davul ve zurna müziğinin eşliğinde delikanlılar, sık sık korteji durdurup oynarlardı.
Evinden annesinin göz yaşları ile alınan gelinin, manda veya öküz arabasına bindirilirken, gelinin ayakkabısının tekini kapan, damada koşar: “Gelin yola çıktı” müjdesini verip, iyi bahşiş koparırdı.
En önde giden bayraktarlar, boyunlarından geçirdikleri kalın deri askının ucuna taktıkları ucu sivri ve metal ile kaplı bayrak sopasını sıkı sıkı tutarlar, kendi köyünden olup oynayan gençlerin üzerinde bayrağı dolaştırıp, özellikle sert rüzgarlı havalarda bayrağa hakim olmakta zorlanırlardı.
Bazı bayrakların etrafı, tıpkı asker ocağında gördüğüm sancağa benzerdi.
Bayrakların sıralanmasında, bazen kavga ve gürültünün de çıktığı olurdu.
En uzak köyden gelen bayrak en sağda, o köyün bayrağı da, ev sahibi olmasından en sol uçta yerini alırdı.
Sıranın sağında bayrak taşımak büyük bir ayrıcalık idi.
O köy düğünlerinde, pehlivanlar da güreş tutar, at yarışları da yapılırdı.
Daha kendi atım yoktu.
Ben 4 yaşlarımda iken, Eminpınar köyüne bir düğüne gitmiştik.
Atlar, uzun yoldan geldiğinde, yumuşak toprak zeminde yavaş yavaş gezdirilirdi.
Bu gezdirme işi, at çişini yaptığında sonlandırılırdı.
Biz, babamla Eminpınar köyüne geldiğimizde, köyün girişindeki düzlük alan olan harman yerinde, at yarışları için hazırlıklar yapılıyordu.
Babam, kırsağı yavaş yavaş gezdirmemi söyledi ve kendisi uzaklaştı.
Ben kısrağı gezdirirken, yarış için yerinde duramayan, yerleri eşeleyen atların sırasına geldiğimde, köylü amcalardan birine, beni kısrağın üzerine bindirmesini rica ettim.
Kısrağın sırtında ben, yarışacak atların sırasında yerimi aldım.
Yarışın başlaması için, tabanca patladığında, beni görmüş olmalı ki babam “Remziiiii” diye bağırdığını duydum.
Elimdeki kırbacı acele ile kısrağa yapıştırdığım gibi, ileri atılan kısrağın sırtından kabak gibi yere çakıldım.
Gözlerimi açtığımda, babamın kucağında idim.
5 yaşında Doru tayın sırtında iyi süvari olmuştum.
7 yaşımda Doru taya kendimin binmesi için babamdan dersimi aldım.
Ata sol tarafından binilir.
Bir tümsek yer, bir yüksekçe taş bulduğumda, Doru’ya atlıyor, 40-50 adımdan sonra iniyor, omuzumdaki torbadan bir avuç arpayı Doru’ya ikram ediyordum.
Doru tayı yedeğimde bir kaç yüz metre çektikten sonra, tekrar biniyor ve bunu defalarca tekrarlıyordum.
Bu eğitim ile Doru tay da bana iyi alışmıştı.
Yeni hanay evimiz yapıldığında, 5 yaşımda idim.
Demek ben 4 yaşlarımda idim ve eski yer kat evimizde oturuyordum.
Babamın eyerlenmiş atı, babamı beklerken, babamın bana verdiği delikli bir parayı, atın alt dudağını çekip, çüzdan gibi yağıp, delikli parayı içine koyardım.
At “pfırt” diye çıkardığı ses ile parayı 3 – 5 m ileriye fırlatıyordu. Bunu, babam evden çıkıncaya kadar bunu tekrarladığım olurdu.
Harmanlar toplandığında, mısır ve günebakanlar da tarlalardan harmanlara taşındığında, “salmalık” dönemi başlardı.
Salmalık, tarım alanlarındaki tahılların kaldırılmış olduğundan, her hangi bir zarar ziyan olamayacağından, hayvanlar başı boş salınırlardı.
Bu salmalık dönemi, 5-6 hafta gibi bir zaman süresi içindi.
Salmalık döneminde atlar lazım olduğunda, atların köy merasının hangi tarafında olduğunu bilir, içinde arpa olan blr torba ile atları aramaya çıkardım.
Torbayı gösterdiğimde, ilk koşan Doru olurdu.
Atları halen çok seviyorum.
Çalışma masamda bronzdan küçük bir at heykeli olmasını hep istemişimdir.
2 gün önce, bir antikacı dükkanın önünden geçerken, vitrinde, yeleleri alabildiğinde uzun ve ipek gibi güzel, eyerli beyaz bir KÜHEYLAN gördüm.
Dayanamadım. Dükkana girip küheylanı inceledim.
Bronz değildi ama, pilli ve kişneyen, ön ayakları ile tepinen ve durduğu yeri eşeleyen plastik küheylana baktım, baktım.
Küheylan da bana bakıyordu.
Bana çocukluğumda, gençliğimde atlarla geçen yıllarımı hatırlattı.
Pazarlık etmeden beyaz küheylanı paketletip, satın aldım.
Evde eşim, atın pilli bir küheylan olduğunu değil de, onu bir oyuncak at gibi görmüş ve kabul etmiş olmalı ki: “Bu da ne?” Diye soruyor, ben: “Bu at, at!” Diyorum.
Eşim: “Çocuk gibisin!” Dediğinde, büyük haklılık payına da sahipti.
Doğru; demek içimde halen ölmemiş, atları seven, yaşayan bir çocuk kalmış olmalı ki, bu plastikten pilli küheylanı, gördüğümde, hiç düşünmeden alıp eve getirmişim.
Atları çok seviyorum.
Ben atlarla ve babamın meclislerinde büyüdüm.
İlk sosyalleşmem de böyle başlamıştı!
AVNİ ‘nin Atları’nın Süleyman DEMİREL’in evinde olduğunu okuyup öğrendiğimde, Demirel ‘i hep kıskanmışımdır.
Sevgi ve selâmlarımla
Remzi UYSAL
Lübeck, 05.02.2025