Yönetimler, ayakta kalmalarının nedeni olan “sistemi” besler! Toplumun içinde bulunduğu “kabın” oluşması için “yönetimin” koyduğu kurallarla “sistem” kendini güven altına alır! Osmanlı’da halka “kul” olmasının benimsetilmesi, padişahın önünde diz çökmesi, alınacak “tüm kararlara” el/ pençe olunması “sistemin” toplum üzerindeki belirleme gücü değil de nedir? Şu an değişen ne var? “Çürüme” için yönetimden kaynaklanan yolsuzluk/ adaletsizlik, eğitimin/sağlığın yetersizliği, siyasi gel/ gitler, toplumsal kaynağı olarak da ileri sürülen ahlak/ etik değerlerin zayıflaması, sosyal eşitsizlikler, eğitim eksiklikleri sanki “yönetimden” bağımsızmış gibi… İnsanın içinde olduğu “kap” bu!
Yönetimin, sözüm ona “başın” aldığı/ alacağı kararların, toplumu/ tüm vücudu saracağı olgusu çoğu zaman üzerinde durulmadan geçilir! Yönetimin yolsuzluğa, adaletsizliğe, haksızlığa “göz yumar” yanı düzeltilmek yerine daha da katılaşarak “yaşam biçimi” durumuna getirilmesinin ardından “toplumda” nasıl bir “çürümeyiş” beklenirse… Yasalar “her yurttaşa” aynı yakınlıkta olması gerekirken yönetimin, toplum katmanlarına göre “değişik” uygulama yöntemleri uygulaması “işleyişin” başkalaşmasına neden olduğu gibi, yurttaşların yaşamlarını da belirler! Yine eğitimin, sağlığın içinde bulunduğu koşulların, toplumda gerçekleşen yansımalarını bilmeyen var mı? Ana dilini kullanmakta zorlanan, bilim derslerini rafa kaldıran, düşünmeyi savsaklayan bir anlayıştan söz ediyorum. Sağlıkta da, yurttaşların “en temel” hakkı olmasına karşın, yeni doğan çocuklarını kime/ nereye bırakıldığı kaygısıyla birlikte aylar süren “tedaviye başlama” süreci karşısında toplumda oluşabilecek “yanlılığı” göz ardı edemiyoruz! “Toplumsal çürümenin” adını belirlemeye çalışıyoruz değil mi?
***
Ülke içeresindeki “enflasyonu” etkileyen etmen yurttaş mıdır, yoksa yönetenlerin beceriksizlikleriyle birlikte halktan alınan vergilerin savurganca/ doymazca/ kibirle harcanması mı? “Balık baştan mı kokar, yoksa toplum kokuşmuş mudur” sorusunda olduğu gibi… Biliyorsunuz, “iktidarın” bilinen birçok sözcülerinden enflasyonun nedeninin “emekliler” olduğu vurgusu yapıldı!
Peki, “emekli” kime denir, önce onu belirleyelim; emekli, yasaların belirlediği süre boyunca çalışan, primini ödeyen, zamanı gelince de “çalışmasının/ priminin” karşılığı olarak aylık bağlanan yurttaş. Emekliye bağlanan aylığın her şeyden önce “yaşamını rahatça sürdürebilecek” ölçüde olma zorunluluğu vardır! Bir yandan kirasını ödeyecek, bir yandan “temel gereksinmelerini” karşılayacak, yılın belirli aylarında “dinlenceye” çıkacak, normal ölçülerde konuklarını ağırlayacak, torunlarına “bayram harçlığı” verebilecek, sağlığında oluşacak sorunları kolayca aşabilecek…
***
“Toplumsal çürüme, hukuksal bozulma” etkinliğini izlerken bile “çürümüşlüğün” izleri vardı! Nasıl çözülecekti ki bu? Etkinliğin “temel isimlerinin” dışında, yönetimlerin bir köşesine atanarak iliştirilmiş isimlerin, son anda salona girerek “oturacak yer bulma” kibirleri, dolmuş koltukların boşaltılmasını beklemeleri neyin nesiydi ki? Salonu bilmeyen yok! Zaman zaman Başkan Karalar’da vurguluyor, “daha geniş” bir yere gerek olduğundan söz ediyor; haklıdır! Ancak elde olan bu! Zamanında gelirseniz oturacak yer bulursunuz, gelmezseniz “ayakta” izlemek zorundasınız; o kadar!
Karalar’ın sözü ile bitireyim; “liyakat yerini sadakate bıraktı!” “Çürüme” olgusunun her geçen gün büyümesiyle, toplumsal adaletsizliğin/ erincin/ gönencin daha da bozulacağını öngörenler başta “liyakate” özen göstermeli! Kimin, nerede, hangi işin başına getirildiği iyi bilinmeli! “Bilen” harcanmamalı, “bilmeyen” de “bilenmiş” gibi gösterilmemeli! “Bilenin” bir işin başına getirilmesi “liyakat”, “bilmeyene” verilen “iş” de “sadakat” getirir; çürüme de böyle başlar! 201124