Türkiye’de adalet sistemi, zaman zaman toplumsal ihtiyaçlar ve olağanüstü durumlar doğrultusunda şekillenir. Covid-19 pandemisi gibi küresel bir kriz, bu şekillenmenin en çarpıcı örneklerinden birini sundu. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’a eklenen geçici maddelerle, salgın sürecinde cezaevlerindeki doluluğu azaltmak ve sağlık risklerini en aza indirmek amacıyla “Covid-19 izni” uygulaması başlatıldı. Ancak, bu süreçte ortaya çıkan “31 Temmuz Covid Yasası” olarak bilinen düzenleme, iyi niyetle atılmış bir adım olmasına rağmen, beraberinde derin bir adaletsizlik ve mağduriyet dalgası getirdi.
31 Temmuz 2023 tarihi, bu yasanın dönüm noktası oldu. 7456 sayılı Kanun’un 15. maddesiyle eklenen Geçici 10. Madde, bu tarihten önce kesinleşmiş hükümlü statüsüne kavuşanlar için cezaların infazında birtakım iyileştirmeler öngörüyordu. Kapalı cezaevinden açık cezaevine geçiş süresini kısaltan ve denetimli serbestlikten erken yararlanma imkânı sunan bu düzenleme, ilk bakışta umut vericiydi. Ancak, uygulamanın detaylarına inildiğinde, aynı suçu işleyen insanlar arasında inanılmaz bir eşitsizlik ortaya çıktı. Dosyası 31 Temmuz’dan önce kesinleşenler özgürlüklerine kavuşurken, bir gün farkla bu tarihten sonra kesinleşenler cezaevinde kalmaya devam etti. Adaletin terazisi, teknik bir tarih sınırıyla bir anda şaşmıştı.
Bu durum, Anayasa’nın 10. maddesinde güvence altına alınan eşitlik ilkesine gölge düşürdü. Aynı suçu işleyen, aynı cezayı alan iki kişi arasında yalnızca bürokratik bir zamanlama farkıyla böylesine hayati bir ayrım yapılması, hukukun temel ruhuna aykırı değil mi? Örneğin, bir hırsızlık suçu işleyen iki kişiden biri, dosyasının erken kesinleşmesi sayesinde tahliye olurken, diğeri aynı cezayı çekmeye devam ediyor. Bu, ne vicdanla ne de adalet anlayışıyla bağdaşır. Mağdurlar, “Neden ben?” sorusunu sorarken, sistem bu soruya tatmin edici bir yanıt veremiyor.
Sorunun kökeninde, yasanın “hükümlü bulunma” ibaresine sıkı sıkıya bağlı kalınması yatıyor. Bu ibare, suçun işlendiği tarih yerine, hükmün kesinleşme tarihini esas alıyor. Oysa suçun işlendiği tarih baz alınsaydı, eşitsizlik bu denli derinleşmezdi. Dosyaların incelenme hızı, savcılıkların iş yükü ya da mahkemelerin tatil dönemleri gibi tamamen kişilerin kontrolü dışındaki faktörler, kimin özgür kalıp kimin cezaevinde kalacağını belirler hale geldi. Bu, adaletin tesadüflere bırakılması demek değil mi?
Mağduriyet sadece hükümlülerle sınırlı kalmıyor; aileler de bu yükün altında eziliyor. Cezaevinde kalan bir eş, bir baba ya da bir evlat, yalnızca kendi kaderini değil, sevdiklerinin hayatını da derinden etkiliyor. Çocuklarının büyüdüğünü göremeyen ebeveynler, ekonomik zorluklarla boğuşan eşler ve “adalet” kavramına inancını yitiren bir toplum… 31 Temmuz Covid Yasası, görünmeyen bir domino etkisiyle binlerce hayatı altüst etti.
Peki, çözüm ne? Öncelikle, bu yasanın yeniden ele alınması ve eşitlik ilkesine uygun şekilde revize edilmesi gerekiyor. HÜDA-PAR gibi bazı siyasi oluşumların, Geçici 10. Madde’nin kapsamının genişletilmesi için kanun teklifi sunması umut verici bir adım. Ancak, bu tekliflerin hayata geçmesi için daha geniş bir toplumsal ve siyasi mutabakat şart. Suç tarihi esas alınarak bir düzenleme yapılabilir; böylece aynı suçu işleyenler arasında keyfi bir ayrım ortadan kalkar. Ayrıca, infaz hakimlikleri arasında uygulama birliği sağlanmalı ve hukuki belirsizlikler giderilmeli.
31 Temmuz Covid Yasası Mağdurları, seslerini duyurmaya çalışıyor. Sosyal medyada yankılanan feryatlar, “Eşitlik istiyoruz!” çığlıklarıyla yükseliyor. Bu insanlar af değil, yalnızca adalet talep ediyor. Devlet, bu sese kulak vermeli; çünkü adalet, bir toplumun temel direğidir. Eğer bu direk sarsılırsa, altında hepimiz kalırız.
Unutmayalım: Adalet, bir gün hepimize lazım olabilir. 31 Temmuz’un gölgesinde kalan bu mağduriyet, bir an önce aydınlığa kavuşmalı. Çünkü gerçek adalet, tarihe değil, vicdana dayanır.