Dünyanın da Türkiye’nin de son yıllarının en önemli sorunu, aydın sorunudur…
Her ne kadar Batı dünyasında da, Türkiye’de de sağ partiler, milliyetçi akımlar ve dini söylemleri öne çıkaran politikaların öne çıkmasının sorumlusu olarak geniş halk yığınlarının küçük çıkarlara karmış yaşam tarzı suçlanıyor olsa da aydınların doğanın ve insan toplumlarının geleceği açısından çok daha büyük bir sorumluluk altında olduklarını söyleyebilirim.
Dünya kültürü, Sokrates ve Aristotales’le başlayarak İbni Haldun’la, Farabi’yle, İbni Rüşt’lü süren, Charles Darwin, Henry Lewis Morgan, Karl Marks, Friedrich Engels, Sigmound Freud, Walter Benjamin gibi adlarla yürüyen içtenlikli, içi dışı bir aydınlar kuşaklarına muhtaç kaldı. Tolstoy, Balzac, Dostoyevski, James Joyce çapında edebiyatçıları da çok arayacağız gibi geliyor. Türkiye Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi bir düşün ve eylem insanını bir daha zor bulur.
Halkla aydınlar arasındaki ikilemde ilişkinin sorumluğunun aydınlar üzerinde olduğunu ısrarla vurgulayan modern Fin toplumunun kurucusu Snellman’ın, Türkiye’nin ölümsüz Köy Enstitüleri babası İsmail Hakkı Tonguç’un miras bıraktığı aydınlara yönelik eleştirileri anımsayan da pek kalmadı…
Bu olumsuz evrilmenin kaynağında, teknolojik gelişmenin bir sonucu olarak üretimde kol ve insan emek gücünün azalması, tüketim toplumunun merkezinden, televizyonlar ve diğer iletişim araçlarıyla yağdırılan göstergelerin geniş yığınları yönlendirmesinin etkisi olduğu söylenebilir.
28 Haziran 2023 seçimlerinden sonra aydınlar arasında halkı suçlayanların sayısı da inanılmaz ölçüde çoğaldı. Bunca yolsuzluk, usulsüzlük, kamu mallarının, ülkenin yer altı ve yerüstü kaynaklarının, güzelim kıyıların yağmalanması, şehirlerin çarpık betonlaşmaya boğulması, insanların depremlere kurban edilmesi ortadayken, hâlâ gerçekleri görmek istemeyen birileri varsa, bu onların küçük çıkarlara güdülenmiş yaşam tarzlarından ileri gelmektedir tarzında söylemler çokça duyuluyor… Özet olarak, olup bitenden halk sorumlu tutuluyor.
Aydınların hangi konumda oldukları, nerelerde büyük ölçüde kendi kendilerine konuştukları, halka ne kadar ulaşabildikleri, ne kadar halkla birlikte olabildikleri, halkın geçim kavgasına ne kadar katılabildikleri, ne kadar kapitalist üretim ve tüketim biçimine seçenek olabilecek politika ve somut örnekler geliştirebildikleri (sözgelimi üretim ve tüketim kooperatifleri, günlük yaşama ağırlığını koyabilecek mahalle, köy, semt meclisleri) üzerine pek konuşulmuyor.
Bütün bunlar bir yana. Kültür ve edebiyat dünyasında toplumcul bir tutum içinde oldukları sanılan, kitapları çok satan, toplum üzerinde etkileri olan kimi kültür ve edebiyat insanlarının nasıl bir yazın tarzı izledikleri, nasıl bir sorumluluk duygusuyla hareket ettikleri de ayrı bir tartışma konusu.
Tam da böylesi düşünce savrulmaları içinde yaşarken arka arkaya yapıtlarını okuduğum iki yazarda ortaya çıkardığımı sandığım içtenliksiz ve kaypak tutum, olaylara önyargılı bakış tarzları benim için çok anlamlı oldu. Arka arkaya iki kitap yayınlama olanağı buldum ve kendimce yaptığım kültür araştırmacılığına yeni boyutlar kattım.
Amin Maalouf, yapıtları hemen tüm dünya dillerine çevrilmiş, Türkiye’de onlarca baskı yapıp yüzbinlerce okura ulaşmayı başarmış bir yazar. Lübnan doğumlu bir Hıristiyan; genç yaşta yerleştiği Paris’te yaşıyor. Romanları gerçekten de usta işi… Doğunun Limanları, Semerkant, Tanios Kayası vb müthiş güçlü romanlar. Çivisi Çıkmış Dünya, Uygarlıkların Batışı gibi kitaplarla da Yakın Asya ve dünyanın genel sorunları üzerine kendi yorumlarını kaleme almış. Romanlarını çok beğendiğim ve edebiyat dünyası için çok değerli bulduğum Amin Maalouf, siyasi ve toplumsal değerlendirmelerinde ise oldukça önyargılı, içtenliksiz bir bakış açısına sahip. Hâlâ ABD’yi demokrasi ve gelecek kurtarıcısı olarak görebilecek bir çarpık bakış açısına sahip. Paris’i Amin Maalouf ile paylaşıp yaşamının otuz altı yılını orada geçirmiş, önce şair olarak tanıdığımız Attila İlhan da romanlarında Türkiye tarihine gerçekten te çok ustaca bir bakış açısıyla yaklaşmış, Dersaadette Sabah Ezanları, Bıçağın Ucu, Yaraya Tuz Basmak, Sırtlan Payı, Kurtlar Sofrası çoğul, çoksesli romanlar yazmış. Attila İlhan’ın romanları okunmadan Cumhuriyet tarihi tüm boyutlarıyla anlaşılamaz. Ancak, o da “anılar ve acılar” başlığı altında yayınladığı kitaplarında Maalouf gibi gerçekliği altüst eden gözlemler ve yargılara karmış…
Orta Doğu’da yaşanan bunca acıdan sonra emperyalizm sözcüğünü anmaktan özellikle kaçınan Maalouf da, Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel sorunlarına hep öznel bir bakış açısıyla yaklaşmış, Türkiye köyüne tepeden bakmış, Köy Enstitüleri gibi örnek ve ölümsüz bir kuruma karşı çıkmış Attila İlhan da, iki aydın olumsuzluğu örneği olarak karşımızda…
Maalouf ve Attila İlhan, edebiyat ve kültür insanlarının popüler olma, piyasa iktidarında kalma uğruna hangi yanılsamalara ve yanılgılara kayılabileceğini gösteren bir hastalıktan epeyce çekmişler.
Toplumcu düşündüğünü savlayan yazarlara düşen ilk sorumluluk önyargısız davranmak, tüm olgulara yansız yaklaşabilmektir.
Yaşadığımız tüm olumsuzlukların asıl sorumlusu aydınlardır…
Kitaplarımda yan yana gelmiş bu iki ünlü edebiyatçı ve düşünce insanı bunun en güzel örnekleri oldu…
Selam olsun içi dışı bir olanlara, selam olsun düşündüğü gibi davrananlara…
Gününüz aydın olsun değerli dostlar…
05 Mart 2024, Alper Akçam