Getting your Trinity Audio player ready... |
Yanına alacağı birkaç şeyi hemencecik toparladı, ne yaşayacağını önceden kestiremediği plansız, program
Bütün güneyi bir baştan bir başa adım adım aşıp, harika gündoğumunu ve günbatımını seyrederken birçok şeyin de o anda değiştiğinin ayırtına vardı. Muhteşem ve kasvetli manzaralar gördü, yola olan merakının, yol sırasında değiştiğini ve güçlendiğini de fark etti. Onu ürküten de cezbeden de arayışın ve kayboluşun kendisiydi. Yaşamın yüreği, evden çok uzakta bir yerlerde bazen bir sızı, bazen heyecan, bazen umut, bazen keder, bazen öfke, bazen de utanç içinde onu bekliyordu. Yola çıkan için, yıldızlar gökyüzünün, yollar ise yeryüzünün ateşli noktalarıydı. Her bitiş, aslında bir başlangıçtı. Yol aldıkça, her şeyin kabuk değiştirdiğini görecek, yitirdiği izleri kovalayacak, duygu ve düşüncelerindeki iniş çıkışları daha derinden hissed
Sabahın ayazında kaldırımda yarı çıplak, başını dizlerine dayamış hıçkıra hıçkıra ağlayan kadının, birkaç sokak ileride iki kaşının arasına sıkılan tek kurşunla ölüme gönderilen genç adamın yazgısı, aynı mahallede kesişmiş olmalı. Bir tanışıklık var mıydı aralarında, bilmiyordu? Daha önce yolunun hiç düşmediği, ölüm sessizliğine bürünmüş, bu kahvetli mahallen
Harabeye dönmüş evler, yanmış topraklar, güneşin altında daha fazla yürüyemeyip, yorgunluktan oldukları yere çöken adamlar, ağız birliği etmişçesine susuyorlardı. Savaşın hiç bitmediğini, asla da bitmeyeceğini haykıran, hayalleri ölmüş gençlerin dayanılmaz ıstırabı içinde savaşa gidenleri ve savaştan ölü dönenlerin tabutlarını da görüyordu. Kadınların yüzü, ince uzun bir kederle dokunmuştu. Dolunaya endişeyle bakıp, acı acı uluyan sarı köpeğin yakışı ise, amansız bir sızı gibi içine doluyordu.
Tunus pembesi renginde muhteşem bir ufuk çizgisi, yüzünü ona doğru dönmüş, nazlı nazlı dağın ardına iniyordu. Tunus pembesi ufukta, kuzeye doğru uçan kuş kervanın ahenkli kanat çırpışı, geride siyah noktalar bırakıyordu. Ufka doğru yavaş yavaş yürüdü. Birçok cami, kilise ve havra gördü; din adamıyla karşılaştı ve vaaz dinledi. Herkes kendi Kutsal Kitabını ve kuramını destekleyen öyküler anlatıyordu.
İçlerindeki nefretin tutsağı olarak daima susmayı tercih edenlerin, dilsiz değil, derin ve karanlık bir dünyayı düşlediklerini hissetti. Geleceği hayal eden çocuğun yeşeren düşüncelerini dinledi. Dolambaçlı yollar, mayınlı, dikenli ve çorak araziler, koyunlarla, tavuklarla tıka basa dolu kamyonetlerdeki yolculuğun heyecanı, onu büyülediği gibi korkuttu da. Beklenmedik karşılaşmalar ve sapmalar, karmakarışık bir rüya gibi belirli bir yönü, bir anlamı olmayan, akıntıya kapılıp geçip giden zaman ve yılların içerisinde, hamur gibi iyice yoğrulup, pişme kıvamına geldi.
Savaşın her şeyi silip süpürdüğünü, koca köyün yandığını, kapkara dumanın, gözlerini uzun süre kör ettiğini anımsadığı yere, beynin kıvrımlarına dokunmak gibi yavaş yavaş ulaştı. Bu yolculukta, bir kişi olmaktan kurtulup, birçok kişiye dönüşmüştü. Zihnindeki o uzak geçmişin görüntüleri, bu dumanlı bölgenin şimdiki
Metropollerdeki fuhuş, uyuşturucu, gasp, hırsızlık ve eğlence merkezlerinin karanlık ve dar sokaklarındaki yozlaşmanın, pis bir koku ya da salgın bir hastalık gibi her şeye sızdığını, en uzak yerleşim yerlerine kadar geldiğine tanıklık ediyordu. Uymacı yaşamı bir kenara bırakıp, güneyin yıkıntıları arasına girme cesaretini göstermişti. Öyle bir sokaktı ki üstünde bir tek çiçek büyümemiş, yağmur damlaları hiçbir zaman onu sırılsıklam yıkamamış, güneşin ateş gibi yakıcı sıcağında hiçbir mucize gerçekleşmemişti.
Muhalif edebiyat ve sanat yaratıcılarının dışındak
Bilgelikleri ve vicdanları sıfırdan bile az olan bu yaratıklar, hayata katkı yapmadıkları için dünyanın ölümle dolmasına, ölüm kusmasına, katkılarını hiç esirgememiş, bundan asla utanç duymamışlardı. Her yer savaş, ölüm, yozlaşma ve umutsuzluk kokuyordu. İnsanın insana kurduğu en büyük tuzak, savaştı. Savaşta dökülen kan, bütün yaşamı kirletiyordu. Öğrettiği tek hakikat ise, sefaletti.
Gittikçe kirlenen bu dünyada,
Dünya savaşa boyanmıştı ve insanlık bu savaşta ilk önce neyi kurtaracağını hâlâ bilmiyordu. Yola çıkanın, bu yolculuk sırasında birçok şeyi geriye dönüşsüz bir şekilde değişmiş, dönüşmüş ve vicdanını esir alan kaya gibi sert kabuk, eğilip bükülmüş ve sonunda parçalanmıştı.
Emine AYDOĞDU