Getting your Trinity Audio player ready...
|
Kaç yaşındaydım, şimdi anımsamıyorum, beş-altı olabilir mi? Bu bir tahmin. Bütün tahminler gibi olası her türlü yanılgıyı da içinde barındırıyor. Okula gitmiyordum. Gitseydim mutlaka anımsardım. Çünkü her başlangıç, hafızaya yerleşen minicik bir noktaymış. Bunu sonradan öğrendim.
Dolunayın olduğu bir geceydi, o gece düşümde kırmızı ayakkabılar gördüm, üstünde yıldızları olan parlak kırmızı ayakkabılar. Aylaklarım içinde öylesine mutluydu ki sanki toprağa değil de boşluğa basıyor, hiç zorlanmadan yürüyor, hatta uçuyordum. Dupduru ve mavimsi gökyüzünde uçma hissini çok derinden tattıran bir düştü.
Yüksek ve karla kaplı bir dağın tepesinden aşağı bakıyordum ama toprağı göremiyordum. Bir ara nefesim kesilir gibi oldu, sanki damarlarımda kan değil de rüzgâr dolaşıyordu. Ilık ılık esen rüzgâr, bütün ağırlığımı almış, dağın bana dönük yamacına bırakmıştı. Artık bir kar tanesi kadar hafiftim. Kollarımı iki yana açıp derin derin nefes aldım, nefesim, yağmur damlaları gibi usul usul kırmızı pabuçlarımın üzerine düşüyordu. Her damlanın ayrı bir sesi vardı. Nefesimle çoğalan damlalar, dağın eteklerinde uçsuz bucaksız bir okyanusa dönüştü. Öyle yeşil, öyle mavi ve öyle parlaktı ki suyun parlaklığından gözlerim kamaşıyordu. Gözkapaklarımı kapattım ve okyanusun üstünde aheste aheste uçmaya başladım. Akçıl bulutlar etrafımı sarmıştı, hangisine dokunacağımı kestiremiyordum. Uzun bir süre okyanusun üzerinde gezindim, ayakkabılarımın içine suyun girdiğini hisseder hissetmez okyanustan çıkmaya çalıştım, işte tam o sırada uyandım.
Göz kapaklarımı açar açmaz yataktan hızlıca indim, uçacağımı sanarak heyecanla konuşmaya başladım. Neyse ki kardeşim uyanmadı. Çıplak ayaklarıma baktım, kırmızı pabuçları göremeyince önce sessiz sessiz sonra katıla katıla böğürerek ağladım. Kardeşim uykulu gözlerle bana bakıyordu. Yandaki apartmanın bahçesinde sarı danayı böğürterek ‘ama bugün bayram’ diyerek kestiklerinde, dananın ağladığı gibi ağladım. Ağlamam bütün gün sürdü. Ne annemin ne babamın aklına rüyamdaki pabuçları almak gelmedi. Bir düş olduğunu düşündüler. Benim umarsızlığıma aldırmadılar. Çocuksu bir heves gibi baktılar. Bir de ‘erkek çocuğu kırmızı pabuç giyer mi…’ diye konuştuklarını duydum?..
Varsıllık ve yoksulluk neydi, pabuçları alacak paramız var mıydı, o zamanlar bunları bilmiyordum? Ama yoksul bir dünyanın içine doğmamıştım. Arkadaşım Mert, gün aşırı patates ve makarna yediğini anlatıyordu. Bir gün makarna, bir gün patates ama her gün mutlaka tarhana çorbası içtiğini de söylüyordu. Soframızda; çorba, et, meyve ve tatlı her zaman olurdu fakat seçme şansım yoktu, hepsini yemem gerekiyordu. Eti sevmiyordum, midem bulana bulana yemek zorunda kalıyordum. Babam sofrada ne varsa yenecek diyordu. Kız kardeşimden değil ama benden sürekli yakınıyorlardı. Önceleri üzülüyordum, sonra aldırmamaya başladım. Et sulu olarak pişirilmemişse, cebimde taşıdığım naylon torbaya çaktırmadan bir kısmını koyup Mert’e onun yemediklerini de birlikte köpeklere veriyorduk. Kız kardeşim göz ucuyla beni izliyor fakat hiç sesini çıkarmıyordu. İyi bir kardeşti, bunu anlamıştım, neden mi, çünkü ispiyoncu değildi?
Annem o akşam dayımın geleceğini söyledi, dayımın en sevdiği yeğeniydim ben. Her geldiğinde bana boyama kitap getirirdi. Göz kapaklarımın arı sokmuş gibi şiştiğini görünce: “Bu kadar üzülüp ağlamana değer mi ufaklık? Yarın ilk işimiz sana ayakkabı almak olsun. Haydi, gülümse de güzel gamzelerini göreyim.” dedi.
Dayım söz vermişti, yarın sabah ilk işimiz, Atatürk Bulvarı’ndaki ön cephesine rengârenk pabuç resimleri yapılmış, üç katlı ayakkabı mağazasına gidecektik, sevinçten uçuyordum, gece boyunca gözüme bir damla uyku girmedi. Sabah erkenden kalktım, en sevdiğim tişörtümü ve pantolonumu giydim, aynanın karşısında saçlarımı güzelce taradım, ilk kez gözlerimin bu kadar güzel baktığına tanık oluyordum, kıpır kıpır yerimde duramıyordum. Kahvaltıyı bile ayakta yapım. Nihayet öğlene doğru mağazaya gittik. Çocuk ayakkabıları üçüncü kattaydı. Asansörü beklemedim, dayımla birlikte merdivenleri koşarak çıktık. Çok fazla ayakkabı vardı. Sağ taraf erkekler, sol taraf kızlar için ayrılmıştı. Benim gözlerim kırmızı rengi arıyordu. Kırmızı renktekiler, kızlar için ayrılan bölümdeydi. Kırmızı ayakkabıların olduğu rafların yanında uzun süre bekledim, hangisini seçeceğimi bilemiyordum. Düşümde gördüğüme benzeyen yok gibiydi ama üst rafta gördüğümün rengi ve parlaklığı rüyamdaki ayakkabılara birazcık da olsa benziyordu fakat yıldızları yoktu… Olsun, onu alabilirdim. Ben bunları düşünürken dayım yanıma geldi ve erkek çocuklarının bölümüne gitmemiz gerektiğini söyledi. Ayakkabıları gösterdim: “Ooo oldukça güzel ufaklık ama onlar kızlar için.” Anlayamıyordum, neden kızlar giyebiliyor da erkekler giyemiyordu? Boğazım kurur gibi oldu. Erkek çocuklar için ayrılan bölümdeki bütün ayakkabılar siyah, kahverengi, gri ve lacivertti. Hiçbirini beğenmedim. En sonunda dayımın gösterdiği ayakkabılara, sonra yüzüne baktım, beğenmediğimi söylemek istedim ama yapamadım. Yüzümdeki mutsuzluğu okuyup, istemediğim pabuçları almayacağını sandım ama yanılmışım. “Hoşuna gitti sanırım, nasıl, beğendin mi ufaklık?” diye sordu. Denedim, ayağımda iyi duruyordu. Kendimi, güzel olduklarına inandırmaya çalışıyordum ama olmuyordu. Gözlerim kırmızı ayakkabılardan başka bir şey görmüyordu. Terlemeye başladım. Ben kırmızıları almak istiyorum, diyecektim ama dayım üzülür diye söyleyemedim. Doğrusu dayımın mutluluğunu bozmak istemedim; bana pabuç aldığı için çok keyifliydi. Pabuçları istiyormuşum gibi görünerek kasaya doğru gittik, dayımın çok beğendiği lacivert pabuçları aldık ama ben, o pabuçları bir kere bile giymedim. Para kazanmaya başlayınca, o kadar çok kırmızı ayakkabı aldım ki hem kendime hem arkadaşlarıma, sayısını söylemeye kalksam, biliyorum inanmazsınız!..
Mutlu oldum mu? Doğrusunu isterseniz…
Bir daha o düşteki kadar mutlu olduğumu hiç anımsamıyorum.