Gazeteci Çocuk

Haberci

Emine Aydoğdu

O acı günden sonra, zaman buldukça, özellikle de çarşamba günleri gelip burada kahvaltı yapıyorum. Bu sokakta bir çocuk öldürüldü. O günü asla unutmak istemiyorum, hafızamda taptaze kalsın, hiç eskimesin, anımsadıkça, benimle birlikte yaşasın, unutmak sözcüğünün yerini, anımsamak sözcüğü alsın.

Oğlan, kırmızı bisikletiyle yılan gibi kıvrıla kıvrıla sokaklarda gazete satardı. Her karşılaşmamızda mutlaka bir gazete alırdım. Gazete bizi tanış kılmıştı.

Uzun süre göremezse: “Abi nerde kaldın, yoksun epeydir?”

“Çetrefilli işler yapıyorum.”

“Hayırdır, abi?”

“Dünyayı kucakladım, onu değiştirmeye çalışıyorum.”

Kömür karası gözleri merakla açılır: “Çok büyük bir işe girişmişsin abi, ben yapamazdım, yemin olsun, kafamın içindekileri değiştirmeye çalışıyorum, bir türlü olmuyor.”

“Çabalıyorsan mutlaka oluyordur, ama sen şimdilik fark etmiyorsundur.” O hüzünlü gülüşlüye el sallar, bisikletiyle kıvrıla kıvrıla yoluna devam ederdi. Kimi zaman gözden kaybolunca değin ardından bakardım.

Bir gün: “Doğada kusursuz hiçbir şey yokmuş, doğru mu abi?”

“Bu soruyu sorduğuna göre, belli ki kafanın içindekileri değiştirmeye başlamışsın.”

“Öyle mi diyorsun, peki gerçekten doğadaki her şey kusurlu mu?”

“Değişip dönüşen her şey kusurludur, güzellik de zaten bu kusurun içinde yatar. Doğadaki hiçbir şey yuvarlak değildir. Güneş de dâhil buna, biz öyle görsek de değildir. Kusursuzluk, insan yapımıdır. Örneğin daire, yani çember kusursuzdur!”

“Neden abi?..”

“Biraz üstünde düşün bakalım, bir dahaki karşılaşmamızda, şu çayevinde birlikte kahvaltı yapıp, bu konu üzerine biraz sohbet edelim, ne dersin?..”

“Vav tamam abi, çok kıyak bir abisin.” Giderken de arkasına dönüp bağırmıştı: “İyimser…” sonrasını duyamamıştım.

Son karşılaşmamızda sözleştiğimiz gibi birlikte kahvaltı yaptık, çok mutluydu.

“Abi, seni çok seviyorum, keşke benim babam olsaydın, çok kıyak anlaşırdık seninle.” Boğazıma bir şeyler düğümlenmişti sanki:

“Öyle mi dersin?”

“Öyle abi. Benim hiç babam olmadı. Yani bilmiyorum, var mı, yok mu?”

Hüzünlü gülüşüyle: “Boş ver abi, senin değiştireceğin şu dünyadan ve çemberden söz edelim…”

“Olur edelim. Sohbete başlamadan önce geçen sefer giderden bir şey söyledin, ama ben söylediğinin tamamını duyamadım?”

“Neydi ki abi, ne söyledim acaba? Şimdi ben de hatırlayamadım. Bana azıcık bir ipucu versen, hatırlarım?”

“İyimserlikle ilgili bir şeydi sanki!..”

“Ha tamam, tamam şimdi oldu. Kahvaltıyı çok seviyorum. Kahvaltının adını iyimser koyunca annemi güldürmüştüm.  Giderken; İyimser bir yemek, şu kahvaltı.” demiştim.

“Neden iyimser?”

“Seni zorlamıyor, bizim yediğimiz diğer yemekler, bir çeşit oluyor, sevmesen de mecburen yiyorsun, ama kahvaltı öyle mi, çeşit çok olunca, istediğini seçip yiyebiliyorsun, ondan iyimser…”

“Çok sevdim bu tümceni, çok kıyak delikanlısın…”

“Yapma abi, artık sen de benim gibi konuşmaya başladın.”

Katıla katıla gülmüştük. Yüzü, gözleri, gazete boyasıyla kirlenmiş elleri, o çocuksu ve hüzünlü gülüşüyle gülerken, o an dünyanın değiştiğini düşünmüştüm. Oysa bu gülüş, onun son gülüşüymüş. Yüreğim sıkışarak, gözlerim yaşararak anladım ki dünyayı, yürek değil, kan değiştiriyormuş.

Onun öldürülmesinden birkaç gün önce bu sokakta bir çatışma olmuştu; sanırım uyuşturucu mafyasının kendi içindeki hesaplaşmasıydı. Çatışmanın olduğu sokaktan geçerken, boynuna astığı çaputtan torbayı kabarık gören polis, dur ihtarı vermiş, çantayı bırak demiş, o da gazeteyi göstermek için torbayı açmaya çalışırken, polis, silah çıkardığını düşünerek ateş etmiş, kurşun, küçücük kalbine isabet edince, torbadaki gazeteler yere savrulmuş, gazeteci çocuk oracıkta…

Kusursuzluğu konuşamadık, bir sonraki kahvaltıya bırakmıştık…

Exit mobile version