SOLMEDYA – Prof. Dr. Aziz Konukman Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı.
– Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve MB Başkanı Fatih Karahan’ın yurt dışında yaptığı görüşmelerden Türkiye’nin beklentisi nedir?
Öncelikle bu görüşmelerden bu ikilinin doğrudan yatırım beklentisi içinde olduklarına dair yanlış bir değerlendirme var. Bu yanlış yorumlamaya bizatihi bu ikilinin’’ Yatırımcılarla görüşüyoruz’’ açıklamasının yol açtığını söyleyebiliriz.
– Amaç yatırımcı bulmak değil mi?
Bugün için böyle bir amaç gerçekçi değil. Bu ikili bilir ki ve bu deneyime sahiptirler ki koşullar oluşmadan doğrudan yabancı sermaye yatırımı gelmez. Çünkü kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’ye verdiği kredi notları “yatırım yapılabilir” seviyenin bir hayli kademe altında. Örneğin Fitch’de bu 4, S&P’de 5 ve Moody’s için 6 kademe. Bir ülkenin kredi notunun yatırım yapılabilir seviyede yer alması daha güvenli bir yatırım ortamı sunduğu anlamına geliyor. Bu nedenle dünyada başta emeklilik fonları olmak üzere çeşitli büyük fonlar, bir ülkenin tahvil veya hisse piyasasına yatırım yapmadan önce 3 büyük kredi derecelendirme kuruluşunun 2’sinde yatırım yapılabilir seviyede not almış olmasını bir gereklilik olarak görüyor. Görülüyor ki bu koşul sağlanabilmiş değil.
“DOĞRUDAN YATIRIM BATI’DAN GELMEZ”
Doğrudan yabancı yatırımlar birleşme ve satın alma (özelleştirme dahil) ile yeşil alan yatırımlarından (sıfırdan yatırım) oluşuyor. Şunu unutmayalım. Bu tür bir doğrudan yatırım Batı’dan gelmez.
– Hukuka olan güven kaybının etkisi nedir?
Hukuk güvenliği önemli. Ama yabancı sermayenin baktığı hukuk; işçi hakları, demokratik açılımlar değil. Kendi güvenliğinin güvencesini sağlayan hukuk. Diyelim ki Alman geldi, sıfırdan yatırımla fabrikasını kurdu ya da birleşme ve satın alma yoluyla bir yatırım yaptı. Yarın FETÖ’cülükle suçlanırsa ne olacak? Fabrikasına veya hisselerine el konacak. Onlar için asıl olan mülkiyet haklarının rahat bir şekilde geçerliliğinin olabileceği, herhangi bir pürüzle karşılaştığı zaman onların lehine çözülebilecek ortam. Önemli olan sermayenin haklarına halel gelmesin. İslamcı işverenlerin pozitif ayrımcılığa tabi olduğu bir modelde o güvence sağlanamaz.
– Peki körfez ülkeleri?
Bu durumda doğrudan yatırımlar ancak hukuk güvenliğini dert edinmeyecek olan tek adam rejimlerinin geçerli olduğu körfez ülkelerinden gelebilir. Hukuk güvenliğinde bir sorun çıktığında tek adamların kişisel girişimleriyle bu tür sorunlar rahatlıkla çözülebilir. Dolayasıyla bu tür yatırımlar tek adam rejimlerinin bulunduğu körfez rejimlerinden gelirse gelir. Nitekim bu yöndeki arayışlar kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Hatırlanacaktır bu ülkelerden Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile 3 Mart 2023 tarihinde 50.7 milyar dolar değerinde özellikle liman işletimi, enerji gibi alanları kapsayan 13 projeli bir yatırım anlaşması imzalanmıştı. Ancak henüz BAE’den sıfırdan bir yatırım gelmiş değil. Ufukta da gözükmüyor. Kaldı ki, gelmeye başlasa bile o boyuttaki bir rakam hemen gelecek demek değil. Yani peyder pey projeler hayata geçtikçe gelecek. Özetle doğrudan yatırımlar konusunda bir beklentileri varsa Batı’dan değil körfezden.
– Türkiye ne bekliyor bu görüşmelerden?
İktidarın doğrudan yatırım konusunda sözünü ettiğim nedenlerden ötürü Batı’dan beklentisi yok. Körfezden ise beklentisi var ama henüz gerçekleşebilmiş değil. Her ne kadar buradaki ülkelere gidip geliyorlarsa da esas arayışları sıcak para diye nitelendirilen kısa vadeli sermaye girişleri.
– Sıcak para nasıl gelecek, “Nas ekonomisi”nden vazgeçilmesinin nedeni sıcak para beklentisi mi?
İdeolojik olarak çok önemli, sistemin olmazsa olmaz bir unsuru olan Nas politikası tasfiye edildi. Üstelik Tayyip Erdoğan onayıyla, sıcak para gelir diye. Nas’tan vazgeçilerek politika faizi yüzde 8.5’ten zaman içerisinde yüzde 50’ye kadar kademeli bir şekilde yükseltildi. Ama beklenen sıcak para girişi sağlanamadı.
Sıcak para girişinde iki parametre çok önemli: TL cinsinden finansal araçların nominal faiz oranı ve TL aşınma oranı. Nominal faiz oranı ne kadar yüksek ve aşınma oranı ne kadar düşükse sıcak paranın getirisi o kadar yüksek olur. Görülüyor ki politika faizinin geldiği düzey yüksek bulunmamış. Çünkü reel faiz eksi düzeyde yani nominal faiz oranı enflasyonun hala gerisinde. Keza kur düzeyi de sıcak para gelişini cezbedecek düzeyde değil ve o düzeyde istikrara kavuşabilmiş değil. Şimdi sıcak paranın gelebilmesi için de klasik yerleşik IMF programı olması lazım.
– IMF’siz IMF’den söz ediliyor…
İster IMF’li diyelim ister IMF’siz, fark etmez. AKP, IMF’siz politikaları yeni uygulamıyor, daha önce de uyguladı. AKP aslında IMF politikalarıyla yola devam etti. 2008’de AKP, IMF’siz, IMF programı uyguladı. Benzerini bugün de yapabilir.
– Nedir IMF’siz IMF?
Emekçi sınıfının kemerlerini sıkmak. Tasarrufları sermayeye veya hükümete değil, emekçiye yaptırmak. Tayyip Erdoğan niye IMF’yi istemez? Çünkü tasarruf genelgelerine gelemez. Çünkü IMF tasarruf genelgelerine sarayı da sokar.
– Peki sıcak para gelmeye başlayacak mı?
IMF’li veya IMF’siz bir istikrar yani kemer sıkma programıyla enflasyonun düşürülmesi öngörülüyor. Bu durumda reel faizler pozitif olacak ve sıcak para girişi başlayacak diye düşünülüyor. Bu girişlerin sürekli olabilmesi için aşınma oranının düşük düzeyde kalması, kurun istikrara kavuşması gerekiyor. Bu koşullar sağlandığında sıcak para getirisi yüksek düzeyde olacak ve sıcak para girişi kesintisiz sürdürülebilecek. Görülüyor ki kritik değişken enflasyon oranı.
– Kuru dengede tutmak mümkün olacak mı?
Enflasyon oranı düşürülemediğinde kur dengesini sağlayabilmek mümkün olamayacaktır. Enflasyon alıp başını gittikçe kur da buna intibak edecektir. Kur artışı ise ithal girdilere bağımlı üretim yapısı nedeniyle enflasyonu daha da tetikleyecektir. Böylesi bir ortamda sıcak paranın gelmesinin bir mantığı yok. İstediğiniz kadar yüksek faiz verin. Enflasyonu hesaba kattığınız zaman getirisi eksi olacak ve sıcak para faiz geliri sağlayan TL cinsinden finansal araçlara hiçbir şekilde yönelmeyecektir.
– “Beklenti”nin önemi nedir?
Şu an bile yerleşikler yani yabancılar ve Türkler dövizde kalıyor, TL’den kaçıyor. İktisat biraz da davranışların analizidir. Durum böyle iken niye sıcak para buraya gelip yerleşiklerin almaktan kaçındığı TL cinsinden finansal araçlara yönelsin? Dolayısıyla politika faizini yüzde 60’a da yükseltsen, 70’e de yükseltsen sıcak para gelmeyecek. Yerleşikler de keza bu araçlara yönelmeyecek. İktidar da seçim sonrası parasal sıkılaştırmanın sonuçlarını görmek istiyor. “Parayı sıkılaştırdık da acaba enflasyonda aşağı doğru bir azalış olacak mı?” diye bekliyorlar.
– Tek haneye düşüş için 2026 işaret ediliyor…
Mümkün değil. Bunlar rasyonel politikalar ısrarının bir parçası. Uyguluyorsun ama sonuç alınamamasının temel nedeni enflasyonu düşürememek. Onun için de enflasyonla ilgili beklentileri değiştirecek açıklamalar yapıyorlar.
– Asgari ücrette ikinci zam olmayacağı da bu kapsamda mı söyleniyor?
Evet aynen dediğiniz gibi. ‘’Piyasa aktörleri bunu kabullensin”, piyasacı dille “piyasalar satın alsın’’ diye iki politikadan söz ettiler: Asgari ücret yılda bir kez belirlenecek ve ücretlerin belirlenmesi geçmişe değil gelecek enflasyona göre olacak. Bir de “yönetilen-yönlendirilen fiyatlar öngörülen enflasyona göre belirlenecek’’ dediler.
– Durum bu ise sıcak para gelmeyeceğinin onlar farkında değil mi?
Farkındalar ama algı yönetimi yapıyorlar. İşçi sınıfını ikna ederlerse, örgütlü yapıları algı yönetimiyle kandırırlarsa asgari ücret ve ücretlerde istedikleri değişimi gerçekleştirecekler, ortada yanlış bir şey yok. Şimşek “İnandırmamız lazım” dedi. Bunlar palavra laflar değil. Beklenen enflasyon çok önemli. Bu politikalarla enflasyon beklentisini kırarak aşağı düşürmeye çalışıyorlar. Böylece başta emekçiler olmak üzere halkı bir cendereye sokmuş olacaklar.
– Halk bu kadar sıkıntıdayken sermayenin durumu nedir?
Yükselen fiyatların nedeni yüksek kar marjı. Yükselen enflasyona karşı savunma aracı. Enflasyonun yüksek olma nedeni sermayenin bizzat kendisi. Sermayenin karları patladı. Hükümet bunu engelleyemiyor, artış hızını kontrol edemiyor, sermayeye bu konuda sözü olamıyor.
– Fiyat ürünün üzerinde basılı olacak deniyor…
Firmaların fiyatlama davranışları değişmediği sürece bu tür tedbirler bir çözüm olamaz. İş dünyası temsilcilerinden biri “Emekçiler bundan sonra öngörülen enflasyona göre zam istesinler. Geçmişi unutsunlar” dedi ama “Ben de resmi olarak devletin açıkladığı öngörülen enflasyona göre fiyatları ayarlayacağım” demedi. Sana sevdanın yolları bana kurşunlar…
“İKTİDAR ÇIKMAZDA”
Sermayeye gelince fiyat belirlenirken geçmiş enflasyon ve kur artışları emekçiye gelince ücret zam tekliflerinde geçmiş enflasyon yerine öngörülen enflasyon dikkate alınacak. Benim uzun süredir başka çalışmalarımda dile getirdiğim ‘’Tüm iktidar sermayeye modeli’’ dediğim model tam da böyle bir şey. İktidarın çıkmazı, sermayenin bu taleplerinin dışına çıkamaması. Yani enflasyonda bedeli sermayenin ödemek istemeyiş. Dolayısıyla biriyle uzlaşılacaksa, biri ikna edilecekse o da sermaye.
– Sermaye uzlaşır mı?
Hükümetin talepte bulunması, sermayenin de fedakarlığa yanaşması lazım.
– Fedakarlık vergi istisna ve muafiyetlerinden yani vergi harcamalarından mı olacak?
Kesinlilke. OVP’de (2024-2026) maliye politikası tedbirleri diye bir bölüm var: “Vergi istisna ve muafiyetlerinden etkin olmayanlar tasfiye edilecek” diyor ama tasfiye edilmenin aksine her yıl artıyor. Önerim şu: “Bir defalık vergi istisna muafiyetinden vazgeçilsin”. Gerekçe de şu olsun: “Siz bu teşviklerle bizim amaçladığımız hedeflere ulaşamamışsınız. Bir yıllığına sizin istisnalarınızdan vazgeçiyorum”. Bu yapılırsa o zaman milyarlarca lira vergi havuzuna gelir.
– Emekliye, emekçiye “yok” denen kaynak böyle yaratılabilir mi?
2024 bütçesinde öngörülen 2,2 trilyon TL’lik muafiyet ve istisnadan sermayenin yararlandığı tutar yaklaşık 1,6 trilyondur. Bununla dehşet bir kaynak yaratırsın. Uzlaşılacak kesim sermayedir. Sermaye ile iki şeyde uzlaşılacak. Bir; yararlandıkları vergi muafiyeti ve istisnalar bir defalık kaldırılacak. İki, ürün zamları öngörülen enflasyona göre yapılacak.
“İKTİDARIN TERCİHİ SERVETİ ARTIRDI”
– Sermaye hükümetten daha mı güçlü?
Sınıfsal tercihlere bakmak lazım. Tercihler yıllardır sözünü ettiğim benimsenmiş model nedeniyle sermaye lehineydi ama hükümet artık tıkandı. Servetler arttı, gelir dağılımı bozuldu. Enflasyon düşmüyor. Sermaye “Faiz sebep, enflasyon sonuç” politikasının getirdiği KKM uygulamasından nemalandı. İktidar, sermayeyi tercih etti. Sermaye doğru politikalardan da yanlış politikalardan da hep kazançlı çıkmıştır.
– Zenginden daha çok vergi alma konusu uzun süredir tartışılıyor. Siz nasıl bakıyorsunuz?
Sermaye servetine servet kattı, banka mevduatları patladı, artık bir fedakarlık etmesi gerekiyor. Hiç değilse banka mevduat birikiminden nominal bir servet vergisi alınsın. Örneğin; 10 milyon TL mevduattan başlayan bir eşik değer olsun ve artan oranlı bir tarife belirlensin. Hemen hatırlatalım, bu tür bir öneri ilk kez meslektaşlarım Hayri Kozanoğlu ve Oğuz Oyan tarafından farklı eşik değerler ve tarifelerle dile getirildi.
“GIDA ENFLASYONU İTİCİ FAKTÖR”
– Sermayenin enflasyonu ile halkın enflasyonunun farkı nasıl?
Sermayenin sepetinde havyar, ıstakoz var. Halkın sepetinde ise bunların esamesi yok. Çağrı yapıyorum; TÜİK, hem sınıfsal temelli hem de gelir grubu dağılımı temelli iki enflasyon serisi daha yayımlasın. Böylece fonksiyonel gelir dağılımını yayımlayan TÜİK bize emekçinin, çiftçinin ve sermayenin gelirine göre enflasyonu açıklayabilir. Çünkü her birinin sepeti farklı olacak. İddia ediyorum, sokaktaki tartışma büyük ölçüde sona erecek. Çünkü her açıklanan enflasyonun bir muhatabı olacak. Yoksulun enflasyonu zenginin enflasyonundan, emekçinin enflasyonu sermayenin enflasyonundan yüksek olacak. Çünkü itici faktör gıda enflasyonu. Enflasyonu esas harekete geçiren faktör gıda enflasyonu.
– Gıda fiyatları dünyada azalırken Türkiye’de neden artıyor?
Küresel gıda fiyatları endeksi, son 3 yılın en düşük seviyesine 117 ile Şubat ayında geldi. Martta ise yüzde 1,1 artarak 118,3’e yükselmiş. “Dünyada bu artışın içinde de ne olabilir” diye merak ettim. Bitkisel yağlar, et ve süt ürünlerinin fiyat artışları etkili olmuş. Gelelim Türkiye’ye. Türkiye’de gıda enflasyonu yükselmesinin de ötesinde genel enflasyonun da üzerinde. İkili bir problem var. Bir; üretim açısından. İki; tüketiciler açısından. Yani dağıtımıyla ilgili problemler.
“TARIMDA DURUM VAHİM”
Asıl sıkıntı tarlada, üretimde başlıyor. Üretimde girdi maliyetleri yüksek ve dışa bağımlılıklar var. Sanayide de ithal girdilere bağımlılık söz konusu. Ama tarımda durum daha da vahim. Asgari ücret düzenlemeleri ve diğer nedenlerle işçilik maliyetleri inanılmaz artıyor. Tarım Kanunu’nun 21. maddesi “Bütçeden ayrılacak kaynak gayrisafi milli hasılanın yüzde 1’inden az olamaz” diyor. Bu maddeye göre 2024’te çiftçiye verilmesi gereken tutar 411 milyar TL. Verilmesi planlanan ise 91 milyar TL. 2021’de tarımsal desteklerin tarımsal katma değeri içindeki payı yüzde 6 imiş, 2022’de 4.1’e düşmüş. 2023’te 4.3 olmuş. 12.Kalkınma planı yol haritasına göre 2028’de yüzde 5 olacak. Öte yandan ürün alım fiyatlarında yapılan artışlar ise sürekli olarak yıllık enflasyonun hep gerisinde kalmış. Tüm bu gelişmeler üreticiyi üretimden kaçırıyor ve üretimin sürdürülebilirliğinin sağlanmasını ciddi bir şekilde sekteye uğratıyor ve tarım resmen bitiriliyor.
‘MUHALEFET KÖYLÜ VE ÇİFTÇİYLE MİTİNGLER YAPMALI’
Muhalefet tarımda gelinen bu olumsuz tabloyu afişlere taşıyarak köylü ve çiftçi örgütlerini yanına alıp büyük mitingler yapmalı.
Üretici para kazanmazsa niye tarım yapsın? Sonuçta üretimde plansızlık var. Eskiden iyi kötü bir planlama teşkilatı vardı, tarımda bir planlama vardı. Bu bağ koptu. Bu yetmiyormuş gibi terbiyevi yani terbiye edici ithalat diye bir şey var.
– Terbiyevi ithalat nedir?
Eğer içeride fiyatlar yükseliyorsa gümrükleri azaltırsınız, kotaları düşürürsünüz. Böylece bu yollarla artan ithalatla yurtiçi fiyat artışlarını aşağıya çekmiş olursunuz. İlgili yazında buna ‘’terbiyevi ithalat’’ deniliyor. Bir satırlık Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla “Filan ürünlerde gümrük vergisi sıfırlanmıştır” ya da “Şunlar istisna edilmiştir” denilerek milyonlarca üretici ithalat zorlamasıyla terbiye ediliyor. Gün geliyor bu yerli üreticiler bu rekabete dayanamayıp üretimden çekilmiş oluyorlar.
– Peki aracıların durumu?
Buraya kadar anlattığımız sıkıntılar tarla ve üretim kaynaklı sıkıntılardı. Ayrıca tarladan sofraya kadar olan süreç de iyi yönetilememekte. Üretilen ürünlerin tüketiciye arzında ciddi bir sıkıntı ve organizasyon eksikliği var. Bu eksikliğin yarattığı boşluğu aracılar dolduruyor. Dağıtım süreçlerindeki aracı konumundaki tekelci yapılar, orada fiyat artışlarının daha da yükselmesine neden oluyor. Tüketiciye gelene kadar herkes üstüne bir ekliyor ve fiyatlar alıp başını gidiyor. Bu nedenle tüketicideki fiyatlar üreticidekinden göreli olarak çok daha yüksek düzeyde oluyor. Bu makas kapanmadığı için de gıda enflasyonu kronik bir hale geliyor. Devlet de sonuçlarla ilgileniyor. Çabası market raflarına yönelik çalışmalarla sınırlı kalıyor. Etiketleri polisiye tedbirlerle denetlemekten öteye geçemiyor.
– Bu tür polisiye tedbirlerle böyle bir zincir kırılabilir mi?
Tabii ki kırılamaz. İzlenen bu çözüm yolu tam bir komedi. Uluslararası sermaye ile bütünleşik, çok güçlü çevrelerle uğraşmıyorlar. Şimdi yine aynı çözüm yolunun peşinde, “Etiketleri ayarlayacağız” denilerek sürekli etikete odaklı bir çalışma yapılıyor. Oysa üretimin planlanması ve dağıtım zincirlerindeki organizasyonunun yapılması gerekiyor. Bunun için öncelikli olarak aracı konumundaki mevcut tekelci yapıların gücü kırılmalıdır. Gerekli bu adımlar atılmazsa gıda enflasyonu tartışmasız bir şekilde dünyanın aksi yönünde devam edecektir.
“İKTİDARIN SORUMLULUĞU GİZLENİYOR”
– Pahalılıkta kafe ve restoranların sorumluluğu var mı?
Bu inanılmaz bir şey. Bürokrasinin nereye geldiğinin bundan daha güzel göstergesi olamaz. Son uygulama tebliği ile yaratılan haksızlığın üstü lokanta ve kahvehane boykotuyla örtülmeye çalışılıyor. Ayrıca KDV artışları ve yaratılan enflasyon nedeniyle artan maliyetler sonucu bu iş yerlerinde yaşanan fiyat artışlarından bu işletmelerin sahipleri suçlanıyor, böylece iktidarın bu artışlardaki sorumluluğu gizleniyor ve iktidarın politikasına meşruiyet kazandırıyor. Yandaş medyanın boykot çağrılarını böyle yorumlamak gerekir.
– Göçmenlerin Türk ekonomisine etkisi nedir?
Türkiye’de kayıtdışı ekonomi, buna bağlı olarak da kayıtdışı istihdam var. Göçmenler ise ucuz işgücü deposu oluyor ve kayıtdışı sektörlerde asgari ücretin dahi altında çalışıyorlar. Bu durum hem haksız rekabete yol açıyor hem de emekçi sınıflar arasında ırkçılığı hortlatıyor. İşe ihtiyacı olan kesim bu istihdamdan yararlanamıyor. Çünkü göçmenler, Türklerin kabul edemeyeceği bir ücret düzeyinde çalışıyorlar. Bu sorunun çözülmek istenmesinin perde arkasında, bu insanları istihdam eden sermaye çevreleri var. AKP bu çevreleri hoşnut tutmak için göçmenlerin geri gönderilmesi meselesini rafa kaldırdı, hatta tam tersine onları sahiplendi.
“İKTİDAR GÖÇMEN SORUNUNU ÇÖZMEYİ GÖZE ALAMIYOR”
Öte yandan yurtdışından göçmenlerin kendi ülkelerine gelmemesi, Türkiye’de tutulması için Türkiye’ye finansal destek sağlanıyor. Yani baktığınızda ikili bir yapı söz konusu. İktidar bir yandan yurtdışından gelen yardımdan yararlanıyor diğer yandan da kayıtdışı ekonomi ile bazı sanayi sektörlerinin varlığını sürdürmesini sağlıyor. Türkiye bu iki özendirici olay nedeniyle bu sorunu çözmeyi göze alamıyor ve mevcut yapıyı destekliyor. Bu durum sürdüğü sürece göçmenlerin girişi devam edecektir.
“ÖDENEK ÜSTÜ HARCAYAN TASARRUF YAPAMAZ”
– Hükümetin kamuda tasarruf tedbirleri adımıyla ilgili düşünceniz nedir, tedbirler ne kadar uygulanabilir?
Kamuda tasarruf tedbirlerine başvurulması bütçe kapsamındaki idarelerin kendilerine bütçe kanunuyla verilen başlangıç ödeneklerinin altında harcama yapması anlamına geliyor. Oysa üç aylık bütçe uygulama sonuçları, Cumhurbaşkanı kararlarıyla Meclis tarafından verilen başlangıç ödeneklerine “ödenek yetersizliğini gidermek” gerekçesiyle ödenek eklendiğini gösteriyor. İçerisinde bakanlıkların da yer aldığı genel bütçeli idarelerin başlangıç ödeneği 44.6, özel bütçeli idarelerin başlangıç ödeneği 26, düzenleyici ve denetleyici kurumların başlangıç ödeneği ise 0,3 milyar artırılmış. Ek bütçe yasasıyla yapılması gereken bu ödenek eklemelerinin bütçe hakkına aykırı bir şekilde yapılmış olması ödenek üstü harcama yapılacağını göstermektedir. Dolayısıyla ödenek üstü harcama olanağına kavuşan idarelerde alınacağı söylenen tasarruf tedbirlerinin uygulanabilme olanağı bulunmuyor.
PROF. DR. AZİZ KONUKMAN KİMDİR?
1955’te Sinop’ta doğdu. İlk, orta ve liseyi Sinop’ta okudu. ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde lisansını tamamladı. ODTÜ İktisat ve AÜ Siyasal Bilgiler fakültelerinden yüksek lisanslarını aldı. Doktorasını Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde İktisat bölümünde bitirdi. 2002’de doçent, 2007’de profesör oldu. Devlet Yatırım Bankası’nda Araştırma Uzmanı, Türkiye İhracat Kredi Bankası’nda Araştırma Müdürü ve Tetkik Kurumu Müdürü, İller Bankası’nda Yönetim Kurulu Üyeliği, Türk -İş Genel Merkezi Araştırma Müdürü olarak görev yaptı. Hacı Bayram Veli Üniversitesi’nden 2022’de emekliye ayrıldı.
CUMHURİYET