Getting your Trinity Audio player ready... |
Türkiye’de toplumsal değişimlere, olası devrimlere öncülük edebilecek bir işçi sınıfı var mıdır, yok mudur diye tartışıyordu aydınlarımız… Sınıf üzerinden siyaset yaptığını, sınıf savaşımının ideolojisini yazdığını savlayan birilerine göre, bizde böyle bir sınıfın varlığı tartışmalıydı… “İşçi sınıfı, gerçek bir işçi sınıfı olarak, ancak burjuvazi iyice tarih sahnesine yerleşince görünecek: şimdilik köyle ilişkisini koruyan, yani köydeki kadar gerici, dağınık ve bilinçsiz bir gecekondu kalabalığı…” (Attila İlhan, Sokaktaki Adam, s 18)
Attila İlhan’ın1970 yılında yayınlanmış “Hangi Sol”unda “zaten pısırık işçi sınıfı” dediği o sınıf, aynı yıl içinde, 15-16 Haziran’da İstanbul’da öylesine büyük bir isyan başlatmıştır ki, zamanın iktidarı köprüleri kaldırarak, askeri birlikleri sokaklara ve fabrikalara sürerek işçileri durdurabilmişti.
15-16 Haziran olaylarını Ardahan Ölçek Köyü’nde, pilli bir radyodan dinlediğimi anımsıyorum. Aynı yılın 16-20 Mart tarihleri arasında Kızılay’da “ABD Emperyalizmine Karşı İşçi Köylü Gençlik Asker El Ele” yazılı bir afişi asarken yakalanmış, Tıbbiye ikinci sınıf öğrencisi olarak Toplum Polisi Merkezi’nde epeyce bir sıra dayağı ve falakadan geçirildikten sonra dört gün tutuklu kalmış, yaşım henüz on yedi olduğundan sübyan koğuşuna atılmaya çalışılmış ve kimseye tek bir kötü söz bile söylemediğim halde “Memura Mukavemet”ten ceza alarak bu cezanın ömür boyu silinmeyecek bir biçimde sicilime geçmesine de neden olmuştum.
15-16 Haziran olaylarını on sekizine yeni girmiş, kafasında sınıflar meselesini tam yerine oturtamamış ve düşünceleri nedeniyle epeyce sıkıntı çekmiş bir devrimci genç olarak büyük bir heyecan duyarak dinlemiştim. Sanırım aynı yılın sonbaharıydı; İstanbul’a gittim. Babamın küçük bacısı Adalet bibim Silahtarağa’da oturuyordu. Eşi Cemal Sarıçam (köyde patronum oldu; yaptığı evin üstünü örtecek sal taş çıkarıp taşıyorduk; Sultan bibimin oğlu İlimdar ile bana 1 Lira yevmiye de verirdi) Tekel işçisiydi. Komşuları işçiydi, akrabalarımız hep işçiydi. Bir işçi kahvesine gitmiştik. 15-16 Haziran olaylarının anısı henüz çok canlıydı. Benim o olayları merak ettiğimi anlayan kahvehane sanki sıraya geçti. Gözleri ışıldayarak, hepsi de büyük bir heyecan duyarak anlattılar o günlerde yaşadıklarını… Fabrikaları işgal etmişler, Toplum Polisi ile çatışmışlar, sokaklara çıkmışlar, polis barikatlarını ve önlerine geçen tüm engelleri aşarak Haliç köprüsüne doğru büyük kollar halinde yürümüşlerdi… Onları durdurabilmek için köprünün ayakları kaldırılmış ve askeri birlikler sürülmüştü meydanlara. Türkiye işçi sınıfı askeriyle kavga edecek bir sınıf değildi… İki taraf da üretici köylü kökenliydi zaten… Aynı damarın çocuklarıydı… El ele kol kola durmuşlar, işçiyle asker çatışmaya girmemişlerdi.
O günlerde, Haliç köprüsünün ayağındaki Tekel binasının (dayım, Tekel Müfettişi Turgut Akıncı’nın de iş yeriydi) oradan Silahtarağa’ya doğru giderken bindiğim minibüs muavininin sıraladığı duraklar (Cibali, Rami, Silahtarağa, Alibeyköy, Eyüp…) benim için devrimci bir sınıfın nabzının attığı yerler, Orhan Kemal’in romanlarında okuduğum “rüzgâr etekli” işçi kızlarının yaşadığı, Haliç’e doğru “ha düştü ha düşecek” gibi duran gecekondu evlerinin doldurduğu, yaşamı üreten ve zamana damgasını vuran cennet mekânlardı…
Elli yıla yakın bir zamandan, sonra pandemi öncesi de gittim o mekânlara… Her şey sil baştan yazılır gibi değişmiş, yeni ve iç acıtan bir görüntü çıkmıştı karşımıza… Emperyalist-kapitalist sistemin hinoğlu hin kültür politikaları ile, binlerce kilometre öteden yazılmış bir karanlık yazgı insanımızın sırtına binmiş, boğaz tokluğuna çalışacak iş bulamayan, cemaat ve tarikat ağlarında yiyecek ekmeği değil, gideceği cenneti düşünen, takkeli, sarıklı, cüppeli, türban ve çarşafla örtünmüş başka bir kitle çıkmıştı ortaya. Kimse ne soygundan söz ediyordu, ne sömürüden, ne hak aramaktan, ne insanca yaşayabilmek için mücadele etmekten. Hem günlük yaşamda, hem siyaset alanında cemaat ve tarikat önderleriydi toplumu yöneten, onların işaret ettikleri siyasi partilerdi…
Kimi bölgelerde Süleymancılar, kimi bölgelerde Nakşiler, kimi bölgelerde başkaları önde görünüyordu. Siyaset günleri gelip çattığında da, belli bir siyasi parti hepsini birden eteklerine toplayıp saltanat ve şatafat arabasının arkasına takıveriyordu…
Hey gibi koca işçi sınıfı… Nereden nereye geldik. Bu geliş-gidişte ülkesinin gerçeklerini görmeyi başaramamış ve belli bir aşamadan sonra (benim cerrahi asistanlığım yıllarında birer üniversite öğrencisi iken, işçi sınıfını örgütleyebilmek için fabrikalara işçi olarak yazılmış, iş kazalarında parmaklarını kaybetmiş, sınıfa öncülük edecek örnek sendikalar kurmayı başarmış gerçek devrimci aydınlara da bin selam olsun), eşeysiz çoğalan amipler gibi partiler ve gruplar çoğaltarak önce safları bölüp parçalamış, sonra da yaşanan tüm siyasi olumsuzluklardan halkı suçlayarak çıkma yolunu seçmiş aydınlarımızın da büyük sorumluluğu oldu…
Yarım asrı da geçmiş bir hikâye bu anlattığımız. Alınacak çok ders var…
Biz yine de doğan günle birlikte üretenleri selamlayalım. Hayat onların yüzü suyu hürmetine devam ediyor.
İşçi sınıfına ve üretenlere selam olsun!