Getting your Trinity Audio player ready...
|
Prof. Dr. Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)
“Sodom ve Gomore” Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir romanının adıdır.
Sodom ve Gomore gerçekte, Yahudilerin kutsal kitaplarından Tekvin’de, “insanları, her türlü fuhuşun yaygın olduğu sefih bir yaşam sürdükleri için, tanrı tarafından gökten yağdırılan ateşle yok edildiği” anlatılan İsrail’deki iki kentin adıdır…
Yakup Kadri kokuşmuşluk içindeki Mütareke İstanbul’unda, işbirlikçi Osmanlı burjuvazisinin ve Tanzimat aydınlarının işgalci askerlerle sürdürdükleri yaşamlarını, Sodom ve Gomore’deki yaşama benzettiği için romanına bu adı vermiştir. Türkleri “Etrak-ı bi idrak” (aptal Türk) diyerek aşağılayan, Fatih’ten beri Osmanlı’yı yönetmiş olan devşirmeler gibi, bunlar da Türk’ü küçümsüyor ve ondan nefret ediyorlardı. Zaten çoğunluğu soysuz devşirme kalıntısıydı. Hindistan bağımsızlık mücadelesinin önderi Mahatma Gandi, “Mustafa Kemal İngiltere’yi yenene kadar ben Tanrı’nın İngiliz olduğuna inanıyordum” demişti. Bunlar ise daha da ileri gidiyor, İngiltere’yi “bir tanrı gibi görüyor ve ‘ona karşı gelinemeyeceğine’ inanıyorlardı. Kendilerini “İngiliz muhibbi (hayranı)” olarak tanımlayan bunlar, işlerini yürütmek ve kendi camialarında saygınlık kazanmak için işgalci askerlere haremlerini bile açacak kadar yozlaşmışlardı. Camiadaki kadınlar bir İngiliz subayı ile yatmayı veya birlikte görünmeyi çok önemsiyor, aynı şekilde İngiliz subaylarıyla homoseksüel ilişkiye giren erkekler de benzer duruşlar sergileyecek kadar alçaklaşabiliyorlardı.
Yazar Türk halkını ise “… babaları savaşa gitmiş yavrularının beşiğini sallayan temiz ve sabırlı kadınlar, vücutlarını Allah tarafından kendilerine teslim edilmiş bir kutsal emanet gibi saklayan genç kızlar, bunların üstüne şefkatle titreyen nur yüzlü nineler ve Anadolu’ya dair son iyi haberleri bildiren gazeteyi bir muska gibi devşirip cebine yerleştirdikten sonra sanki kendisini bütün dünyanın hazinelerine sahip bir adam kadar mutlu hisseden yoksul vatandaşlar” diye betimlemektedir…
Zafer’den sonra Türk askerinin İstanbul’a girmesini bu halk, insan seli oluşturup sokaklara dökülerek büyük coşku ile kutlarken, gördükleri manzaradan ürken hainler düşman askerleri gibi korkarak evlerine kapanmışlardı. Halkımızın kucaklamak için can attığı Mehmetçikleri onlar, “yabani hayvan avından dönen üstü başı toz toprak içinde kaba saba adamlar” olarak niteliyorlardı. “Batılı devletlerin bizim kılıçlarımız önünde siyasi bozguna uğramış olmasını” bunların aklı almıyor ve hem kendilerini hem de çevrelerini avutmak için, “bu çok sürmez. Göreceksiniz! İngiltere yakında gereğini yapacaktır” diyorlardı…
***
Cağaloğlu’nda bulunan bugünkü İstanbul Valiliği binası, Osmanlı Sadrazamlık makamı olduğu için bu semte Babı Âli denir. O zaman gazete binaları da bu semtte olduğundan, basına da Babı Âli Basını denirdi. Gazetelerin sahipleri ve çoğu yazarı hain olduğu için Babı Âli Basını demek “ihanet odağı” demekle eş anlamlıydı.
Batılı emperyalistler, Osmanlı’dan büyük bir borç yükü (günümüz parasıyla 500 milyar dolar) ve harabe halinde bir ülke devralmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun ömürlü olmayacağına inanıyorlardı. Bu nedenle elçiliklerini Ankara’ya taşımadılar. Bunlardan cesaret alan, başta Babı Âli Basını olmak üzere hainler, Kurtuluştan sonra da ihanetlerine devam ediyorlardı. Bu arada emperyalistlerin Genç Cumhuriyeti yıkmak üzere çıkardıkları isyanları destekliyor, hatta teşvik ediyorlardı. Şeyh Sait İsyanının bastırılması amacıyla çıkarılan “Takriri Sükun” yasası ile bunların da sesleri kesildi ve yer altına girdiler.
Fakat Atatürk’ten sonra gelenler, ülkemizi emperyalistlere teslim edince mezarlarından çıktılar ve efendilerinin buyrukları doğrultusunda, kaldıkları yerden ihanetlerine devam etmeye başladılar.
Şimdi İngiltere’nin yerini Amerika aldı. Ancak başta İngiltere olmak üzere tüm Avrupa ülkeleri hainleri destekliyor, hatta kendi ülkelerinde yaşamakta olan yurttaşlarımızı hain yapmak için var güçleriyle çalışıyorlar.
Bu nedenle günümüzde AB-D muhibbi Tanzimat aydınlarının sayısı Mütareke dönemindekilerden çok çok daha fazla ve AB-D ülkeleri tarafından fonlanıp desteklendikleri için çok etkinler (bu konuda 2000’li yılların başında AB Türkiye Temsilciliği yapmış olan Karen Fog’un deşifre olmuş e-postaları, fonlanmaya örnektir). Başta medya olmak üzere yayın ve sanat dünyasına egemenler. Sevgili Yılmaz Özdil bunlara “Babı Âli Basını” yerine, “Şerefsiz Medyamız” demektedir. Görsel ve sosyal medyayı da kapsadığı için bu tanım daha uygun düşmekte. Günümüzde bunların desteklemediği bir sanat yapıtı piyasa bulamamakta, sanatçı ve yazar ödül alamamakta vs. Bu nedenle ünlü olmak isteyenler bunlara yanaşıyor…
İkinci Cumhuriyetçi olarak bilinen ve halkımızın “entel- dantel” ya da “liboş” dediği bunlar da aynen Mütareke dönemi işbirlikçileri gibi Türk’ü sevmiyor, hatta nefret ediyorlar. Onlardan fazla olarak Atatürk’ü ve Türkiye Cumhuriyeti’ni de hiç sevmiyor ve yıkmak/ parçalamak istiyorlar. Bu nedenle “Türk” demiyorlar, “Türkiyeli” diyorlar. “İngiliz yazını” (edebiyatı), “Amerikan yazını” ya da “Rus yazını” diyor, ama “Türk yazını” demiyor; “Türkçe yazın” diyorlar! AKP’nin, kendisini iktidara getiren AB-D ile kol kola olduğu yıllarda, bunlar da AKP ile kol kola idiler. Türk Ordusu’nu çökertmek üzere düzenlenmiş Ergenekon vb. kumpas davalarında “sonuna kadar gidilmesini” isteyen bildiriler yayımladılar. “Yargıdaki Kemalist vesayeti sonlandıracak” denilen 2010 Referandumunu, “yetmez ama evet” diyerek desteklediler. Türkiye’yi bölecek Çözüm Süreci’nde akil adam oldular vs. vs… AKP, Fetö ile yani AB-D ile papaz olunca, bunlar da AKP karşıtı oldular…
***
Sodom ve Gomore’nin kahramanlarından Leyla, Ulusal Kurtuluş’u sokaklarda coşkuyla kutlayan Türk halkını yabanıl/ ilkel/ korkunç yaratıklar olarak görüyor; işgalci askerler arasında kucaktan kucağa dolaştığı ve sabahlara kadar süren eğlenceleri özlemle anıyordu. Bazen rüyasında, kendisini bu halkın arasında görüyor ve çığlık çığlığa uyanarak evdekileri ayağa kaldırıyordu. “Artık söz ayağa düştü” diyerek işgalcilerin borusunun ötmemesinden rahatsızlığını dile getiren babası Sami Bey, kızının bu durumuna çok üzülüyor, çare olarak “genç ve yakışıklı bir Türk zabitini evine davet edip kızıyla tanıştırmayı” aklından geçiriyordu.
Günümüzün muhipleri liboşlar da halkımızı aynı şekilde aşağılıyorlar. Örneğin, bunlar arasında bulunan bir şarkıcı yazar, bir yazısında RTE’yi “neden değil sonuç” olarak görüyor. Neden olarak, “vahşi bir yaratık” olarak nitelediği Türk halkını gösteriyor. Bu yazı sosyal medyada yıllardır dolaşmakta olup önüne gelen tarafından paylaşılmaktadır. Oysa RTE’yi iktidara getirenlerin başında bu adam bulunmaktadır. Çünkü bu adam, 1994 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için yarışan soldaki üç adaydan biriydi. Bunlar, toplam yüzde 34 oy almalarına karşın, oyları böldükleri için yüzde 24 oy alan RTE, IBB başkanı seçildi ve böylece Cumhurbaşkanlığı yolu açılmış oldu. Bu muhterem, eğer aydın sorumluluğuna sahip bilinçli bir yurttaş olsaydı, o zaman adaylıktan çekilir ve oyların bölünmesini engellerdi (nitekim 1999 yerel seçimlerinde İzmir’de CHP adayı Yüksel Çakmur, DSP adayı Ahmet Priştina lehine çekildi ve Priştina’nın başkan olmasını sağladı). Bu muhterem daha sonra, 2002’de Deniz Baykal tarafından milletvekili yapıldı. 4 yıllık yasama süresi boyunca, yemin töreni dışında kürsüye çıkıp iki laf etmediği gibi, bir yasa tasarısı, soru önergesi vs. de vermedi. Zaten Meclis’e de uğradığı yoktu. İstanbul’da, işlerinin başında bulunmayı yeğliyordu. 2007’de yeniden milletvekili yapılmayınca bu kez Deniz Baykal düşmanı oldu…
***
Son seçimi gene AKP’nin kazanmasına üzülen Atatürkçülerin, seçimi kaybetmelerinin nedeni olarak gördükleri Türk halkını, AB-D muhipleri gibi akla ziyan ağır hakaretlerle aşağıladıklarını görünce, gençlik yıllarımda okuduğum Sodom ve Gomore aklıma geldi ve kitaplığımda bulduğum romanı karıştırarak bunları yazdım…
Dostlar, muhipler ya da mandacılar gibi düşünmek Atatürkçülere yakışmaz. Eğer gerçek Atatürkçü iseniz size, işbirlikçi Tanzimat aydınları gibi Türk halkına hakaret etmek değil, Yakup Kadri’nin diğer bir romanı, “Yaban”ın kahramanı yurtsever aydın Ahmet Celal gibi özeleştiri yapmak, “biz nerede hata yaptık” diye düşünmek yakışır.
Yaban’ı ve Ahmet Celal’i de bir sonraki yazımda anlatayım. Ama unutmayın ki Halife Sultan’ın ferman buyurmasına, şeyhülislam efendilerin fetvalarına ve Ali Kemal gibi hainlerin tüm kışkırtmalarına karşın Atatürk bu halkla birlikte 7 düvele karşı savaştı ve zafer kazandı.