Selam Olsun Anadolu Rönesansı’na

Getting your Trinity Audio player ready...

 

Ha “Aydınlanma”, ha “Rönesans”, ne farkı var denecek…

Kavramlar arasındaki fark çok mu önemli denecek…

Çok ama çok önemli… Kavramlar, kendi anlam karşılıklarıyla, birer kavram olarak yaşam bulurlar. Bilim ve felsefede tümevarım ve tümdengelim ana yollarını açan soyutlamalar, kavramların doğru adlandırılması ve doğru anlamlandırılması ile etkin olabilirler…

Türkiye Cumhuriyet’i kuruluşunu ve sonrasındaki yirmi beş otuz yılı tümüyle bir Aydınlanma çabası ve bir kültür Devrimi olarak anmak ve anlatmaya çalışmak çok aykırı değildir… Ama Köy Enstitüleri, “Aydınlanma”dan çok bir “Rönesans” atılımıdır… Bu iki kavram arasındaki en büyük fark, Rönesans’ta yeniden bulunan ve gün ışığına çıkarılıp çoğalma olanağı verilen ve bir özgürleşme eylemine dönüşen “Halk Kültürü”nün varlığıdır; üretici köylülüğün varlığıdır.

Rönesans, sözcük olarak yeniden bulma, yeniden bulgulanma anlamına gelir… Anadolu Rönesansı’nda yeniden bulunup bulgulanan, Anadolu halklarının yüzlerce yıl, binlerce yıl, yozlaşmış derebeyliklere karşı direnmiş, Orta Çağ’ın tekil dillerine kendi çapında karşı koymuş olan “Halk Kültürü”dür…

Cumhuriyet döneminin Aydınlanma çabası içinde Köy Enstitüleri dışında, adında bir “Halk” sözcüğü de bulunan Halkevleri de vardır. 19 Şubat 1932 yılında kuruluş yasası çıkarılmış Halkevleri’nin sayısı 1950 yılında 478’e, Halkodaları’nın sayısı ise tam 4322’ye ulaşmıştır. Sayıları yalnızca 21 olan Köy Enstitüleri, bu yüzlerce Halkevi ve binlerce Halkodasına karşın çok daha derin izler bırakmış, etkileri bugünlere kadar varan derin bir toplumsal değişim ve yenileşmeye kapı açmış, UNESCO tarafından tüm dünyaya örnek bir eğitim modeli olarak gösterilmiştir.

Birer Aydınlanma insanı olan Namık Kemal’in, Şemsettin Sami’nin Batılı düşünürler tarafından çok büyük birer kaynak olarak bulunmuş, geleneksel “Halk Kültürümüz”ün  önemli öğelerinden olan Karagöz ve Ortaoyunu için “Rezaletler Mektebi” gibi adlar koymuş oldukları ve aşağı gördükleri asla unutulmamalıdır.

Yirmi üç yıldır, hekimlik mesleğime bir noktalı virgül koyup yaşamımı kültür ve edebiyat dünyasına adadığım anlardan ve Rönesans üzerine önemli çalışmaları bulunan kimi kültür bilimcilerle tanışma olanağı bulduğum günlerden itibaren, Köy Enstitüleri’nden söz edilen her yerde “Anadolu Rönesansı!” diye haykırdım.

Türkiye, emperyalizmin CİA ve diğer entelijans örgütleri tarafından, işbirlikçi politikacılar ve din bezirgânları eliyle, kumpas davalarıyla, cemaat ve tarikat oyunlarıyla Orta Çağ ve Orta Doğu bataklığına sürüklenmeye çalışılırken büyük bir telaşla kaleme aldığım, iki buçuk yılımı almış, kaynakçasında 500’e yakın kitap olan çalışmama “Anadolu Rönesansı Esas Duruşta” adını koymuştum…

“Esas Duruştaki” o Anadolu Rönesansı’nda, Çanakkale’de, Conkbayır ve Sarıbayır’da gösterdiği kahramanca direnişle yarbaylıktan albaylığa yükselmiş Mustafa Kemal ile Kerevizdere’de Binbaşı rütbesini takmış Saffet Arıkan, 1936 yılının eğitmen kurslarında kırsal alandaki eğitim, kültür ve tarım kalkınmasının temeli olarak görevlendirilecek, askerliğini çavuş ve onbaşı olarak tamamlayan Anadolu köylüsüyle omuz omuza çarpışmalara katılmışlardı…

Milli eğitim ve kültürde içinden bir türlü çıkılamamış sorunların çözümü için Mustafa Kemal’in Milli Eğitim Bakanlığı’na getirdiği silah arkadaşı Saffet Arıkan’ın tüm karşı çıkışlara karşın İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne atadığı İsmail Hakkı Tonguç’un devrimci dehasıyla işleyecek olan, 1936 yılında Eğitmen Kursları ile başlamış, 1940 yılında Köy Enstitüleri yasası ile taçlanmış Anadolu Rönesansı’nın okulları, yalnızca altı yıl kendi kuruluş yasaları ve felsefesi temeli içinde çalışma olanağı bulmuş olsa da Türkiye’de devrim niteliğinde değişimlere yol açmıştır…  “Anadolu Rönesansı”nda, Köy Enstitüleri’nin hafta sonu şenliklerine katılan üretici Anadolu köylüsü vardır; Usta Öğretici olarak görevlendirilmiş Âşık Veysel vardır, Ali İzzet vardır, Daimi vardır…

Halkevleri’nden söz edip Ankara Halkevi’nde bir süre kütüphane sorumlusu olarak çalışmış toplumbilimci Niyazi Berkes’in anılarına kısaca bir bakmamak olmaz. “Halkevi binasını gezdiğimi bilmediği için Ziya Gevher Bey de beni gezdirip her şeyi gösterdi. Bu çok nazik kişinin, çok süslü merdivenleri çıkarken gördüğüm bir davranışı beni çok şaşırtmıştı. Kılık kıyafetinden ‘halktan’ olduğu belli olan biri geçiyordu. Bunu gören Ziya Gevher adeta bir histeri geçirdi. Bağırıp çağırıyor, adamı kovuyor, hademeler koşuşuyordu. Adamı yaka paça dışarı attılar. Zavallı, meğer tiyatro bileti almaya gelmiş. Ankara’nın tek piyes oynanan yerinin orası olduğunu sahneyi gezdirildiğim zaman öğrenmiştim. Başkan, hademelere sıkı tembihler etti, böyle ne olduğu bilinmeyen kişiler içeri sokulmayacaktı.” (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, s 72)

“Anadolu Rönesansı”, benim bitmeyen tutkum, sevdamdır… Geçmişimizin bu hâlâ parlayan sabahyıldızından yeterli ders alamazsak, yaşanası yarınları kurabilmemiz de mümkün olamayacaktır.

15 Nisan Cumartesi günü Zonguldak’ta, 18 Nisan Salı günü Karaburun’da Anadolu Rönesansı’nı anlatacağım… Yakınlardaki tüm dostları bekliyorum.

Selam olsun Anadolu Rönesansı’na…

Gününüz aydın olsun…

Exit mobile version