Getting your Trinity Audio player ready... |
ULUSUMUZ son 20 yıldır ülke yönetimine egemen olan diktatoryal sistemin yarattığı kirli siyaset, cehalet, İslamiyet adıyla hiçbir semavi ve paganist dine benzemeyen irticai salgın, kaçak saray sefahati, gözleri doymak bilmez saray oligarklarının yağma ve talanlarına boyun eğmiş olarak yaşıyor.
Bilimden, felsefeden, sanattan, kültürden koparılmış olarak ve yaygınlaşan cehalet yüzünden doğru diye bilinen yanlışlarla modern çağın değerlerine yabancılaştık.
Oysa eşsiz önderimiz Atatürk “İlim ve fen ve ihtisas nerede varsa, sanat nerede varsa gidip öğrenmeye mecburuz. Çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek ise boşuna yorulmak terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak zorunludur” diyordu.
Ne var ki devrimlerinin içeriğinde bilgisizliğin ortadan kalkması hedefi olan ve “Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” diyen Atatürk Türkiyesi’inden “İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasa neden reddedilmesi gerekiyor?” diyen sahte diplomalı bir cahilin Türkiye’sine geriledik.
“80 yıllık pisliği temizledik” diyerek eşsiz önderimiz Atatürk’ün gösterdiği “çağdaş uygarlığın üstüne de çıkmak” hedefinin önüne barikatlar kuran ilkel kafa yüzünden felsefe, sanat alanında ve Sosyo/kültürel yaşamın her alanında durumumuz aynı.
Çağdaş insanlık değerlerinden koparıldık.
Yine Atatürk “Ülkemiz içinde uygar düşüncelerin çağdaş ilerlemelerin bir an yitirmeksizin yayılması ve gelişmesi gerektir. Bunun için bütün bilim ve fen adamlarının bu konuda çalışmayı bir namus borcu bilmesi gerekir” demişti
Ne var ki özgür düşüncenin yasaklanarak bilimsel ortamın daraltıldığı…
Sahte diplomaların havalarda uçuştuğu…
Rektörü sarıklı olan Üniversitenin bulunduğu bir ortamda bilimsel çalışma ne kadar olabilir?
Ne kadar gerçek bilim adamı yetişebilir?
Böyle bir ortamda bilgi dünyasında adını duyuracak sadece birkaç bilim insanımız var ki, onların da çoğu uygun ortam bulamadıkları için yurt dışında yaşıyorlar zaten…
Eğer bilimsellikle biraz ilgimiz varsa o da içeriğinde sadece enflasyon, devalüasyon, faiz yoksullaşma, borçlanma, iflas, yolsuzluk, küçülme terimleri olan bize özgü kendini geliştiremez kısır bir ekonomi bilimi.
*
ÖNCE “doğru” diye bildiğimiz ve yaşamı zorlaştıran insan ilişkilerimizi bozan yanlışlarımıza bakalım…
Eğer bilgi alanında yeterli bilim insanımız olsaydı hiç olmayacak olan yanlışlarımıza…
Sosyal kültür ve toplumsal barışı bozan iki yanlışa…
Bunlardan biri kadınların başlarını örtme kaosu, ötekisi Kürt-Türk etnisite kökeni bilmecesi…
Önce başörtüsü sorunu…
Eğer beyinleri akli verilere uygun din bilgisiyle donanımlı teologlarımız ve dinler tarihini bilen bilim insanlarımız olsaydı başörtüsü diye bir sorunumuz olmazdı.
Dinin amacı nedir, din niçin vardır onu bile bilmiyoruz.
Din, ahlakı düzgün insan, bilgiye, öğrenmeye açık insan, iyi ebeveyn, iyi evlat, iyi vatandaş, yaratılmış her varlığa saygılı olmamanın ve yaratıcı gücün değerini bilen insanlar, hümanitesi yüksek insanlar yetiştirmek için vardır.
Sufizmin önemli ismi Hallac ı Mansur işte bu yüzden “Bütün dinler aynıdır” der.
**
ŞİMDİ gelelim başörtüsü karmaşasının tarihsel gelişimine;
Mezopotamya kültüründe kimi toplumlarda başörtüsü soyluluk simgesi, kimilerinde fahişelerin uymak zorunda oldukları örtünme tarzıydı.
Antik çağlar sonrasında semavi dinler doğarken başlangıçta hiç birinde başörtüsüne ilişkin bir kural yoktu.
Bu dayatma ilk kez Yahudi din adamları Musevi dininin peygamberi Hz. Musa’nın ölümünden iki bin yıl sonra “Musa Peygambere inen ama bilinmeyen vahiyler var” diyerek nereden buldularsa(!) o vahileri Talmud adını verdikleri sözde kutsal kitapta topladılar.
Kitaba “Kadının başı çirkindir onun için başını örtmelidir ” diye kadını aşağılayıcı farklılık yaratan bir hüküm koydular.
“Yahudi olmayanı öldürmek bir Yahudi için sevaptır” gibi ifadeler taşıyan, içeriğinde erotik anlatımlar olan Talmud aynı zamanda Siyonizm’in başucu kitabı gibidir de…
*
HRİSTİYANLIĞIN gelişiminde etkili rolü olan Aziz Paul, gençlik yıllarında o zamanki adıyla Saul, aslında dindar bir Yahudi ailesinin ferdi olarak Tarsus’ta yaşayan bir Roma vatandaşıydı.
Din değiştirip Paulus adıyla Hristiyan oldu ve Sen Paul namı ile Hristiyanlığın yayılmasına yaptığı hizmetlerden dolayı azizlik mertebesine yükseldi.
Aziz Paul’ün “Hristiyan rahibeler dua ederken başlarını örtmeliler” emri ile de Yahudilerin kadınların başlarını örtme geleneği Hristiyanlığa da sirayet etti.
Bazı eski kaynaklara göre Arabistan’da yaşayıp sonradan Müslümanlığı seçen Yahudi din adamları da başörtüsü geleneğini Araplar arasında da yaymaya başladılar.
Putperestlik döneminde hatırlı olmayan ailelerin kız çocuklarının doğduktan sonra diri diri toprağa gömüldüğü Arabistan’da putperestlik döneminde kadınlar çöl sıcağına karşı göğüsleri açık gezerlerdi.
Bu adet İslamiyet’in ilk yıllarında da devam etti,
Arap kadınları göğüslerinde süslü ziynet taşırlardı ki “Prof. Zekeriya Beyaz “Kuran-ı Kerime göre süsler ziynetler, güzel giyinme haram değil” diye açıklar.
Merhum Prof. Beyaz’ın konuya ilişkin verdiği bilgi özetle şöyle;
“Hz. Muhammet’ten sonra halife olan Hz. Ebubekir’in kızı ve Peygamberin eşi olan Hz. Ayşe’nin gerdanlığını kaybetmesi ile bir takım tatsız olaylar yaşandı.
Bunlar yaşanırken inen Nur suresinin 30 ve 31.nci ayetlerinde göğüse takılı altın ve gümüş ziynetlerle ilgili olarak “Yüzük ve küpe gibileri müstesna olmak üzere, ziynetinizi kapatıp gerdanlığı kimsenin göremeyeceği şekilde yakaların üzerine örtün” şeklinde soruna bir çözüm getirildi.”
Prof. Zekeriya Beyaz da ve Prof, Yaşar Nuri Öztürk de her zaman ne bu ayette ne de Kur’an’ın hiç bir süresinde “Baş” anlamında “Ser” kelimesinin geçmediğini vurguladılar.
Kur’an’ın Nahl, suresi “Biz Kur’an’ı sana her şeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik” der.
Bunun anlamı İslam dininde kadınlarının başlarını örtme emri olmadığı demek…
Bunun anlamı din adamı diye geçinen bazı kişilerin Nur suresini kendi kişisel eğilimlerine uyarlayıp kadınları erkeklere göre bir alt sınıf gibi göstermek amacına hizmet etmek demek…
“Dünyada her şey kadının eseridir” diyen Atatürk’ün kurduğu cumhuriyette TBMM Başkanlığı yapan Bülent Arınç’ın bir kadın milletvekilinin konuşmasını “Bir kadın olarak sus” diyerek susturma aymazlığı gibi…
Keşke özellikle eğitimli sıkmabaşlı kadınlarımız kendileriyle baş başa kaldıklarında şunu sorsalar kendilerine;
“Tanrının varlığına inanıyor ve kadınları saçlı yarattığını biliyorum.
Acaba saçlarımı gizleyerek Tanrının hatasını tashih ediyormuş ya da kendi kendimle çelişme durumuna düşmüyor muyum?”
*
TANRININ insanları yaratırken verdiği akıl Hallac ı Mansur’a göre “Tanrının kendi özelliklerinden biridir ve bu nedenle insan, özü bakımından tanrısal bir varlıktır”
Söylediği “Enel Hak” deyişinden “Ben tanrıyım” anlamı çıkarılıp vücudu parçalandıktan sonra yakılarak öldürülen Hallac ı Mansur bu sözlerinin açıklamasını şöyle yapmıştı;
“Eğer Allah’ı tanımıyorsanız eserini tanıyınız, işte o eser benim, ben Hakkım, çünkü ebediyen Hak ile Hakkım”
Eğer irtica yuvası tarikatları dolduran yobazların yerine Atatürk’ün hedef gösterdiği gibi ihtiyaca yetecek kadar aydın din adamı yetiştirilseydi ve sosyal bilimler, insan felsefesi alanlarında yetiştirilmiş bilim insanlarımız olsaydı çok farklı bir Türkiye’de yaşıyor olabilirdik.
*
KATILMAYABİLİRSİNİZ ama konu buraya gelmişken dinlerin varlık nedenini ne olabileceği ve Nur suresindeki başörtüsü hükmüne bakarak, İslam’ın Kutsal kitabının peygambere inen vahiler ile bire bir aynı olduğuna inanmıyorum
Peygambere inen vahileri sahabeler tarafından ezberlenmiş ve 13 Yıl boyunca birikmiş ve sonra yine sahabeler tarafından kitap haline getirilmiş
Şunu düşünmemek mümkün mü?
Sahabeler ne duydularsa ezberledikleri sözcükleri hiç unutmadan “mod a mod” ve bazı sözcüklerin anlamını kendi anlayış ve eğilimlerine göre değiştirmeden yazabilmişler midir acaba?
Bazı ayetlerde kadınlarla erkeklerin yaratılış olarak eşit, görevleri bakımından farklı olduğu, Nisa süresinde de kadını dövmeye cevaz olduğu gibi çelişkili kelamlar var.
Ya kadını erkeğin dünyevi arzularına hizmet eden cariyeler gibi gösteren Nebe Suresinde anlatılan “Bahçeler, üzümler, göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış genç kızlar ve içki dolu, kadehler” söylemi…
Bu söylem dinlerin varoluş nedeni olması gereken akli, ahlaki ve insani değerlere hiç uyuyor mu?
Peygambere inen vahileri ezberleyip kitap haline getiren sahabelerin isimlerine bakıyorum; Hepsi erkek…
O sahabeler kadın olsaydı ya da içlerinde kadınlar da olsaydı Kur’an yine böyle mi yazılırdı acaba?
Nasıl ki Martin Luther 16.YY. başlarında Hristiyanlık dinini skolastik dönemin safsatalarından temizledi. Şimdi sıra artık İslam dinini İslami skolastizmden arındırmada…
**
GELİN de şimdi Ömer Hayyam’ı hatırlamayalım…
‘Irmaklarından şaraplar akacak’ diyorsun,
Cennet-i alâ meyhane midir?
‘Her mümin’e iki huri’ diyorsun,
Cennet-i alâ kerhane midir?