Getting your Trinity Audio player ready... |
Alüvyonlu nehir boylarında ortaya çıkmış yeryüzünün ilk yerleşik toplumları ve sınıflı kadim medeniyetlerin en büyük ayak bağı “bezirgan ticaret” mantığı olmuştur. Bu, üretmeyi değil, değiş tokuştan kâr etmeyi hedeflemiş harami anlayışı, üretici sınıfların, çalışan yığınların sırtına asalak gibi yapışmış, karşı çıkanı susturabilmek için de zorba derebeylikler kurmuştur. Bu zorbalığın ilk doğuş yeri, tüketim fazlalığının biriktirildiği tapınaklar, ilk temsilcileri de din adamları, damgarlar olmuştur.
Şimdilerde birilerinin kendilerini kimlik aidiyetlerinden saydığı Osmanlı Beyliği, tüccar demeden önce “bin hâşâ” diyebildiği yüzyıllar boyunca, Doğu Akdeniz, Yakın Asya ve Kuzey Afrika coğrafyalarına adalet dağıtmış, toprağı kullanana tapu ve miras hakkı olmaksızın ortak mal, “Beytülmalimüslimin” saymış; toprağı işleyenin dinine, diline bakmaksızın da onu dirlik sorumlusu, akıncı besleyen bir ocak yerine koymuştu. Ancak, bu adil Dirlik düzeni Kesim (Mukataa) düzenine, çadırda askeriyle birlikte yatan beyler de, saraylarda şehzade katleden imparatorlara, sultanlara değiştikten sonradır ki, yozlaşma ve çöküş başlamıştı.
Yozlaşmış Osmanlı’nın kesimci zorba beylerle, devşirme saray erbabıyla ve yerel mütegallibe ile kurduğu ilişki, kendi diline, kendi kurucu soyuna da yabancılaşmayı, üretici köylüye ve halklara tepeden bakar olmayı da arkasından getirmiş, konargöçer Türk boyları, bir zamanlar beylerin en yakın koruması ve vurucu gücü olan Kızılbaşlar kılıçtan geçirilmiş, Horasanlılar, Hazarlılar uzak coğrafyalara sürülmüştü…
Bizim devrimci, adaletçi Kayı beylerinin, Gâzi Ertuğrulların “hâşâ” diyerek andığı tüccar kesimi, toplumun üreten yanını kemirmeye başladığında da duraklama ve gerileme kaçınılmaz olmuştur…
Başlangıç’ta Osmanoğullarının çok da üzerinde durmadığı kimi dini inanış ve makam özellikleri, işbirliği yapmaya başladığı emperyalizm tarafından halklar üzerinde bir çekim gücü ve baskı unsuru olarak kullanılmaya kalkışılmıştır. Bugünlerde çok bir matah kimlikmiş gibi topluma sunulan II. Abdülhamid’in Alman Dışişleri ile olan ilişkisi de çok ilginçtir. II. Dünya Savaşı sonuna yakın Berlin’deki Alman Dışişleri Bakanlığı binasına giren Sovyet birlikleri çok önemli belgeler ele geçirmişti. Abdülhamid’in ülke yönetiminde halifeliğini öne çıkarmasını öneren makam, Wilhelmstrasse’deki Alman Dışişleri Bakanlığı’dır. (Attila İlhan, Hangi Atatürk, s 109) İttihat Terakki’nin tetikçi olarak kullandığı Yakup Cemil’in vurduğu Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa’nın tek kabahati, yabancı askeri misyonlara iyi davranmamış olmasıdır.
“Osmanlı Tarihinin Maddesi” de, yeryüzünde “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş, İngiltere” de, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Son Geçiş, Japonya” da bu diyalektik görüş üzerinden okunduğunda ancak anlaşılabilir olur…
Bu konu son derece çetrefil olmakla birlikte son derecede de toplumsal bir zenginlik içerir… Toplumsal gelişme ile ticaret arasındaki paradoksal, tersine işleyen zembereği, yakın zamanlarda yapılmış kimi toplumbilimci araştırmalar da açıkça ortaya koyar… Azgelişmişliğin iktisadi ölçütleri arasında yer alan en önemli etkenlerden biri de “şişkin bir ticaret kesimi”dir. Azgelişmiş ülkelerde şaşırtıcı bir biçimde, ticaretle uğraşanlar üretici kesimden daha fazla bir nüfus oranı oluşturmaktadır. Türkiye’de 100 üretene göre 780 ticaretle uğraşan vardır (Le Pays Sous – Developpes, Paris 1963, alıntılayan Cavit Orhan Tütengil, Azgelişmenin Sosyolojisi, s 92) …
Görüldüğü gibi, veriler, 60 yıl öncesine ilişkin rakamlar üzerine kuruludur; günümüzde bu makasın daha da açılmış olduğuna hiç kuşku yoktur.
İngiltere’de iki kesim birbirine eşittir; Yeni Zelanda’da ticaretle uğraşanlar tarım kesiminde çalışanlardan daha azınlıkta kalmaktadır. İşte zurnanın “Zırt” dediği yer de budur…
Ve şimdi, insanlarımız yıkıntıların altında kurtarıcı beklerken, sıcak aş beklerken, çadır beklerken, biz bir de öğreniyoruz ki, o toplumumuzun gözbebeği, zor günlerimizin kurtarıcısı Kızılay’ımız da bir holdinge dönüştürülmüş ona bağlı şirketler de kurulmuş! Hiç kuşkusuz, başlarına da birer “yandaş” atanmış, makam araçlı, korumalı müdürler konmuş olmalıdır…
Bu nasıl bir mantıktır… Kızılay, Kızılhaç gibi örgütler uluslararası anlaşmalarla özel statülerde sayılan yardım kuruluşlarıdır, Kızılay’ın bir ticarethane sayılması çağın en büyük ayıplarından ve yıkımlarından biridir. Dünya karşısında yüzleri kızarmadı mı acaba, kendi zavallı depremzedelerine, afete uğramış insanlarına çadır satanların?
Gerçekten de bu ayıp bize yeter… Hadi gemicikleriniz ve aracı ortaklarınız kazansın diye fabrikaları kapattınız, güneş ülkesi Türkiye’de ayçiçeği tarlalarının köküne kibrit suyu ekip, savaşan Ukrayna’dan ayçiçek yağı ithal eden duruma getirdiniz, Arjantin’den saman taşıdınız; yuttuk bunları da; bu Kızılay’ın bir ticarethaneye dönüştürülmesi ve kendi felakete uğramış insanlarına çadır satma işi, insanı isyan ettirir…
Yeter be kardeşim, artık yeter! Yeter sizin bu kaymağını cemaat ve tarikatların yediği ticaretinizden çektiğimiz, yeter bu Orta Çağ mantığıyla canımızı kanımızı alıp sattığınız! Ormanlar yanar, uçak ihalesi, depremler evlerimizi başımıza yıkar, insanlarımızı öldürür, çadır satışı…
Bu utanç içinde yaşamak yeter olsun…
Koca bir ülke depremde seferber olup yardıma koşarken, birilerinin hâlâ kâr peşinde olduğu arsızlıklar yeter! O yıkımların da, yıkım sonrası yaşanan acıların da asıl sorumlusu bu bezirgân zihniyetidir!
Bizler, üzerine mal tapulamak, sırça saraylarda yaşayıp harvurup har savunmak için yaşamamış, yedi düvele kafa tutup halkına adalet ve eşit yurttaşlık sağlamaya çalışmış Gâzi Ertuğrulların, Gâzi Mustafa Kemallerin çocuklarıyız…
Kan ticaretinden, çadır ticaretinden değil, üretenden, yıkıntı altında can çekişenden yanayız…
Andımız olsun! O Kızılay’ı da, bu kocaman güzel ülkeyi de bezirgân ve harami batağından kurtaracağız…
28 Şubat 2023, Alper Akçam…