Getting your Trinity Audio player ready... |
Hayat ile yazı arasındaki ilişkileri yorumlarken tarih ile edebiyat arasında yol alınırken, yaşama en yakınından tanıklık etme olanağı da bulunabiliyor… Bu arada yaşanmış gerçekliklere ilişkin yeni ufuklar açılıyor önünüzde; bir yandan da kalemi tutanın, klavyeye egemen olanın öngörüleri, niyetleri, amaçları dallanıp budaklanıyor…
Ben de yirmi üç yıla yaklaşan kültür ve edebiyat uğraşı içinde okunmaya değer her şeye ulaşmaya, okuduklarımla ilgili, kendim için bir yazın dünyası kurmaya çalışıyorum. Toplumsal sorumluluğum gereği uzak duramadığım vakıf ve dernek çalışmaları ile sosyal medyada dostlarıma, okurlarıma ayırdığım zaman, benim günümün ve enerjimin bir kısmını benden alsa da, hiçbirisinden vazgeçebilme gibi bir lükse sahip değilim. Hem bir mücadele insanı, hem araştıran ve kendini çoğaltan bir yazar olmaya çaba gösteriyorum. Yıllarımı verdiğim çalışmaların geniş bir okur ağına ulaşabildiğini söyleyemem. Anadolu Rönesansı’ndan Türk Romanında Karnaval’a, Dillerine Kurban’dan Dilin Dört Atlısı’na, Romanlarımızda Kurtuluş Savaşı ve Kadınlarımız’dan “Aynanın İçi Aynanın Dışına Karşı”ya (Literatür Yayınevi Şubat ayında karar verecekmiş) gerçekten de çok emek verdiğim kitap çalışmalarım oldu. Ben kendi sorumluluğumu hiç ihmal etmiyorum ama toplumdan aldığım yanıtın doyurucu olmadığını da görebiliyorum.
Son çalışmam kitaplarıyla büyük bir başarı kazanmış, dünyanın hemen tüm dillerine çevrilip okunmuş bir yazarla, Amin Maaloufla ilgili. Türkiye’de yetmişin üstünde baskı yapmış kitaplarıyla yüzbinlerce kişiye ulaşabildiğini söylemek zor değil. Şu an en son kitapta, “Uygarlıkların Batışı”ndayım… Hakkında bir makale yazmayı düşünüyordum ama şimdiden elli sayfayı geçen bir değerlendirme, küçük bir kitap çıktı ortaya…
Amin Maalouf 1949 Lübnan doğumlu, Hıristiyan bir aileden geliyor… 1976’dan beri Paris’te yaşıyor… Onun gibi emperyalizmin yeraltı ve yerüstü kaynakları için hallaç pamuğu gibi attığı, attırdığı o Arap coğrafyasından gelen ve yaşamını Batı’da sürdürüp en seçkin üniversitelerde öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra 24 Eylül 2003 tarihinde yaşama gözlerini yuman Edward Said’in tüm kitaplarını okumuş ve onun Türkiye ve Mustafa Kemal konusundaki suskunluğunu konu alan bir makaleyi “ www.academia.edu “ sayfalarına yüklemiştim… Amin Maalouf daha büyük bir ün sahibi olmuş, daha çok insana ulaşmış ama Edward Said’in 1978 yılında yazdığı ve Batı dünyasını alt üst etmiş “Şarkiyatçılık” adlı yapıtını da Said’i de görmezden gelmiş. Deneme tarzı yazdığı kitaplarda insanlığın güncel sorunları ve geleceği üzerine epeyce kafa patlatıyormuş gibi görünen Maalouf’un Said’i adeta görmezden gelmesi, adını bile anmamış olması çok ilginç. “Emperyalizm” kavram ve olgusu da hiç yer almamış yapıtlarında… Sanırım on on beş gün içinde bu çalışma da bitecek ve ben yeni romanımın son düzeltilerine döneceğim (İkimiz Bir Fidanın…)…
Amin Maalof’un belgesel genişliğinden çarpıcı kurgulara uzanan tarihsel gerçeklikler içinde göstermeye çalıştıkları ile bilinçli bir çabayla üzerini örttükleri, yazınsal yelpazesinin birbirine uç noktalarında durur; sabırla yapılacak bir okuma için bize ilginç ipuçları sunar…
Maalouf’a bugünkü ünü kazandıran kitaplarından ilki 1983 yılında yazdığı “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri.” Bu kitapta tarihi büyük bir adalet duygusuyla, Batı ve Doğu kültürlerini yan yana görünür kılarak bir belgesel derinliğine ulaşırken hayranlık uyandıran bir çaba ortaya koymuştur. Yine de onun kendine özgü bazı yorumlarının yansız görünür tutumunu örselemiş olduğunu en baştan söylemekte yarar var.
Genel bir bakış açısıyla, “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”nin “Sonsöz” bölümünde yer alan Frenklerin yerli halklara karşı adilce davrandıkları yorumu, kitabın yerel kaynaklara dayanarak kaleme alınmış ana bölümüyle büyük bir çelişki oluşturmaktadır. Zorlama bir yorum olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır…
Zaman zaman kendi tarihçilerinin de itiraf etmek zorunda kaldıkları gibi acımasızlıklarını insan ve çocuk eti yemeye kadar götürmüş olan Frenkler ele geçirdikleri şehirlerde yalnız kuyumcuları yağmalamakla yetinmezler, kütüphaneleri de yağmalayıp yakarlar. 1109 tarihinde fethettikleri Trablusşam’da, Dârü’l-İlm’deki yüzbinlerce cilt kitabı yakmışlardır.
Haçlılara karşı en büyük direniş örneklerini vermiş ve büyük başarılar kazanmış olan Kürt komutan Selahaddin Eyyubi’nin kan dökmekten hoşlanmayan ve oldukça hoşgörülü olan tarzı, savaş sonrası ele geçirilen hazinelerde, parada, pulda gözü olmayışı, en yakınındakileri bile çileden çıkaracak boyutlardadır ve kitabın hiçbir kahramanı Selahaddin’in bu insancıl özelliklerine ulaşamayacaktır… “Selahaddin şerefli bir adamın, isterse en amansız düşmanı olsun, hiçbir isteğini geri çevirmezdi.” (Arapların Gözünden Haçlı Seferleri, s 182) Selahaddin, karısı Kudüs’te kalmış, Frenkler arasında kralla eşit konumda bir senyör olan Balian’a karısının yanına gidebilmek için izin vermiş, görevi öyle yapmasını gerektiriyorsa Kudüs’te kalıp silah da kullanabileceğini söylemiş, böylece kendisine Frenk savunmasını yeniden örgütleme olanağı da tanımıştır. Balian karısını korunaklı bir yere götüremeyince Selahaddin kadının Haçlıların elinde olan Sur’a kadar gidebilmesi için yanına korumalar da vermiştir.
Açıkçası, kültür ve edebiyat dünyasında da kimin elinin kimin cebinde olduğu hiç belli değil. Kanımca, namuslu ve ahlaklı bir yazara düşen görev hiçbir konuda öngörülü olmamak ve olabildiğince yansız davranmak “sahih” olmaktır. Schiller’in “Saf ve Düşünceli Edebiyat” diye adlandırdığı bu tutumu Orhan Pamuk’ta da bulamamış ve o yorumumu da bir yazıya dönüştürmüştüm…
Şan ve şöhret için değil, dünyanın egemenlerine hoş görünmek için değil, adalet ve insanlık için, güzel gelecekler için yazanlara, gerçeğin özünü örselemeyenlere selam olsun…
Gününüz aydın olsun değerli dostlar
05 Şubat 2023, Alper Akçam