Getting your Trinity Audio player ready... |
KURTULUŞ Savaşının son cephede de kazanıldığı gün…
Atatürk karargâhındaki çadırında eşyalarını toplamaktadır.
Nöbetçi erden bir sandık bulup getirmesini ister.
Asker çevreye bakındıktan sonra boş sandık bulamadığını söyler.
Atatürk çadırın dışında üst ütse yığılı sandıkları gösterip “Bunlar ne?” sorusuna “içleri cephane dolu” yanıtını alır.
Atatürk çadırdan çıkıp o sandıklardan birinin çekip içini boşaltır. Askere masasındaki kitapları işaret edip “Onları bu sandığın içine koy, asıl savaş şimdi başlıyor” der.
Yeni savaş cehaletle mücadele ve uygarlık savaşıdır.
Girdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen eşsiz önderimiz Batı uygarlığının temeli olan ancak yüzyıllar içinde gerçekleştirilebilinen dinde reform, Rönesans hareketleri, Fransız devrimi ve sanayi devrimi gibi devrimleri insanlık tarihinde eşine rastlanmamış şekilde 15 yıla sığdırarak Kurtuluş Savaşı mucizesinden sonra yepyeni bir ülke yaratarak bir başka mucizeyi daha gerçekleştirecekti.
***
ATATÜRK’ün sonsuzluğa göçünden sonra o mucizevi günlerden adım adım gerileyerek yalnız cehalette değil, pek çok alanda çağın gerisine düşürüldük.
Emperyalizme ilk mağlubiyeti yaşatmış ulus iken emperyalist/Siyonist tuzakların ve yerli beslemelerinin marifetiyle cehalet intani bir salgın gibi ulusumuzun bahtını kararttı.
Damarlarında Türk kanının zerresini taşımayan, Atatürk ve ilkeleriyle, Türklükle takıntılı, emperyalizmin ulusumuzun başına sardığı kişinin şu sözleri bu günlere nasıl gelindiğinin açıklamasıdır;
“Demokrasi tramvaya benzer gittiği yer kadar gider yoluna devam edersin.”
Hedeflediği yolun laik cumhuriyeti bitirerek dinci faşist diktatoryal düzene ulaşan yol olduğunu bizzat uygulayarak gösterdi.
Kemalizm’e, Atatürk ilkelerine düşman emperyalist/Siyonist güçlerin desteğini arkasına almıştı ama hedefine tam isabetle varması için bu yetmezdi.
Bir cevher daha çıkıverdi ağzından…
“Dindar ve kindar gençlik yetiştireceğiz.”
Öyle bir din ki, dinle tek ilgisi adı olan ve hiçbir dine benzemeyen bir muzırrat…
Ne demekti kindar genç, kim, kime ve neden kin duyacaktı?
Atatürk bugünleri görmüş gibi 1925 yılında “Memleket dayanışma isteyen bir birliğe muhtaçtır. Alelâde politikacılıkla milleti parçalamak, hıyanettir” diyordu
İşte bugün ulusça o ihanetin kurbanıyız
***
BUGÜNLERE nasıl gelindiğini hatırlayalım;
“Kuvâ-yı milliye” ruhunun doğmasına vesile olan Çanakkale Zaferi destanının Atatürk’ün dehasından sonra öteki unsurları öleceğini bile bile düşman üstüne süngüyle giden ve 275 kiloluk top mermisini sırtında taşıyan Seyit Onbaşı gibi kahramanlarla düşman donanmasını perişan ederek kaçıran savaş toplarıdır.
Çanakkale’de kanlarını dökmüş şehitlerimiz ne kadar saygıya layıksalar, zaferde rolü olan savaş topları da öyle ihtimamla korunmalıydılar.
Şimdi nerede zaferin simgesi olan o toplar?
İstanbul’un fethinde kullanılan toplar nasıl kentin süsü yapılmışsa Çanakkale zaferinin yolunu açan, dökülen şehit kanlarınım anısı olan toplar da hak ettikleri köşelerde yerlerini almalıydılar.
DP iktidarı o topları 3-5 kuruş için hurdacılara sattı.
Bu görmezden gelinemeyecek, sıradan bir olay değildir.
Kurtuluş savaşının anlamını, önemini anlayamamaktır.
Toprak ağası Menderes’in eliyle Kuvâ-yı milliye ruhunun ölüm çanlarının çalınmasıdır.
***
ŞİMDİ zaman “Dindar ve Kindar” zırvasını çöpe atıp “Fikri hür, irfanı hür, vicdânı hür” idealine geri dönmenin plan ve programını konuşma zamanı…
Strateji bellidir
Zaman ve ortam koşullarının gerektirdiği şekilde ancak Atatürk ilkelerinden en ufak ödün vermeden Kuvâ-yı milliye ruhuna geri dönmek.
Yapılacak çok şey var.
Cehalet ve irtica ile mücadele için…
Çağdaş bir eğitim sistemi için…
Adalet’ten şaşmaz bir hukuk düzeni için…
Yolsuzluklara göz yummayan, yoksulluğu hakça paylaşımlarla ortadan kaldırmak için yağmalanan stratejik kurumların yeniden kamulaştırıldığı planlı kalkınma modeli için…
Siyaseti çıkar için değil, ulusa hizmet kriterlerini belirleyecek siyasi partiler yasası için…
Bütün bu cephelerde yapılacak mücadelelerde zafer kazanmak için “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır” anlayışıyla toplumun bütün kesimlerini gaflet, dalalet ihanet ve cehalete karşı uyandırmak için Kurtuluş Savaşını kazandıran Kuvâ-yı milliye ruhunu yeniden yaratmak gerekiyor.
Yeni bir umut olan “Altılı masa” bunun ilk adımı olabilir.
Ancak CHP’nin yeniden Atatürk’ün CHP’sine dönmesi ve “CHP’li değilim ama CHP milletvekiliyim “diyerek siyaseti ulusa hizmet için değil kişisel çıkar için yapan siyaset şarlatanlarından arınması ve böylece Atatürk ilkelerinin ulusça benimsenmesine önderlik etmesi gerekiyor.
***
ATATÜRK “Dünyada her şey kadının eseridir” diyordu
O ne dediyse öyledir.
Kuvâ-yı milliye ruhu nasıl Çanakkale destanı ile birlikte doğduysa, yeni Kuvâ-yı milliye ateşi de kadınlarımızın kendilerine yönelik baskılara karşı insanlık ve kadınlık onuru adına başlatacakları mücadeledeki azmi ve başarısı ile parlayacaktır.
Ülkenin sanki konuşulacak başka sorunu kalmamış gibi sıkça tacize uğrayan kadınlarımızın can güvenliğini konuşmak yerine CHP liderinin de içinde olduğu başörtüsüne anayasal özgürlük tartışmasıyla kadını aşağılayan irticai kesimin ekmeğine yağ sürülüyor ve hiç kimse Kur’an mealinin doğru yapılarak insanların aydınlanması gerektiğini konuşmuyor.
Ne akılla, ne mantıkla, ne etikle ilgisi olmayan ve gerçekte hiçbir dinin emri olmayan başörtüsü diye direnenlerin şunu düşünmeleri gerekmez mi?
Hem Tanrıya, hem başörtüsünün tanrı emri olduğuna inanacaksınız.
Ama Tanrının kadınları saçlı yaratmasını sanki tanrının kendi kendisiyle çelişkisini ve üretim hatasını düzeltmek ister gibi saçları gizlemek için direneceksiniz…
***
BAŞÖRTÜSÜ zorunluluğu zırvası nerede ve nasıl doğdu hatırlayalım;
4000 yıl kadar önce Sümerler tarafından başlatıldığı düşünülen başörtüsü kültürü saygı ve statü simgesiydi. Cinsellik ve dini inançlarla ilgisi yoktu.
Babil İmparatorluğunda köleler ve soylu bir aileden gelmeyen kadınların başları açıkken sadece kraliyet ailesine mensup olanlar, zenginler ve soylular başlarını örtüyordu. Köle ve cariyelere örtünme zorunluluğu getirilmemişti.
M.Ö. 1500 yıllarında Asur Kralı’nın çıkardığı kanun maddesi, evli kadınlara ve büyük bir hizmet yaptıkları gerekçesiyle tapınak fahişelerine örtünme hakkı tanınıyordu. Bekâr kızların, cariyelerin ve fahişelerin başını örtmesi yasaklanmış, bu uygulama Persler‘le devam etmiş, oradan Araplara geçmişti.
Başörtüsü kültürünün dinin tekeline girmesi Musa Peygamberin ölümünden 2000 yıl sonra bazı Yahudi din adamlarının peygambere indirilen ve hiç kimsen bilmediği başka vahiyler olduğunu öne sürerek yazdıkları bir anlamda Siyonizm’in de adeta el kitabı olan Talmud ile başladı.
Gerçekten söylenmiş gibi kendi uydurdukları “Kadının başı çirkindir onun için örtünmelidir” zırvasına sarıldılar.
Amaç başları çirkin bahanesiyle kadınları aşağılayarak alt sınıf yaratık diye göstermekten başka ne olurdu ki?
Başörtüsü konusu ilerleyen dönemde daha önce Tarsuslu Saul adını taşıyan bir Yahudi din adamı iken sonradan seçtiği Hristiyanlığın azizlerinden olan Saint Paul’un “Rahibeler ibadet ederken başlarını örtmeli” emri ile Yahudi kültürü olan başörtüsü Hristiyanlığa da sirayet etti
***
ARABİSTAN’DA putperestlik döneminde sıcak iklimden ötürü kadınlar Afrika yerlilerinde olduğu gibi göğüslerini örtmezlerdi
İslamiyet’in ilk 17 yılında bu durum aynen devam etti
Bu tarihte inen Ahzab Suresi 59. Ayette “Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına, müminlerin kadınlarına de ki dış esvaplarını üzerine giysinler. Bu onların tanınıp taarruza uğramamalarına daha fazla hizmet eder” şeklinde ziynet yeri olan göğüslerini örtme tavsiyesi geldi.
Prof. Yaşar Nuri Öztürk ve Prof. Zekeriya Beyaz yıllarca başörtüsünün dinin emir olmadığını topluma anlatmaya çalıştılar.
Merhum Profesör Öztürk Kuran’ın Nur Suresinin 31. ayetinde “Kadınlar, örtülerini, göğüslerinin üzerinden bağlasınlar” mealinde geçen “Hımâr” sözcüğünün sadece örtü anlamında olduğunu, başörtüsü kastı olmadığını ve kuranda cinsel organ anlamında “Ferç” sözcüğü geçmesine rağmen hiç bir süresinde baş anlamında “Ser” sözcüğünün geçmediğini defalarca tekrarladı.
***
SİYASETE ne zaman din bulaştırılsa bundan en çok etkilenen ve istismar aracı olarak kullanılan kadınların üstündeki mahalle baskısı da büyüyor.
Başkanlık kürsüsünün üstünde “Egemenlik Kayıtsız Şartsız ulusundur” yazılı TBMM’ye yıllarca başkanlık yapan ve devrim şehidi Kubilay’ın kafasını keserek canına kıyan caninin torununun ulusu temsil eden bir kadın milletvekilini “Bir kadın olarak sus” diyerek aşağılaması kadına yapılan baskının insanlık adına utanç verici bir örneği.
AKP’li kadın milletvekillerinin çoğunun milletvekili olmadan önce başları açıkken, milletvekili olunca tesettüre girmeleri, içlerinde bazılarının vekilliği kaybettiklerinde yeniden açılıp saçılmaları ülkeyi yönetenlerin siyaseti ne kadar yozlaştırdıklarının ve din istismarının boyutlarının göstergesi değil mi?
****
SİZ kadınlarımız, nasıl Kurtuluş Savaşında karda kışta kağnılarla dağları tepeleri aşarak cepheye her türlü desteği vererek ve hatta gerektiğinde düşmanla vuruşarak zaferde pay sahibi olduysanız ikinci kurtuluş savaşının ilk cephesinde de önce insan, sonra kadın olarak aklınızla, yüreğinizle, insanlık onurunuzla cehalete karşı verilecek savaşın galibi olmaya da öyle layıksınız.