Getting your Trinity Audio player ready... |
Kavramlar üzerinden kafa karışıklığı yaratmak gibi bir niyetimiz yok… Amacımız, olguyu kendi nesnel gerçekliği içinde tanımlamak, dünden bugüne bize kalan hareket noktalarını, ipuçlarını iyi kavrayabilmek ve bizi yönetenler ihanet etmiş olsalar da dünyaya örnek olarak gösterilmiş geçmişimizdeki bir sabahyıldızının yarınımıza yeniden doğmasını sağlayabilmek olabilir ancak…
Yıllardır vurgulayarak Rönesans diyorum. Çünkü Köy Enstitüleri’nde köylülük etkin bir öznedir. Köy Enstitüleri’nde Âşık Veyseller, Ali İzzetler, Daimiler vardır; Köy Enstitüleri’nde köylü çocukları arıcılık yapar, balıkçılık yapar, tahılcılık yapar, büyük ve küçükbaş hayvancılık yapar, narenciye üretir, kayısı toplar, ekin biçer, işliklerde demiri döver, duvarını kurar, Pisagor teoremini çatısını çatarken yaşar… Köy Enstitüleri’nde köylüler serbestçe okul yerleşkesine ve derslere girer çıkar, hafta sonu şenliklerine katılır, ceketini ters çeviren köylü öğrenciyle birlikte seyirlik şenlik oyununa katılır. Köy Enstitüleri birer Rönesans okulu olduğu için, Erzurum Pulur’daki Enstitü’ye gelmiş İsmail Hakkı Tonguç hafta sonu şenliği için sahne yapılmakta olduğunu duyunca küplere biner, bağırır çağırır, “Olmaz!” der. “Köy Enstitüsü’nde oynayanla izleyeni ayıramazsınız, önde müdürün, öğretmenlerin oturduğu, arkada öğrencilerin yer aldığı müsamere düzeni kuramazsınız” der…
Yıllardır onurla hem üyesi olduğum hem yöneticiliğini yaptığım Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nin “Aydınlanma Işığı Sönmeyecek!” parkartlarına, flamalarına baktıkça bunları düşündüm.
Köy Enstitüleri, bir aydınlanma girişiminin çok ötesindedir. Aydınlanma’da bir aydınlatan ve bir aydınlanan vardır. Köy Enstitüleri’ni böyle anlatanlar da vardır ama yanlıştır, eksiktir… İstanbul’da birlikte katıldığımız bir toplantıda benden önce konuşmacı olan Gülrüz Sururi (yattığı yer incitmesin değerli hanımefendiyi), “Atatürk çok büyük bir adamdı; Amerika’dan John Dewey’i getirdi, o bir rapor verdi; onun raporuyla Köy Enstitüleri kuruldu; köylü de tembellikten, pislikten, uyuşukluktan kurtuldu,” demişti. Kanım donmuştu benim… Sıra bana geldiğinde onu kırmamaya çalışarak işin doğrusunu anlatmaya çalışmıştım.
Rönesans üzerine çok önemli çalışmaları olan Mihail Bahtin’in Rönesans’ın kapı açıcısı olarak gördüğü Rabelais romanını Aydınlanmacı Voltaire’in “terbiyesizlik” diye nitelendirir, La Bruyere, “pis bir günahkârlık”, der… Türkiye’de Köy Enstitüleri’nin ve Anadolu Rönesansı’nın gönüllü neferi olmuş, Tonguç Baba’nın yanında çok önemli işlere imza atmış Sabahattin Eyüboğlu bütün ömrünü Rabelais’in önemli yapıtı Gargantua’nin çevirisine adamıştır. İstanbul Üniversitesi Romanaloji kürsüsüne atandığı 1932 yılı başladığı Gargantua çevirisini, yoğun çalışmaların da araya girmesiyle, ancak ölümünden az önce, 1973 yılı sonunda, o da Ezra Erhat ve Vedat Günyol’un yardımlarıyla tamamlayabilmiştir. Voltaire’e yönelik önemli eleştirileri de vardır. “Voltaire’e göre halkı yönetmek, onu eğitmeye, okutmaya çalışmaktan daha akıllıca bir iştir. Bu zalim, bu yanlış, bu kendini beğenmiş düşünce Voltaire’in bütün zekâsına, kültürüne ve ilerici düşüncesine rağmen niçin kısırlaştığını, ne felsefede, ne tiyatroda, ne romanda, ne şiirde niçin yeni bir çığır açamadığını anlatıyor bize.” (Mavi ve Kara s 28)
Türkiye’de önemli bir Aydınlanmacı sayabileceğimiz Namık Kemal’in, halk kültürümüzün önemli gelenekleri olan Karagöz ve Ortaoyunu için “rezaletler mektebi” dediği bilinmektedir. “Mülkümüzde pek kesretli olup da hiçbir sebeb-i ma’kule haml olunamayan münasebetsiz göreneklerdendir.” (Tasvirî Efkâr, 9 Ocak 1283, no. 353; anan: Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, s. 303)
Oysa ki, Batı dünyasında Rönesansla ve “Mimus” ile ilgili önemli çalışmaları olan Herman Reich “Müslüman Doğu’daki gölge oyununun ve Türkler’deki Karagöz’ün, Almanların Kasperl oyununa, veya commedia dell’arte’ye, Aristophanes’in komedyalarının kaba sahnelerine, Arlecchino, Pulcinella, Scappino ve Turlupin’e, Macarların Paprika-Jancsi’sine benzediği ileri sürülmüştür. Yalnız, Karagöz bunlardan daha yüksektir, commedia dell’arte düzeyine yaklaşır, ondan aşağı da pek düşmez” der. (Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, s 489)
Bu konuda yazacak ve söyleyecek çok şey var ama artık ülkemizin de insanımızın da kültürümüzün ve coğrafyamızın Batılı emperyalistler ve yerli ortakları, ihanet çeteleri tarafından hallaç pamuğu gibi atıldığı, kültürümüzün sığınmacı milyonlar ve satın alınmış televizyon yayınları araçlığıyla yok edilmeye çalışıldığı bu kötü günlerde, neyi ve hangi kültürü kendimize yörünge seçeceğimiz, hangi yolu yürüyüp, hangi değerleri baştacı edeceğimiz çok önemlidir…
Çok daha fazlasını 4 Aralık Pazar günü, İstanbul TÜYAP’ta konuşacağız.
Geçmişimizdeki Köy Enstitüleri aynı zamanda geleceğimiz olacaktır. Köy Enstitüleri’nin temel dayanak noktası olmuş halk kültürümüz ve üretici köylümüz yarınımız için de bizim en önemli imece gücümüzdür…
Güzel ülkemiz, yeniden Kuvayımilliye anlayışıyla kendisine vurulmuş bugünkü zincirleri, prangaları kıracak, onurlu, aydınlık, insanların yüzünün güldüğü yeni bir gelecek kuracaktır…
Gününüz aydın olsun değerli dostlar…