Getting your Trinity Audio player ready... |
İSMET İnönü’nün “Hiçbir ülke yoktur ki kendi içerisinde bizim kadar çok hain yetiştirebilsin” şeklindeki sözünde bir gerçeklik payı olduğu düşünülebilse bile yüreğinde Türk ulusunun bireyi olmanın gururunu taşıyan, Türklük sevinciyle yaşayan hiç kimsenin Türklük onuru ve azmi kırılmasın.
Hainlik asla Türk ulus kimliğinin bileşenlerinden biri değil, olumsuz ortam koşullarında oluşan katastrofik bir prosestir.
İsmet Paşa o sözleri Osmanlının yarı sömürge olarak yaşadığı çöküş sürecine, sarayın tahtını bırakmamak pahasına ulusa ihanetine ve işbirliği yaptığı emperyalizmin kendi hizmetinde kullanmak amacıyla bir avuç kanı bozuğu besleyerek Türk ulusunu köleleştirmeye çalıştığı, irticayı ulusun başına bela ettiği, yoksunluk, yoksulluk ve cahiliye döneminin tanığı olarak söylemiştir.
Hainlik ulusal kimlikle ilgisi olmayan bir kişilik bozukluğudur.
***
TARİH tekerrür etti…
Bugün de benzer ihanetlerle baş başayız.
Yine saray saltanatı…
Yine vatanımızın üreten, zenginlik yaratan bütün yeraltı ve yerüstü kaynakları yabancılara, saray beslemelerine tarumar ettirilerek ülkemiz dışarıya muhtaç bir çeşit yarı sömürge haline getirildi.
Yine tırmanan irtica ve yeniden cahiliye dönemi…
Bugün İçimizdeki hainlerin hepsi ya çıkarları için onurlarını ayaklar altına atan onursuzlar ya da ümmetçilik anlayışıyla gerçek İslam ile ilgisi olmayan yalanlara yamanan din istismarcıları ve onların yarattığı ortamda sıkışıp kalmış olan cahil biçareler…
Son çeyrek yüzyıldır “Dindar ve kindar genç yetiştireceğiz” diye, toplumu birbirine ötekileştiren, laik Cumhuriyetin temellerini tahrip eden. …
Hiçbir sözüne güvenilemeyen…
“Ne mutlu Türküm diyene” sözünden rahatsız olup andımızı yasaklayan…
Türk milliyetçiliğini ayaklar altına attığını söyleyen…
Resmi Kurumların adından TC ibaresini kaldıran…
Ulusumuzun kurtarıcısı devletimizin kurucusu eşsiz önderimize çeşit çeşit saygısızlıklar edip “Atatürk” adını ağzına almaktan köşe bucak kaçan…
…Ve yarattığı eser;
Ulusumuz din istismarıyla, tek tanrılı ve pagan dinler dâhil hiçbir dinin cevaz vermeği her türlü akıl ve etik karşıtlığı yaşam biçimi olan malum kişinin hükmü altında gözü doymak bilmez mal ve para tutkusuyla yoksullaştı, cahillik tavan yaparak çağdaş uygarlıktan koparıldı.
Eğer kendi oğullarını sahte raporlarla askerlikten kaçırıyor ama şehit anasını “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diye azarlıyorsa…
Sahte diplomayla Atatürk’ün ulusa emaneti olan çiftlik arazisinde imar yasasını çiğneyerek kendisi için kaçak saray yaptırıyorsa…
Siyasete atılmadan önce eşek etinden sucuk üretip piyasaya sürüp gazete haberine konu olmuşsa…
İlk kez kamu yönetiminde İBB başkanı olarak görev aldığında savcılar hakkında 12 adet yolsuzluk düzenlemişlerse…
Artık öteki sapkınlıkları sıralamaya gerek yok, hepsini ezberledik.
“İngiltere, Almanya, Fransa ve şahsım dörtlü zirve yaptık” megalomanisiyle devlet saygınlığı ve devlet adamlığı kimliğine leke düşürerek cehaletini sergiliyorsa, bu etnik kökeni ne olursa olsun hiçbir ulusa ya da onun Rum-Musevi melezi olmasına mal edilemeyecek bir psikolojik hastalık, bir kişilik sorunudur.
Sadece o mu?
“Türk diye bir ırk yoktur Türklük bir sentezdir” diyerek cehaletini sergileyen Akademik kariyer taşıyan bir bilim adamı(!)
“Arap aslımıza dönmeliyiz” diyen” ve aynı zamanda İngiliz vatandaşı olan, ülke ekonomisini yönetmiş(!) biri…
Bunlar Türklük düşmanlarından sadece ikisi…
***
AKLIMIZDAN önce bir hususu çıkarmayalım ve sonra Türk ulusunun ferdi olmaktan gurur duyan, yaşamı Türk kültürü ile yoğurulmuş her Türk vatandaşının karakteristik özellikleri nedir ona bakalım…
Etnik kökeni, dini farklı olsa da Türk toplumunun bireyi olmaktan “Ben Türküm” demekten gurur duyan nice gayrimüslim insanlarımız var.
Kurtuluş Savaşında Mehmetçik ile omuz omuza vatan savunması için kanını döken, canını veren, savaşta yaralanan gazileri hasta hanelerde canla başla tedavi eden Rum, Ermeni, Musevi doktorlarımız var.
Onları her zaman minnetle saygı ile anmak kutsal bir görevdir.
***
ÇANAKKALE Savaşına Fransa Afrika’daki sömürgelerinden derlenen askerlerin eklenmesiyle karada ve denizde güçlü bir ordu ile katılmıştı.
İngiltere aynı şekilde Hintli ve güneydoğu Asya’daki sömürgeleri, Avustralya-Yeni Zelanda kolordularından kurulan Anzakların da katılımıyla karada, denizde, havada büyük bir ordu kurmuş, iki emperyalist güç birlikte Türk savunma gücüyle mukayese edilemez kuvvette bir orduyla Çanakkale’ye saldırmışlardı.
Müttefikler, “korkak ama vahşi, sinsi, Hristiyanlık düşmanı olarak Avrupa’dan kovulması gereken kişiler” olarak ve “Korkak Abdul” adını verdikleri Türkleri bir çırpıda alt edip Çanakkale boğazından kolayca geçerek İstanbul’u ele geçireceklerinden çok emindiler.
Çanakkale Savaşı onlara Türk’ün ne olduğunu öğretti.
Türklerin korkak değil, gözlerini kırpmadan vatanlarını savunmak için ölümleri pahasına mücadele ettiklerini, güçlü ve mert olduklarını, vahşi değil, en az kendileri kadar insancıl ve uygar olduklarını öğrendiler.
Onlara Türkün ne olduğunu öğretenlerden biri Edremitli Topçu eri Seyit idi.
18 Mart günü kazanılan zaferin kahramanı asıl adı Seyit Ali Çabuk olan Seyit Onbaşının destanını herkes bilir.
Müttefik donanma Rumeli Mecidiyesindeki savunmayı kırmak için bölgeyi top atışları ile dövüyordu.
Mecidiye’de savunmak için sadece tek ağır top ve her biri 275 kilo ağırlığında birkaç top mermisi…
Ama ne var ki taşıyıcı küçük vagon tahrip olduğu için mermiyi cephanelikten topa taşımak insanüstü bir güç gerektiriyordu.
Seyit arkadaşlarının taşıyamazsın şeklindeki ısrarlarına kulak asmayıp onlara mermiyi sırtına koymalarını istedi. Mermiyi sırtında topun asansörüne taşıdı.
Arkasından iki mermi daha…
Koca Seyit’in taşıdığı mermiler Fransız Bouvet zırhlısının batmasına neden olunca morali bozulan düşman donanması çekilip gitti.
Daha sonraki günlerde Edremitli Seyit’in aynı pozda bir resmi çekilmek istenmişti ama bu kez Mermiyi kaldıramadı
O ilk an Türkün vatan savunması duygusunun şaha kalktığı olağanüstü bir andı.
Yine Çanakkale’de kendilerine “vahşi Türk” diye tanıtılan Anzakların değer yargılarının tersine döndüğü an…
Anzaklar ve Türkler karşılıklı iki siperde çatışma halindeler.
Bir an Türk siperlerinde beyaz bir bayrak dalgalandı.
Bir Türk askeri siperden çıkıp üstünde hiç bir silah olmadığını göstererek Anzak siperlerine doğru ilerledi. Yürürken yerde yatmakta olan yaralı bir Anzak’ı sırtında taşıyarak siperdeki arkadaşlarına teslim etti.
İşte o an şaşkınlıktan, hayranlıktan dona kalan Anzakların Türk’ün gerçek yüzünü öğrendikleri andı.
Artık herkesin öğrendiği bir başka an da Atatürk’ün 18 Mart 1934 günü Çanakkale’deki Anzak mezarlığında yapılan törende ölü Anzak askerlerinin yakınlarını ağlatan Türkün yüksek insanlığını gösteren konuşma anı…
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar, burada dost bir vatanın bağrında bulunuyorsunuz. Huzur ve barış içinde uyuyun. Sizler Mehmetçikler ile yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını bu savaşa gönderen analar, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim çocuklarımız olmuşlardır.”
****
“BENİ olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir “ diyen Atatürk’ün bu sözlerinden kimliğinde “Türk” kaydı yazıp bu ülkenin havasını soluyup ekmeğini yiyen, suyunu içen herkesin kim olursa olsun dersler çıkarıp “Türk ve “Türklük” gerçeğine saygı duymaları gerekir.
***
ULUSUMUZUN kurtarıcısı cumhuriyetimizin kurucusu eşsiz önder Atatürk Osmanlının bıraktığı enkazın üstüne bütün dünyayı şaşkınlığa boğan bir Türk Mucizesi yarattı.
Onun sonsuzluğu göçünden sonra adım, adım bugün geçmişte yaşanan kara günlere geri döndük.
Falih Rıfkı Atay “En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlardır. Ömrümüzün ve Türk tarihinin en acı yasını tutmak talihsizliği bize düştü” der.
20.Haziran 1935 günü Atatürk ile devrimler üzerine bir mülakat yapan Amerikalı Gazeteci Gladys Baker’e konuşma sırasında büyük önder “15 yıla daha ihtiyacım var” demişti.
Tanrı Türk ulusuna o şansı tanısaydı tarih tekerrür etmez, bugün Türk tarihinin en mutsuz günlerini yaşamıyor olurduk.
Şimdi önümüzde mutluluğa açılan bir umut kapısı aralandı.
Bundan yararlanarak Atatürk’ün manevi varlığını bütün benliğimizde yaşatarak onun aydınlattığı yolda ilerlemekten başka seçeneğimiz yok artık…
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE