Getting your Trinity Audio player ready...
|
Kitap özgürlüktür… Kitap, insanoğlunun yaratıcı gücü olan imgelemin en büyük ana kaynaklarındandır; iyiyi, güzeli, doğruyu araştıran için yol gösterendir; yaşamın sorgulanabilmesi için ipucudur, çoğalmanın yörüngesidir…
Kuşkusuz, kitaplar seçilerek okunmalıdır… Ezberlemek, bellemek için değil, yaşamın denek taşına vurulmak, elle tutulabilen, gözle görülebilen, duyularla hissedilebilenler karşısında bir değişim ve dönüşüm aracı olarak okunmalıdır. Kitaplar içinde, en çoğul imgelem gücü taşıyanlar, edebiyat yapıtlarıdır. Büyük bilim insanı Einstein, “Hayal gücü, bilgiden daha önemlidir” demişti. Bilim kitapları da önemlidir ama kendi doğrularını, bilinen gerçeklik temellerini savunma gibi bir tekil dil yapısına sahip olmak zorunda kaldıklarından zaman içinde değerinden çok şey yitirir… Edebiyat yapıtları ise, hele de yazarın bakış açısının dışına da uzanabilme çoğulluğuna ulaşabilmişse zaman karşı direnir; gücünden hiçbir şey yitirmez… Sözgelimi, İbni Sina’nın 11. Yüzyıl başlarında yazılmış Kanun ve Şifa adlı yapıtları, 17. Yüzyıla kadar hem Doğu, hem Batı dünyasında tıp alanında geçilememiş bir bilgi kaynağı olmuşken, günümüz tıp bilimi için asla yol gösterici olamaz. Kimse o kitapları okuyarak hekimlik öğrenemez. Ancak, MÖ 7-8 yüzyıllarda yazılmaya başlanmış İlyada, hâlâ, 21. Yüzyıl’da da bir başyapıt sayılmaktadır; döneminin toplumsal ve kültürel yapısını bugünlere taşımakta benzersiz bir değer taşır.
Kitap, seçilerek okunmalıdır. Üzülerek söyleyeyim. Bir biçimde medya desteğini arkasına almış, kimi tarihi gerçekleri de satırları arasına katmış, ya da bir tür anısal anlatı olmuş birçok kitapta çok önemli yazım yanlışları vardır. Binlerle satan kitaplarda adın “de” ekinin ayrımı bile yanlış yapılmakta, okuruna adeta bir dil kekemeliği bulaştırmaktadır. Okumadan yazma gibi bir heves oluştu bazı çevrelerde… Daha klasik sayılan kitaplardan birkaç on tanesini bile okumamış birileri, “şair” olarak, “yazar” olarak kitap sergiliyorlar okur karşısında. Bir emekli öğretmenimizin kendi yazdığı Köy Enstitüleri ile ilgili bir kitap taslağına göz atmıştım (yayımlanması için benden yardım istemişti). Köy Enstitüleri’nin, cahil, tembel, uyuşuk, pislik içindeki köylüleri adam etmeye çalıştığını yazıyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. Baba Tonguç okusa, o yattığı yerde kemikleri sızlardı herhalde. Ne demişti o öğrencilerine?
Tonguç, Eğitmen kursları başlarken, özgür eğitimde kullanılacak yöntemler için düşüncelerini ve halk kültürüne bakış açısını şöyle açıklıyordu: “Fakat ruhu program taslağında değil, kursu yönetecek arkadaşların ellerinde ve hareket şekillerindedir. Köyde ve köylüde var olan değerleri genel ve geçerli değerler durumuna getirmek, bu kursların ve ondan sonra eğitmenlerinin uğraşlarının bir sonucu olmalıdır… Kursların kendi kendilerini yaratmaları en önemli noktayı oluşturur. İşi bizim klasik işler gibi irdeleyerek merkezden imdat beklerseniz buradan belki kitap, para alabilirsiniz. Ama ruhu vermek merkezin işi değildir.” (İ. Hakkı Tonguç’un Rauf İnan’a gönderdiği mektup, anan, E. Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi, s 228-229)
Yüzde doksanı okuryazar olmayan, arpa ekmeğiyle yavan bulgura, yağsız peynire tutsak yaşayan, hayvanıyla birlikte yatan, bitten pireden yakasını kurtaramamış, bin yamalıkla gezen, emeği yedi bin yıldır tefeci bezirgân zümre ve toprak ağaları tarafından sömürülmekte olan, ter ve tezek kokulu köylüde var olan değer neydi acaba?
Bu değer, bereket törenlerinde, ritüellerde, seyirlik köylü oyunlarında, Keloğlan’da, Karagöz’de, Köroğlu’nda, Karacaoğlan’da örneklerini görebileceğimiz, halk kültürünün, çoğul, tüm hiyerarşilere ve kutsal böbürlenmelere kıçıyla gülen, tüm farklılıkları silen, deliyi padişah seçip ata bindiren, sonra da alaşağı eden gücüyle ilgilidir. Bu güç, ancak 2000’li yıllardan sonra Türkçe’ye kazandırılacak olan Mihail Bahtin’in Rönesans ve Dostoyevski çalışmalarında, Octavio Paz’ın Lâtin kültürü üzerine incelemelerinde kuramsal bir temele de oturtulacaktı.
O öğretmen dostumuzun köylüye ve Köy Enstitüleri’ne bakış açısı doğru olsaydı, ne işi vardı Âşık Veysel’in Ali İzzet’in Köy Enstitüleri’nde, köylülerin de katıldığı hafta sonu şenliklerinde neden “köy seyirlik oyunları”nın oynanmasını istesindi Tonguç, neden Köy Enstitülerinde sahne yapılmasına karşı çıksındı…
Kitap seçilerek okunmalıdır ki, taşıdığı dönem ruhu okuru da kavrasın, bugüne ve yarına ışık tutsun…
Kitap okunan bir evde doğup büyüdük, babamızın izinden yürüdük. Çarıklı ayaklarıyla çıktığı köyünden 14 km yol gittikten sonra Ardahan 23 Şubat İlkokulu bahçesinden dilenci diye üç kere kovulmuş, umudunu ve inadını yitirmeyerek dünyaya kafa tutmuş, ansiklopedilere geçmiş, Almanya’da kıyılara adını yazdırmış bir mücadele insanı bize ne büyük dersler verdi… Asla tekrara kaçmadan, çoğul bakış açısını günümüz yaşamıyla vuruşturarak romana, öyküye, araştırma ve inceleme kitaplarına doğru tutarak kitaplara aktarmak benim için belki de üçüncü bir yaşam oldu. Genel cerrahlıkla yoğun bir çalışma yaşamına açılan dünyama voleybol (tıp eğitimi sırasında) ve futbolu da sığdırmayı başarmıştım… Yazarlık hem tüm o farklı yaşam alanlarına öykülerle, romanlarla uzanmama, hem önemli araştırma konularına (Türk Romanında Karnaval, Anadolu Rönesansı, Dillerine Kurban, Dilin Dört Atlısı, Romanlarımızda Kurtuluş Savaşı ve Kadınlarımız) büyük bir emekle dalmama olanak sağladı. Başka bir yaşam daha oldu bana…
Ve 2022 yazının son günlerinde kitaplar sahillere vurdu!
26 Ağustos Cuma akşamı, saat 20.00’de Seferihisar’da,
27 – 28 Ağustos Cumartesi-Pazar akşamları 19.00- 21.00 arası Dikili Kitap Günleri’nde olacağım. Dikili’de Dursun Akçam kitapları da eşlik edecek…
Kitap özgürlüktür; kitap aydınlıktır…
Gününüz aydın olsun değerli dostlar…