Getting your Trinity Audio player ready... |
AYSEL YENİDOĞANAY
Bugün 2001 tarihli bir yazımı paylaşmak istiyorum.
21 yılda hiçbir şeyin değişmediğini ve daha da kötüye gittiğini görmek çok acıtıcı.
Yine de umudumu yitirmiş değilim. Kadınlara olan inancım tam; dayatılan yaşama yürek gücüyle başkaldırmayı bilir onlar.
İnsan olmanın onurunu bayrak gibi taşıyan kadınlara selam olsun…
***
Oturmuş, yağmurun cama vuruşunu izliyorum. Yağmur sicimleri gökalkışlar eşliğinde, küçük küçük damlalara bölünerek düşüyorlar. Ve bir serçe ürkekliğinde cama tutunmaya çalışıyorlar. Çabaları boşa gidince, şen şakrak çocuklar gibi el ele tutuşup pervaza doğru kayıyorlar…
Pencereye biraz daha yaklaşıyorum. Evlerin daracık avlularına sıkışıp kalmış ağaçlar, aylardır beklenen yağmurun coşkusuna kapılmış; nerede olduklarını unutup, büyük ormanların türküsünü söylüyorlar…
Yağmur başladığı gibi ansızın duruverdi. Kurak geçen bir kışın ardından, kısacık konukluğuyla değdiği her yeri kirden arındırdı. Evlerin çatıları, televizyon antenleri, su depoları, elektrik-telefon telleri pırıl pırıldı…
Pencereyi açtım. Taze toprak kokusuyla birlikte baharın habercisi çiçeklerin kokusu doldurdu odayı. Portakal ağaçları, yapraklarda biriken suları sıçratıyorlardı nazlı nazlı. Çamın tepesinde tüneyen iki kumru dudak dudağaydı. Ak bir aydınlığın kolları uzanıyordu gün ortasına. Bir anlık mutlulukla çıldıran doğanın bir parçasıydım artık…
‘An’lık mutlulukların tadına varmayı her insan başarabilir mi?
Bu sorunun tedirginliğiyle okumakta olduğum kitaptan altını çizdiğim satırları buluyorum: “… bir filiz nasıl kökünden sürerse, ananın mutluluğu da halkın mutluluğuyla beslenir. Halkın yüzü gülmezse ananın yüzü de gülmez. Çok acı çekmeme, bir nice sıkıntıya katlanmama karşın bu inancımdan bir an olsun şaşmadım…(T.A s.23)
Cengiz Aymatov’un Toprak Ana’sında ‘an’lık mutlulukta böyle seslenir Tolgonay ana. (Sonradan başına gelecek felaketlerde an’lık mutluluklara bile hasret kalacağını bilmeden.) Halkın emeğiyle oluşan, sıcacık taze ekmekten bir parça koparıp ağzına attığında aldığı garip tat, garip koku aklını başından almıştır: “Ekmekte biçerdöverden gelen bir koku; benzin, ısınmış demir, teze buğday kokusu vardır.”(T.A. s.23)
Ne garip; yağmurun ardından gelen toprak kokusu Tolgonay anayı çağrıştırdı bana. Daha önce okumuş olmama karşın, “Toprak Ana” ve Maksim Gorki’nin “Ana” romanlarını arka arkaya okudum bugünlerde. “F Tipi”, “Açlık Grevleri”, “Hayata Dönüş Operasyonu”, “Bufalo”, “Kasırga” derken, benim usumun bir operasyona ihtiyacı vardı. Kendi içime yaptığım yolculuk tehlikelerle doluydu. Usumu arındırma çabaları da işe yaramadı. Gerçek tüm çıplaklığıyla karşımdaydı: Ben bir anayım!
“Fakirlik, açlık ve hastalık… İşte bizi mücadeleye sevkeden sebepler! Bu düzende her şey bizlere karşıdır. Geçinebilmek için helak oluyoruz. Açlıktan, soğuktan geberiyoruz. Emeklerimizin ürünlerini başkaları yiyor, biz aç, sefil ve perişan kalıyoruz. Boyunlarımızda bir zincir, adeta bir başka yaratık gibi yerlerde sürünüyoruz! Hayatımız bir gece gibi karanlık… Rüyalarımız ise, ebedi kabuslarla sıkıntılı…” (Ana, s.292) Yakalanması an meselesi Pelake ananın. Yine de anlık mutlulukların tadına varmayı başarmış bir yüreğin erinciyle ayağa kalkıyor. Ve oğlunun mahkeme tutanaklarına geçen konuşmasını halka dağıtırken bağırmaktan geri kalmıyor: “Hak ve gerçekler kanla boğulamaz!”
“Toprak Ana” ve “Ana” konu, kurgu ve anlatım açısından birbirine benzemiyor. Benzeşen tek yön, güçlü ‘ana’ imajı.
Pelake ana, “Okumayı öğreniyorum. Ölümüm yaklaştı… Ben daha yeni okumaya başlıyorum.” (Ana, s.82) deyip, yepyeni bir yaşama adım atıyor, ‘gerçek’e doğru yol alıyordu. “Düşünce savaşı” nın ortasındaydı artık…
“Biz bir savaşa çıkıyoruz. Arkadaşlar, Burada alacağımız yol Hem uzun, hem yorucudur. Yolumuz üzerindeki dikenlerden başımıza bir sıkıntı tac’ı konacaktır. Gerçekteki güç’ü bilmeyenler, gerçeği son nefesine kadar savunmaya cesareti olmayanlar, acıdan, sıkıntıdan korkanlar çekilip gitsinler, bizden uzak olsunlar. Biz yalnız insanları istiyoruz…” (Ana, s.137) Bir Mayıs sabahı bu konuşmanın ardından tutuklanan oğlu ve arkadaşlarının ellerinden zorla düşürülen beyaz bayrağın taşıyıcısı oldu Pelake ana. Köylere gazeteler, kitaplar taşıdı. Bildirileri koynunda gizleyerek geçirdi fabrikaya. Canını ortaya koymuş ‘bir avuç sosyalist’in anasıydı artık. Kocasından yediği dayaklar, açlık, korku, insan yerine konmama çok uzaklarda kalmıştı. Bir bardak çayın, bir tabak yemeğin, bir ateşin, bir yorganın, bir ezginin paylaşıldığı ortamlardaydı. “Din” dayatması olmadan, sevginin ve gerçeğin inancıyla çarpıyordu yüreği…
Tolgonay, kocası, üç oğlu ve geliniyle mutlu bir yaşam sürerken savaş çıkıyor. Arka arkaya üç çocuğunu ve kocasını gönderiyor cepheye. Köyde kadınlar, çocuklar ve yaşlılar kalıyor. Çiftlik yönetiminin kararıyla –kocasının yerine- işçi kolbaşlığına getiriliyor. “Erkek gibi beline kemer bağlayıp ata binecek, tarla işçilerinin başına geçeceksiniz. Köyümüzün suyunu, toprağını, halkını sizden fazla tanıyan yoktur. Size güveniyoruz.” (T.A. s.42) Ona güvenen insanlara sonuna kadar destek oluyor Tolgonay ana; hem de kırkından sonra… Yoklukla, açlıkla, çapulcularla amansız bir savaşa giriyor. Bir zamanlar bereketli toprakları nakış gibi işleyip, emeğin ve de ekmeğin haklı onurunu yüzlerinde bayrak gibi taşıyanlar, bir anda savaşın kirli yüzüyle tanışıp yok oldular birer birer. Tolgonay’ın ne üç oğlu ne de kocası döndü cepheden. Yine de umutlarını yitirmeyip bekledi, belki içlerinden biri gelir diye… Şehitleri anma gününde oturup ‘tarla’ ile dertleşti: “Ey kutsal tarla! Hasat bitti, dinleniyorsun artık. Çıt çıkmıyor ortalıkta. Ne insanlar var, ne tozu dumana katarak giden kamyonlar, ne biçerdöverler, ne de başak otlamaya çıkmış sürüler… Ürünü verdin biz insanlara, doğumdan sonra dinlenen bir kadın gibisin. Güzün sürülünceye kadar böyle yatacaksın…” (T.A. s.115)
Toprak, hasat sonrası dinlenir, nadasa bırakılır dinlenir, farklı bir ürün ekilir dinlenir. Ya kadınlarımız, bizim analarımız?
Tolgonay ana gibi toprakla nikahlanan kadınlarımızın günışığına çıkmamış öyküleri, her soluk alıp verişte rüzgarda salınır. Başağa durmuş tarlalara, tarlaların ardındaki dağlara, güzden bahara kadar geçit vermeyen yollara bakıp dururlar kadınlarımız, yürek ezgileri eşliğinde. Düşleri olmamıştır belki, düşünceleri sorulmamıştır. Ve bir tarla gibi dinlenceye alınmamışlardır hiç. Çocuklarını ve kocalarını ve dahi kaynana-kaynatalarını, sırtlarında bir odun yükü gibi taşırlar yaşamları boyunca. Bir seçimlerde düşerler uslara bir de sayımlarda. Papatya fallarını bilmeden, papatyalara küskün bir ömürdür paylarına düşen…
“Ocağı yakmadı. Kendisine yemek hazırlamadı. Çay içmedi… Akşama doğru bir parça ekmek yedi. Yattığı zaman kendini yalnız ve kimsesiz buldu ki, şimdiye kadar bütün hayatı boyunca böyle bir şey hissetmemişti. Son yıllarda sürekli olarak, bilmediği mitli bir şeyin geleceği düşüncesiyle avunmuştu. Etrafında gençler, çalışan insanlar, iyi bir geleceğin işareti olan oğlu, o yiğit ve ağırbaşlı yüzle önünde kaynaşıyorlardı. Şimdi artık yoktular. Her şey mahvolmuş.” (Ana, s.61)
Oğlunun ilk götürülüşüyle bu duyguları yaşıyor Pelake ana. Bu duygular binlerce ‘düşünce suçlusu’ gençlerin analarının duygularıdır. Her kapı çalınışında, her ayak sesinde irkilen, her aramada dimdik ayakta duran; geceleri gündüz gibi yaşayan isimsiz anaların duygularıdır. Kitapları kendi çocuklarını koklar gibi koklarlar. Alanlarda onlar taşır bayrağı. Coplanmanın, götürülmenin korkusu değil, “ya dayanamaz ağlarsam” acısı kavurur yüreklerini. Bir sigara, bir kitap, bir çorap verebilir miyim umuduyla beklenir görüş günleri. Oğulları, kızları insanlık onuru adına “ölüm orucu” tutarken bir lokma yemek geçebilir mi boğazlarından. Onlar da dışarıda destek verirler cansularına…
Ben bir anayım. Ne roman kahramanıyım ne de film. Kızan, öfkelenen, ağlayan, gülen bir ana… Kanaviçe sabrıyla işlerim sevgiyi. Umudum diri, direncim oyadır. Kızımın, oğlumun gözlerinden bakarım dünyaya. Onlar geleceğim, onlar emeğim; onlar bebeklerimdir hiç büyümeyen. Kirpiklerinden süzülen bir damla yaş içimi kavurur. Gül tomurcuğu tenlerine toz konduramazken, copların acısını taşıyabilir mi yüreğim? SUÇ mu dediniz? Hangimiz güzel bir dünyanın düşünü kurup suç işlemedik ki?
Ben bir anayım. “Hak ve gerçekler kanla boğulamaz!” diye haykırsam da kendi kanımı içime akıta akıta gerçeğin yanılsamasıyla kucaklaştım. Bana/bize dayatılan yaşam, kokuşmuş düzenin “gerçek”ini gizleyemiyor. Kramplar giriyor mideme. Yaşantımı altüst eden pislikleri kusmadıkça sancılarım, acılarım sürecek. Buna “dur” demenin zamanıdır artık. Kirden arınmış bir dünyada, insan olmanın onurunu taşıyabilmem için, an’lık mutluluklarımın toplamını istiyorum…
mart/2001/ adana