Sevr’den “Bizim Köy”e..

Getting your Trinity Audio player ready...

10 Ağustos, 1. Emperyalist paylaşım savaşında yenik düşen Osmanlı İmparatorluğu topraklarının parçalanarak Anadolu’nun da büyük ölçüde Türklerin elinden alındığı Sevr antlaşmasının imzalanma tarihi ile Tonguç Baba’nın Köy Enstitüleri’nde birer ateş topuna dönüşmüş, enstitülü yazarların “İşaret Fişeği” olmuş, yayınlandığı anda ülkeyi sarsmış ve yazarına cezaevi kapılarını açmış “Bizim Köy”ün yazarı Mahmut Makal’ı ellerimle gömütüne defnettiğim tarihtir…

Hem Sevr, hem onu yırtıp atan ve mazlum bir milletin emperyalizme karşı zaferini belgeleyen Lozan Antlaşması, hem de “köylülük”, “KöyEnstitüleri”  ve “Köy Enstitülü yazarlar”, Türkiye’nin tartışıp tartışıp içinden çıkamadığı kavram ve sorunlar gibi oldu. Bunun içinde iki elimizle bir donumuzu çekemedik, dünyanın en bereketli toprakları üzerinde yaşarken yağmalanmaya ve yoksulluğa son veremedik. Köy Enstitülü yazarlar, yalnız din bezirgânı, inanç istismarcısı emperyalist güçler yardakçısı, Köy Enstitüleri’ni de kapattıran gerici politikalar ve onların kuyruk sokumundan ayrılmayan cahil bir yığın tarafından değil, aydın geçinen bir zümre tarafından da onlarca yıldır aşağılanır, edebiyat dünyasının dışına atılmaya çalışılır. Onları savunduğunu iddia eden bir kesim de, o edebiyatı “Toplumcu Gerçekçi” bir parantez içine alıp, bir zamanların modası, Stalin buyurganlığının bir devamı, edebiyatı bir araç gören anlayışın bir parçası kılarak değersizleştirme işine gönüllü olarak katılır…

Hekimlik mesleğime noktalı virgül koyup kendimi “edebiyat ve sosyal kültür” alanına attığım 2000 yılının Temmuz ayından bu yana boyluboyunca bu kültürel sorunun içindeyim. “Batı Rönesansı’nda Rabelais, Türk Edebiyatında Köy Enstitülü Yazarlar” özgün teziyle 12 Eylül 1980 faşist darbesi sonrası enstitülü yazarlar üzerine yapılan saldırıları, neredeyse tek başıma büyük ölçüde göğüslediğimi sanıyorum. Uluslararası bir toplantıda karşılaştığım, “Karşılaştırmalı Edebiyat” duayeni Gürsel Aytaç’ın, “Alper, çok iyi şeyler yapıyorsun ve haklısın, birilerini susturmayı başardın” deyişini bir onur armağanı olarak taşıyacağım. Hemen her dergi yazısında, hatta Hasan Ali Toptaş’ın Almanca yayınlanmış Gölgesizler kitabının arka sayfasına yazdığı yazıda bile, “Köy Romanı”na sataşmadan duramamış eleştirmenimiz Yıldız Ecevit’in (yattığı yer incitmesin) ölümünden önceki yıllarda Köy Enstitüleri’nden ve enstitülü yazarlardan övgüyle söz etmiş olduğunu duyunca (Kaynak: Türküler Erdost) çok sevinmiştim…

“Romanlarımızda Kurtuluş Savaşı ve Kadınlarımız” dosyasını tamamladıktan sonra ele aldığım, Attila İlhan yazını üzerinden kültür tarihimize genel bir bakış çabasında da Sevr, Kurtuluş Savaşı, köylü sorunu, Köy Enstitüleri ve enstitülü yazarlarla içli dışlıyım. Attila İlhan’ı çok başarılı bir romancı olarak tanıdım ve yararlanarak, severek okudum romanlarını; “Anılar ve Acılar” dizisi içindeki kitaplarına geçtiğimde ise üzüntü ve şaşkınlık içinde kaldım. Onun köylülük, Köy Enstitüleri ve enstitülerden çıkmış yazarlar hakkındaki yorumlarının yanında, Türkiye sosyalizm ve kültür tarihinin çok önemli bir parçası olan Attila İlhan’ın içinde bulunduğu koşullar gereği çok iyi tanımış olması gereken Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı (ki, o Kıvılcımlı, Attila İlhan’ın kafasındaki tüm sorunlara çözüm getirecek, bulduğu boşlukları dolduracak bir mücadele ve kültür insanıdır) hiç olmamış sayması, bir “susuş kumkuması”na (Doktor’un deyimidir) uğratmaya çalışmasını, bıraktık her şeyi bir tarafa, onun şairliğine yakıştıramadım.

Kurtuluş Savaşı bugün için de büyük dersler içeren çok önemli bir tarih hazinesidir; Kuvayımilliye’nin temel gücünü oluşturmuş, devrimci genç subaylar öncülüğünde emperyalizme ve yerli ortaklarına kök söktürmüş olan köylülük, geleceğin Türkiyesinin, hatta dünyasının emperyalist-kapitalist yağma ve sömürüden çıkışta önemli roller üstlenecek bir “mazlum milletler” gücü olacaktır.

Köylüleri vurmadan ve öldürmeden önce çok ama çok düşünmemiz gerekiyor! Hayata gözlerimi bir köyde açtım, onların arasında gençliğimi geçirdim, yaşam dersleri aldım…

Sevr’i başımıza bela edenler ile Unesco’nun 1966 yılında “Hizmet Ödülü”ne layık bulup 1967 yılında “Örnek İnsan” seçtiği Mahmut Makal’ı değersizleştirmeye kalkanlar aynı kaba işiyor sonuçta… Bugünkü despotik karanlığı, emperyalist tekellerle birlikte ülkeyi yağmalayan din bezirgânlarını “demokrasi” adına “legalize eden” ve destekleyen o liberal aydınların yatacak yeri yok…

Selam olsun Sevr’i yırtıp atan Lozan’a, selam olsun tarih boyunca karanlıklara karşı direnmiş “halk gülmece kültürü”nün ve üretimin, kandaş toplum geleneğinin imececi temsilcisi köylülüğe, selam olsun hayatın derin dip akıntılarına ulaşmayı başarmış Mahmut Makal ve arkadaşlarına…

Gününüz de aydın olsun…

 

Exit mobile version