1971 İLE 1995 Mart’ının 12’inci Günü ( Dersler)[1]

Getting your Trinity Audio player ready...

TEMEL DEMİRER

“Duyduğumu bilirim,
gördüğümü hatırlarım,
yaptığımı anlarım.”[2]

1971 ile 1995 Mart’ının 12’inci gününe, tarihsel arka planına dair bir şeyler şeylerden söz etmenin bana ilk adımda hatırlattığı, Halil Cibran’ın, “Hatırlamak buluşmaktır,” sözü oluyor…

Kimsenin şüphesi olmasın! Dünyayı değiştirme mücadelesinde farklı günlerin biriktirdikleri, inşa hâlindeki tarihsel süreçte birbirini besleyen zincirin halkalarını -Friedrich Nietzsche’nin “Hiçbir şey düşleriniz kadar size ait değildir,”[3] vurgusundaki üzere!- birbirine ekler.[4]

1971 Başkaldırısı’ndan 1995’in Gazi Direnişi’ne dek 12 Mart’lar da…

 

1971 BAŞKALDIRISI

 

Üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçen 12 Mart 1971 Darbesi’nin (12 Eylül 1980 gibi!) yaptığı, MESS’in, TÜSİAD’ın, IMF’nin, Dünya Bankası’nın istediklerini hayata geçirerek emeği ve devrimcileri karşı-devrimci girişiminden ibarettir!

Tekelci sermayenin coğrafyamızın kaderine (tartışmasız biçimde!) ABD emperyalizminin tam desteğiyle el koyduğu “12 Mart Darbesi’nin gerçek yüzü işkenceye, kontgerillaya dayalı davalardan okunabilir”ken;[5] tarihe emekçiler ile devrimcilere karşı “her yol geçerli, haksız-hukuksuz davalar yıl”ları[6] olarak kaydedilmiştir.

“Emperyalist müdahale” kavramı dışında kavranılması mümkün olmayan 12 Mart da CIA tarafından organize edilmiş, yerli büyük sermaye tarafından da desteklenen darbeler kapsamında, 1973-1985 tarihleri arasında başta Latin Amerika olmak üzere Uzak Doğu ve Orta Doğu coğrafyasında gerçekleşen15 civarında askeri darbeden biriydi.

1960 sonrası özellikle Latin Amerika ve Türkiye’deki darbelerde ABD emperyalizminin ve NATO’nun payı elbette çok büyük. Çünkü (ekonomik-parasal ilişkileri bir yana bırakın) darbeciler ve temsil ettiği ordular doğrudan Pentagon ve NATO ile ilişkililer.

Ancak darbelere neden olan diğer bazı (daha ziyade içsel) ekonomik ve politik faktörler de söz konusu. Bunların başında kuşkusuz derin ekonomik ve politik krizler geliyor.  Yine de, “ekonomik faktörler”i salt “içsel” faktörler olarak okumak doğru değil. Unutulmamalı, 1970’ler kapsamlı bir kriz yaşayan kapitalist sistemin kendine “çıkış yolu” aradığı yıllardı.

Bu yolda Salvador Allende’nin katliyle Şili’de başlayan karşı-devrimin uygulamaları neo-liberalizmin ilk uygulamaları oldu.

Müthiş bir egemen terör ile hayata geçirilen ABD (+ yerel) zorbalığın etkileri coğrafyamızda onca zaman sonra dahi sürüyor.

ABD ve NATO’yu tedirgin eden anti-emperyalist damarı hedef alan 12 Mart Darbesi’nin öteki yanı ise düzen içi siyaseti (parlamentarizm) yerle yeksan eden (hâlâ ayaktaki) devrimci direniş geleneğini yaratmasıydı.

1971’in arka planında “imkânsızı isteyen” devrimcilik ile olabildiğince 68 hakikâti vardı.

 

68 HAKİKÂTI

 

Mayıs 68 dediğimiz zaman önce Fransa gelir akla. Çünkü Paris, 1968, öğrenci hareketlerinin yoğunluğuyla simgeleşmiş dönemdir. Ama Amerika, Almanya, İtalya, İngiltere ve dünyanın birçok yerinde aynı dönemde büyük gençlik hareketleri görüldü. Aslında dünya açısından bakarsak, bu bir süreçtir. 1965’te başlayıp 70’lerin ortalarına kadar süren bir dünya durumunun en parlak, en üst düzeyde ifadesini bulduğu bir dönemdir 68.

Bugünden baktığımız zaman, bu büyük dünya çalkantısından geriye ne kaldı diye sorarsak; özellikle emperyalist metropollerde bir kaç afiş, şarkılar, bir gençlik heyecanı ve şenlikli bir gençlik hareketinin anıları; ama sönmüş gitmiş bir dönem görürüz.

Türkiye’de ise öyle olmadı. Türkiye’de 68 yine aynı dönemi kapsar ama uzar; 65’den başlar 80’e kadar sürer. Yalınızca bir öğrenci hareketi değildir. Büyük bir kitlesel halk muhalefeti olarak karşımıza çıkar.

Eğer 50 sene sonra hatırlayabilirse, dünya 68’i farklı hatırlar. Ama Türkiye hiç unutmaz! Türkiye’de Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi isimlerin simgelendiği bir başka mücadele vardır. Bu mücadelede özellikle Deniz’in adı dönem simgesi olarak parlaktır; O dönemin yıldızı gerçekten Deniz Gezmiş’tir.

Bunun sebebi; Deniz’in bütün halk muhalefetini simgeleyen bir figür olmasıdır. Kendi başına bir şey değildir Deniz. O büyük işçi köylü hareketinin içinde ortaya çıkmış ve eylemleriyle, kişiliğiyle, görüşleriyle, mücadele biçim, teknik ve taktikleriyle simge olmayı hak etmiş bir isimdir. Bir öğrenci lideridir ama bir halk kahramanı hâline gelmiştir. Diğer ülkelerde hiçbir öğrenci lideri bir halk kahramanı olarak anılmamaktadır.

Sebebi; zaten büyük bir halk hareketine dayanmamalarıdır. Oralarda öğrenci hareketi olarak başlamış ve sönmüştür.

‘Deniz’in Gözleri’nde Aydın Çubukçu’nun ifadesiyle, “Türkiye’de ise, doğrudan doğruya emperyalizme karşı bir mücadele, başta üretici köylülük olmak üzere, halkın ihtiyaçlarına cevap veren bir mücadele olmuştur. Büyük kentlerde işçi hareketi ile öğrenci hareketi temas hâlindedir ve bir bütünlük gösterir. Dolaysıyla bizim 68’imiz, işçi, köylü, öğrenci hareketinin bir ürünü ve bileşimi olarak ortaya çıkmıştır.

Öğrenci hareketi bizim ülkemizde bu büyük toplumsal hareketin bir köpüğüdür. Kaynayan başka bir şey vardır ve Deniz işte burada bir halk muhalefetinin simgesi hâline gelmiştir. Bu yüzden 50 yıl da geçse bizimki unutulmaz; süren bir mücadelenin üzerindedir. Bu gün, Deniz canlı bir mücadelenin bayrağı hâlinde hâlâ önde yürümektedir. Ama Avrupa’da, Amerika’da böyle bir simge yoktur.”

Evet “68 hareketlerinin ana karakteri kitle sorunlarına doğru tespit etmek, kitle beklenti ve özlemlerine yönelik eylemleri harekete geçirmektir. Bunda çoğu zaman statüko ile çatışmak kaçınılmazdır. 68 bu anlamda dünya ölçeğinde başkaldırıdır.”[7]

Bu süreç, coğrafyamızda ise, “Altmışlı yıllarda Türkiye’de gelişen devrimci mücadele başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi emperyalizme karşı mücadeleyi ve bağımsızlığı temel alarak gelişti.”[8]

 

MÜCADELE YILLARI

 

  1. Filo eylemleri sadece döneme karakterini vermekle kalmadı, anti-emperyalist tutumun temellerinin atılmasını da sağladı.

Devrimciler kuşkusuz 1967-1971 sürecinin taşıyıcı unsurlarıydı. Sadece kendi taleplerini değil, tüm ülkenin ihtiyaçlarını gözettiler.

Üniversite amfilerinden fabrika direnişlerine ve köylü mitinglerine uzanan büyük uyanış dönemiydi 1971 başkaldırısı.

Sonraki yıllarda gerçekleşecek güçlü direnişlerin de ana rahmi oldu. TİP’le başlayan, Dev-Genç’i yaratan, DİSK’i var eden bu süreç aynı zamanda emperyalist müdahalelere, faşist örgütlenmelere ve gerici saldırılara da tanıklık etti.

Bu süreç içerisinde ABD gizli servisi CIA tarafından desteklenen gerici faşist yapılar içerisinde faaliyet yürüten onlarca isim, ülkenin son 35-40 yılının yönetiminde söz sahibi oldu. Gelinen karanlık sürecin ilk tohumları da o dönemde atıldı. Üniversite saldırılarını, Kanlı Pazarları yaratan Komünizmle Mücadele Derneği, Milli Türk Talebe Birliği gibi örgütler bu süreçte palazlandı.

Türkiye 1960’ların başıyla birlikte büyük bir toplumsal değişime tanıklık etti. Sınıfsal anlamda çelişkiler derinleşti, buna bağlı olarak da mücadele büyüdü. Daha çok aydın ve üniversite gençliği ile sınırlı kalan sol-sosyalist fikirler, bu dönemde toplumun tüm kesimlerine yayıldı.

TİP’in 1965 seçimlerinde 15 vekille Meclis’e girmesi değişim talebinin de somut göstergesi oldu. Hareketlenen üniversitelere, sendikalar da eşlik etti. O güne kadar görülmeyen ölçekte büyük grevler yapılmaya başladı. Ürünlerini yok pahasına tüccara kaptıran, açlık içinde yaşayan topraksız yoksul köylüler isyan etti. Anadolu’nun birçok kentinde köylü mitingleri düzenlendi.

Devrimciler ilk kez ve çok güçlü olarak halkla buluştu ve bağ kurdu. Bu gelişmeler ülke siyasetini deyim yerindeyse beşik gibi salladı. Siyasette Adalet Partisi ve CHP arasında oluşan denge durumunu yerle bir etti.

1967 ile 12 Mart 1971 yılına kadar onlarca üniversiteli ve işçi katledildi, yüzlerce tutuklama ve gözaltı yaşandı. Egemenler halkın taleplerini karşılamak yerine şiddetle ve baskıyla üzerine gitmeyi tercih etti. Ülkenin bir anlamda geleceği çizildi. Denilebilir ki devlet, 12 Mart’la tercihini yapmıştı; burada özgürlük, eşitlik, kardeşlik taleplerine yer yoktu. Her gün devlet eliyle biraz daha gericileştirilen, militarize edilen bir ülkenin ilk ve en önemli adımlarından biri oldu. Devrimcilerle ve onların değerleriyle savaşanların önü açıldı. Bugün 12 Mart’ta açılan yolun ülkeyi getirdiği noktayla yüzleşiyoruz. Yol verdiklerinin ülkeyi getirdiği nokta ortada.

Devrimci gençler 1967-1971 sürecinin taşıyıcı unsurlarıydı. Kendi taleplerini değil, ülkenin ihtiyaçlarını gözettiler. Her tarafa yetiştiler. Harun Karadeniz’den Deniz Gezmiş’e, Ulaş Bardakçı’dan Mahir Çayan’a, İbrahim Kaypakkaya’dan Ali Haydar Yıldız’a kadar adları hiçbir zaman unutulmayacak yüzlerce devrimci, ülkenin her tarafındaki işçi grevlerinde, köylü mitinglerinde görev aldılar.

Devrimci fikirlerin amfilerinden Anadolu’ya tohum olup düşmesini sağladılar. Mücadeleleri, talepleri çok şiddetli bir şekilde, kanla bastırıldı. Fikirleri yok edilmeye çalışıldı. Emperyalizme bağımlı, sömürünün kol gezdiği ülke yaratılmaya çalışıldı. Büyük ölçüde başarıldı da. Ama başaramadıkları bir şey var; daha tetiği çekmeden, darağacı kurulmadan o isimler bayrak oldu. Bu yüzden bugün ülkeyi yönetenler hâlâ en çok eski hasımlarından korkmaya devam ediyor.

Bu kadar da değil! Mücadele işçi sınıfıyla buluştu; 15-16 Haziran’da bunun canlı tanığıdır!

Örneğin 1970’te çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik yapan tasarı, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin işbirliğiyle önce Millet Meclisi ardından Senato’dan geçirildi. Kanunlaşan tasarı esas olarak Türk-İş’ten DİSK’e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdi. İstanbul’un iki yakasından yürüyüşe geçen yaklaşık 75 bin işçi iki gün içerişinde onlarca barikatla ve müdahaleyle karşılaştı. Eylem sonuç verdi ve CHP ile TİP vekilleri Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Yasa değişikliği konusunda açılmış olan davaları daha sonra karara bağlayan AYM değişikliklerini iptal etti.

Dahası toplumsal uyanışı bastırmak için gerici faşist çeteler devreye sokuldu ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerince…

Hızla büyüyen toplumsal uyanış ve mücadele sadece ülke içerisindeki egemenlerin değil ABD’nin ve NATO’nun da uykularını kaçırdı. Devletin resmi kolluk kuvvetlerine gerici-faşist çeteler de yardımcı oldu. 1968 yılında ABD-CIA desteğiyle komando kampları oluşturuldu.

Önceki yıllarda kurulan Komünizmle Mücadele Derneği ve Milli Türk Talebe Birliği de bu dönemde devreye girdi. Daha sonra ülke yönetiminde yer alan birçok ismin yolu bu yapılardan geçti. Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, İsmail Kahraman, Abdülkadir Aksu gibi isimler sadece bunlardan birkaçı. Komünizmle Mücadele Dernekleri içerisinde de Fetullah Gülen gibi isimler yer aldı.

Bu iki dernek açıkça ABD yandaşlığı yaptı ve başta 6. Filo eylemleri olmak üzere ABD karşıtı eylemlere açık müdahale çağrısında bulundu. Bunlardan en iyi bilineni; 16 Şubat 1969 tarihinde iki gencin öldürülmesiyle sonuçlanan Kanlı Pazar’dır. 6. Filo’yu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün çağrısıyla Taksim Meydanı’nda toplananlara gerici faşistler saldırdı. Bu saldırıda Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı gençler bıçaklanarak öldürüldü. Polisin olaylara müdahale etmek bir yana saldırganların yanında tutum alması büyük bir öfkeye neden oldu. Yukarıdaki fotoğraf aynı zamanda 12 Mart Cuntası’na giden süreçte devletin tutumunu net şekilde gösteriyor.

Gençlik hareketleri üniversitede mücadelenin ilk evresi sayılan 1965-1967 yılları arasında, daha çok ülke sorunlarını tartışan, çözüm arayan topluluklar hâlindeydi. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak gençlik Türkiye’de süratle politikleşti ve sözünü daha yüksek sesle söylemeye başladı. Antiemperyalist duruşun en önemli simgelerinden biri olan Vietnam Kasabı Komer’in 6 Ocak 1969’daki ODTÜ’yü ziyareti sırasında yaşandı. Rektörlük binasının kapısında duran 1968 model Cadillac otomobili, ODTÜ’lü öğrenciler tarafından yakıldı. Eylem sonrası tutuklamalar yapılsa da 3 binden fazla öğrenci dilekçeyle kendilerinin de eyleme katıldığını bildirmişlerdi. Tüm bu gelişmeler Fikir Kulüpleri Federasyonu’na (FKF) sığmayan bir öğrenci hareketinin de habercisiydi. 1969 Ekim ayında FKF, Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (Dev-Genç) adını alarak süreci ileri bir noktaya taşıyacaktı. Bu örgütün ismi tüm Anadolu’da kulaktan kulağa yayılarak bir efsaneye dönüşecekti.

Bu güzergâhta mücadelenin sembolik işaret fişeği 6. Filo eylemi oldu…

Vietnam Savaşı, Ortadoğu’da ABD’nin İsrail yanlısı tavrı ve benzeri gelişmeler tüm dünyada olduğu gibi gençlik içerisinde Amerika karşıtı bir damarı geliştirdi. ABD’nin Akdeniz’deki gücü olan 6. Filo’nun İstanbul’a gelişi, dönemin iktidarı tarafından coşkuyla karşılanışı tepkiyi daha da büyüttü. 1967’nin Haziran’ında başlayan ve yaklaşık iki yıl süren 6. Filo eylemleri sadece döneme karakterini vermekle kalmadı, günümüze uzanan antiemperyalist tutumun da temellerinin atılmasını sağladı.[9]

 

71 DEVRİMCİLİĞİ

 

12 Mart’a başkaldırıp, “Vivamus, Moriendum Est/ Madem ölmemiz gerekiyor, o hâlde yaşayalım,” diye haykıran 71 Devrimciliği hepimize Attilâ İlhan’ın, “Sert adamlardı/ güneşten ışık yontarlardı…”

Sergiu Nicolaescu’nun, “Gideceğim, ama asla ölmeyeceğim…”

Georges Politzer’in, “Ölümün bağrında yaşam vardır…”

Furuğ Ferruhzad’ın, “Hangi yaşta ölürsek ölelim, tamamlanmamış cümlelerimiz olacak…”

Howard Fast’ın, “Yaşamını cesurca düşüncelerine kurban edenlerin sonsuza dek adları ve şerefleri var olsun!”[10] tanımlarıyla müsemma bir ölümsüzlüğün yarattığı devrimci kalıt ve süreklilik içinde kopuş praksisiydi…

“Hesap vermek ve hesap sormak tarih yazmaktır,”[11] saptamasının altını özenle çizerek ekleyelim: 71 Devrimciliği, 11. Tez’in tarz-ı siyasetiydi…

Yani “Sosyalist hareketin devrimci virajı”ydı[12] 71 Devrimciliği…

Mahir Çayan’ın, “Bir direniş geleneği yaratmalıyız. Bu direnişte bir çoğumuz, belki de hepimiz ölebiliriz, ama gelecek kuşaklara bir direniş geleneği bırakırız,” formülasyonuydu…

“Bu çelik aldığı suyu unutmayacak” “Halkın menfaati ile partinin menfaati çeliştiği zaman Marksist-Leninistler, halkın menfaatinden yana çıkarlar.” “Komünistler hiçbir milli ayrıcalığı savunmuyor. Milletler arasında mutlak eşitliği savunuyoruz,” diyerek “ser verip sır vermeyen” İbrahim Kaypakkaya’ydı…

Oktay Etiman’ın, “Devrimciler gerçek hayatta yaşayan eylemcilerdir. Bundan dolayı devrimcilerin bir efsane gibi değil, kendileri hayatta iken de hayattan ayrıldıktan sonra da hakikât içinde, hakikâtlerin arasında yaşamış insanlar olarak algılanmalarını doğru bulurum. Ama elbette ki insanlar devrim mücadelesine en çok emek vermiş insanları bir şekilde tanımlarlar. Hatta onlardan biri de ‘efsane’ olmaktır ama tabii bunu bir sevgi, saygı ifadesi olarak alırım ben. Bir devrimci her zaman kendisinin hayatla hesaplaşması, nasıl yaptığının bilinmesi ve buna değer verilmesi bakımından hayatının anlamlandırılmasını düşünür…” tarifindeki hâldi…

Ya da “O konuşmaya başladı mı ODTÜ’de çıt çıkmazdı. Kuş uçmaz, kuş… Mimarlık Amfisi de, Devrim Stadyumu da tıklım tıklım dolardı. “ODTÜ’den Nurhak Dağları’na bir direniş türküsü yazdılar”[13] diye anılan Sinan Cemgil, ODTÜ’lülerin bugünkü “Hocam” hitabının mucidiydi. Israrla sınıf farkı ve üstünlük içermeyen bir hitap biçimi ararmış ve “Hocam”ı bulmuştu. Okuldaki çalışana da, arkadaşına da, otobüs biletçisine de “Hocam” diye hitap eder , ve “Bir kısmımız ve hatta hepimiz ölebiliriz; ama öyle bir ateş yakacağız ki bu ateş bir daha hiç sönmeyecek, söndürülemeyecek,” derdi…

Veya “Parkamı, botlarımı çıkarmayacağım. Ölüm gömleğini giydirecekler, giymeyeceğim. Traş olmayacam. Bir sigara yakacam, üstüne demli bir çay içeceğim. Haa… bak, Rodrigo nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim. Urganı kendim boynuma geçireceğim. Sonra dönüp beni seyredenlere sesleneceğim. ‘Ölen bedenimdir, düşüncem yaşayacak’ diyeceğim,” kararlılığıyla Deniz Gezmiş…

“Onlar çok mu gençtiler”?!

Sakın ola unutmayın: “1970-1971 yıllarında örgütlerini kurarak fiilen mücadeleye giren gençlik liderleri, artık ‘devrimci gençler’ değildi. Türkiye’de bu insanların hâlâ ‘gençliğin önderleri’, ‘1968 kuşağı’, Deniz, Hüseyin, Yusuf söz konusu olduğunda ‘üç fidan’ ve benzeri nitelemelerle anılmaları yanlıştır. Bu kahraman kuşak, THKO’yu ve THKP’C’yi, bir de İbrahim Kaypakkaya önderliğinde TKP-ML/TİKKO’yu kurduğunda artık ‘devrimci gençler’ olmaktan çıkmıştır. Onlara böyle yaklaşmak Marksizmin devrimi ve devrimciliği de bilimsel bir yöntemle ele alan tutumuna aykırıdır. Onlar artık ‘devrimci gençler’ değildir. ‘Genç devrimciler’dir. Daha doğrusu, devrimci örgüt önderleri, kadroları, militanlarıdır.”[14]

Bu babda süzü “Bu satırları yazarken yetmişaltı yaşındayım. İdam cezası aldığım günlerde yirmibeş yaşındaydım. Tüm acılara, zulme rağmen yoldaşlarımla birlikte yaşadığım o günler yaşantımın en onurlu günleriydi,” vurgusuyla Atilla Keskin’in satırlarına bırakıyorum:

“Öncelikle şu tespiti yapmak gerekir. Toplumsal olayları yaratan/ ortaya çıkaran tek tek insanlar değildir. Tersine devrimci örgütlerin önderlerini Türkiye’de de toplumsal olaylar ortaya çıkarmıştır.

Giderek gelişen ve toplumsallaşan “altmışsekiz” olaylarını boğabilmek için egemenler her türlü yöntemi kullandı. “Örgütler bu baskı ve şiddet yöntemine karşı ortaya çıktı” diyebiliriz. Demokratik yollarla Türkiye’de değişim olamayacağı giderek belli olunca silahlı mücadeleyi temel alan örgütler yapılanmaya başladı.

Bu örgütlerin öncüleri Deniz, Mahir, Kaypakkaya gibi yoldaşlar, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde okuyan ve okullarını bitirince önleri açık olan gençlerdi. Buna rağmen önlerindeki nimeti tepip yoksulluğa, sömürüye, baskıya karşı bir isyan hareketine giriştiler. Hiçbirisinin aklında iktidarı ele geçirip belli mevkilere gelmek gibi bir düşünceleri yoktu. Tek çabaları yaktıkları isyan ateşinin büyümesi ve emekçi kitlelerin katılımıyla gerçekleşecek olan bir hakça düzenin kurulmasıydı. Bu ütopya için kendilerini feda etmeye hazır insanlar topluluğuydu bu örgütlerde bir araya gelmiş olanlar.”[15]

 

ALEVÎLİK/ KIZILBAŞLIK

 

Pir Sultan Abdal’dan mülhem, “Bizim meselemiz kapının itiyle değil, ol kapının kendisiyledir,” diyen Alevîk/ Kızılbaşlık “Eline, beline, diline sahip olan” komünalist geleneklere sahip halkçı, mistik ve senkretik bir dini, siyasi ve sosyo kültürel inanç ve harekettir.

Elbette Baba İlyas’ın yolunda tarihsel, toplumsal ve inançsal boyutlarıyla yerli yerine oturtmaya ihtiyaç olan Alevîlik konusunda Friedrich Engels’in şu saptamasını hatırlamakta fayda vardır:

“Feodalizme karşı devrimci muhalefet; tüm Orta Çağ boyunca kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçiminde göstermiştir… Hatta XVI. yüzyılın din savaşları adı verilen durumlarda bile, her şeyden önce çok ciddi sınıf çıkarları söz konusudur… Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolayca açıklanır…”

Hiç şüphesiz Alevî/ Kızılbaş cemaatler de tarihin her döneminde haksızlığa, baskıya, sömürüye, zorbalığa, talana karşı mücadele edip; adalete, eşitlik ve paylaşıma dayalı toplumsal bir düzen istemişlerdir.

1240 yılında Baba İlyas önderliğinde ve onun baş halifesi Baba İshak komutasında ayaklanan yoksul köylüler/ göçebeler Selçuklu tahtını şiddetli bir biçimde sarsmışlar; ancak sonuçta yenilip ve kılıçtan geçirilmişlerdir.

Selçuklu tahtında Sultan Keyhusrev bulunduğu kesitteki, baskı ve zulmüne karşı Anadolu’daki ilk kitlesel ayaklanmaya kadın/ erkek, çoluk/ çocuk tüm halk katılmış. Lakin Malya Ovası’ndaki çarpışmada Selçuklu hanedanının paralı Frenk askerleri insanları ayrımsız katletmişlerdir.

Torlak Kemal (1420), Şeyh Bedrettin (1421), Karabıyıkoğlu Hasan (1511) ile 1511’de de yoksulluk, baskı ve ağır vergi yüklerine karşın Şah Kulu Ayaklanması’nın köşe taşlarını oluşturduğu Alevî/ Kızılbaş direnişleri, 1512 Nur Ali Halife, 1518 Bozoklu Şah Celal, 1519 Şah Veli, 1526 Baba Zünnun, 1527 Zünnünoğlu Halil ve 1527’de gerçekleşen Kalender Çelebi Ayaklanması ile zirveye ulaşırken; Anadolu’daki Alevî/ Kızılbaş cemaatlerin en geniş çaplı direnişi Kalender Çelebi Ayaklanması da, Osmanlı’yı derinden sarsmıştı.

1420’den 1527’ye kadar aşağı yukarı bir asır süren dini ayaklanmaların hemen hepsinde Rafızilik damgası vardır;[16] zulüm de Alevî/Kızılbaş kıyımlarında somutlanan Osmanlı Engizisyonu ile sürdürülür.

Osmanlı döneminde Kızılbaş katliam(lar)ı İkinci Murat’ın Amasya, Tokat Çorum’da 1427’de gerçekleştirdiği kırımların yanı sıra, Yavuz Sultan Selim döneminde zirve yapar.

Alevîler, en büyük darbeyi 1514 Çaldıran savaşı öncesi 40 bin Alevî’nin kılıçtan geçirilmesiyle yaşamıştır. Kanuni Sultan Süleyman dönemi Şeyhülislâmı Ebusuud Efendi’nin fetvaları, Alevîlerin kamusal yaşamda ve gündelik hayatta uğradığı ayrımcılıkların resmen ilanı kabul edilir.

Kanuni Sultan Süleyman’ın İbrahim Paşa (Pargalı) eliyle Süklün Koca, Baba Zünnun ve Kalender Çelebi ayaklanmalarını bastırırken devreye soktuğu toplu kırımlar…

1545-1574 kesitinde İskilipli Ebussuud Efendi’nin Kızılbaş katliam(lar)ı…

1570-1574-1583’de Amasya-Merzifon dolaylarındaki Kızılbaş katliamları…

1606 ve sonrasında Kuyucu Murat Paşa’nın kırımı…

1656-1661 Celali isyanları ile devreye giren katliamlar… Vd’leri, vb’leri…

Yeniçeriliğin, 1826 yılında, II. Mahmut tarafından ortadan kaldırılması sırasında Alevî Bektaşi dergâhlar yasaklanarak, bazılarına Nakşibendi şeyhlerinin atanmasıyla ciddi sıkıntılar yaşanır.[17]

Özetle Osmanlı tarihi bir yerde, Alevîlerin katliamları tarihidir!

‘Alevîlik’ raporuna göre, 80 yılda her iki Alevî’den birinin asimile olduğu Türkiye’de nüfusunun yüzde 15’i Alevîlerden oluşurken; yaşadıkları eşitsizlik ve ayrımcılık, Avrupa Komisyonu’nun ‘2012 Türkiye İlerleme Raporu’nda madde madde sıralandı.

Kaldı ki bu yeni bir şey değildir; ayrımcılığın köklü bir tarihi vardır.

Alevî/ Kızılbaş toplumuna yönelik tarihten günümüze değin uygulanan engizisyon, teolojik, ekonomi politik, sosyal ve tarihsel kökenleri olan etmenlerin doğurduğu bir sonuçtur.

Osmanlı resmi ideolojisinde Alevîlerin/ Kızılbaşların “zındık”, “mülhid”, “kafir” ve “düşman” diye tanımlanmasının, dönemin şeyhülislâmlarının “Kızılbaşlar’ın öldürülmesi ve topluluklarının dağıtılması tüm Müslümanlara vacip ve farzdır. Bu grubun öldürülmesi kâfir öldürmekten daha sevaptır,” biçimindeki fetvalarının, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Alevîlere/ Kızılbaşlara yönelik baskıcı, asimile edici ve düzen içinde tutmaya yönelik çabalarının ve bunun sonucu gelişen bilincin kitlesel tarzda dışa vurumunun bir sonucudur.

Fatih binlerce Hurufi’yi çukurlara doldurup diri diri yakarken, ya da Madımak’ta canlar diri diri yakılarak katledilirken arkadan gelen “Allahuekber” nidaları ve “Zafer İslâm’ın, bu ateş Allah’ın ateşi, kafirlere ölüm” sloganlarının herhangi bir temeli olmayan bir tesadüf ya da provokasyon sonucu olduğunu kim iddia edebilir ki?

17-20 Nisan 1978’de Malatya; 19-26 Aralık 1978’de K. Maraş; Mayıs-Temmuz 1980’de Çorum; 2 Temmuz 1993’de Sivas Madımak ve 1995’de Gazi Katliamı vd’lerindeki üzere her şey gözümüzün önünde olup bitmektedir. Bu gerçek kavranmadığı müddetçe katliamlara katliam diyememe ve gerçekle yüzleşememe gafleti gösterilebilmektedir.

Gani Kaplan’ın, “İslâmı kullanarak Alevîliği yok etmeye çalışıyorlar,”[18] notunu düştüğü çerçevede devlet aklı Alevîliğin/ Kızılbaşlığın içeriğini, sınırlarını çizmeye çalışarak kabul etme arayışına girip; denetleme, gözetleme ve kontrol altına alınan, bir Alevîlik/ Kızılbaşlık istemiyor.

Alevîliğin/ Kızılbaşlığın egemen politik akıl tarafından çizilen sınırlara hapsedildiği bir “makul ötekilik” gömleği giydirilmeye çalışılırken, Alevî/ Kızılbaş inancına Türk-İslâm paydasında “yerli ve milli” olma şartı dayatılıyor.

Böylelikle de Alevîliğin/ Kızılbaşlığın kimliği adeta mumyalanıp, folklorize edilirken, komünalist ve isyancı içeriği soyutlanarak rafa kaldırılıyor.

 

GAZİ KATLİAMI

 

Öncelikle şunun altını çizelim: Gazi Mahallesi katliamı Türk(iye) siyasi tarihi açısından bir “yol kazası”, “tesadüf”, “münferit olay” falan değildir…

Egemenlerin siyasi tarihinde ezilenlere, ötekileştirilenlere reva gördüğüdür!

Coğrafyamızın yakın sosyal mücadele tarihinde kitle kırımlar ıçoktur. Onlarca yıldan beri Ortaca (1966), Kırıkhan (1971), Malatya (1978), K. Maraş (1978), Çorum (1980), Sivas (1993), Gazi (1995) olaylarının acılarını yaşadık.[19]

O hâlde altını bir kez daha çizelim: Türk(iye) siyasî tarihi aynı zamanda bir katliamlar tarihidir; 1990’ların kirli savaş kesitinde “derin (denilen) devlet” Gazi Mahallesi’nde de ortaya çıktı.

12 Mart 1995 Gazi Katliamı ile yaşananların verdiği ders, Jean Paul Sartre’ın, “İnsanlık özgürlüğe yazgılıdır; çünkü bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur,” saptamasını bir kere daha doğrulanmasıdır; Gazi Mahallesi direnişiyle tarihe kaydedildi.

Bir direniş sembolü olan Gazi için “olayı/ isyanı bitmeyen mahalle” derler; doğrudur. Çünkü emekçi, Alevî/ Kızılbaş ve Kürt’tür; ezilenlerin mekânıdır; “sol kültür”ün, iktidara direncin ürünüdür Gazi Mahallesi.

Fiili olağanüstü hâlin yaşandığı kırmızı bir bölgedir. Ayrıca da İstanbul’un diğer örgütlü emekçi mahallelerinde olduğu gibi polis eliyle uyuşturucu, kumar ve fuhuş teşvik edilerek yozlaştırılmaya çalışılan bir mekândır. Ezilenlerin yoğunlaştığı bir “varoş”tur.

Tarihi terim olarak varoş; kent ve kasabaların kale koruması dışında kalan bölümüyken; sözcük anlamıyla kent merkezine 20-30 dakika yakınlıkta ve 30 yıl uzaklıkta bölge(ler) anlamına da gelir.

Kültürel açıdan çoklu ve çeşitli özellikleriyle varoş, gecekondu gibi, hemşehrilik bağlarıyla sarılı, kente göç ederken kendi kültürlerini de getirmiş, bu kültüre ve hemşehrilik dayanışmasına sarılarak hayatta kalmaya çalışan insanların mekânıdır.

Hasılı merkezin/ iktidarın dayattığı imkânsızlıklar ve ezilme ortamında dıştalanların/ ötekileştirilenlerin çok boyulu direnişi, savunma hâlindeki ısrarlı karşı koyma durumu; yani alternatif hayatta kalmak fiilidir Gazi Mahallesi direnişi…

Birikenler, Gazi Mahallesi katliamı ile patlayarak, ortaya çıkar: 12 Mart 1995 günü akşam saatlerinde İstanbul’da Alevî/ Kızılbaş vatandaşların çoğunlukta yaşadığı Gazi Mahallesi’ndeki üç kahvehane ve bir işyeri aynı anda “kimliği belirsiz”(?!) denilen kişilerce bir taksiden otomatik silahlarla açılan ateşle tarandı.

Saldırılar sonucu Halil Kaya adlı bir vatandaş hayatını kaybederken, beşi ağır, yirmi beş kişi yaralandı. Saldırganların olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünü öldürdükleri ve taksiyi ateşe vererek kaçtıkları anlaşıldı.

Olayın ardından Alevîler/ Kızılbaşlar, Gazi Mahallesi’nde toplanıp, polis karakoluna yürüdü. Polisler grubun üzerine kurşun yağdırmaya başladı ve Mehmet Gündüz hayatını kaybetti, birçok kişi de yaralandı.

13 Mart 1995 günü tekrar polis karakoluna doğru yürüyüşe geçen grup, çevik kuvvet ve özel timlerle desteklenen polisle çatıştı. Çatışmalar sonunda on beş kişi hayatını kaybederken, aralarında gazetecilerin de bulunduğu birçok kişi yaralandı. Aynı gün İstanbul Valiliği Gazi Mahallesi ile iki mahallede daha sokağa çıkma yasağı ilan etti.

Gazi Mahallesi’ne giriş ve çıkışlar polis kontrolüne alındı. 14 Mart 1995 günü, Gazi Mahallesi’nde konan sokağa çıkma yasağına rağmen olayların bir türlü yatıştırılamaması üzerine bölgeye askeri birlikler sevk edildi.[20]

Yine aynı gün Gazi Mahallesi ile Ankara Kızılay Meydanı’ndaki dayanışma eyleminde otuz altı kişi yaralandı. 15 Mart 1995’te de olaylar Ümraniye’ye sıçradı. Mustafa Kemal Mahallesi’nde de beş kişinin ölmesi ve yirmiden fazla kişinin yaralanması üzerine bu bölgede de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 16 Mart’ta da dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu olayların yatıştırıldığını söyleyerek bölgedeki sokağa çıkma yasağının kaldırıldığını açıkladı.

Olaylardan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa Savcılığı’nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında “müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek” iddiasıyla dava açtı.

Gazi Direnişi bölgeyi özerkleştirdi; “kendini gerçekleştirme”, “karşılıklı yardım”, “eylem”, “yasama ile yürütmenin iç içe geçmesi” bağlamında önemli adımlar attı; kolektivizmin örgütlenmesinin önünü açtı…

Bu bir araya gelmiş insan(lar) topluluğunun devrimci komiteleşmesini; yönetim görevini yüklenmiş kimselerden oluşan konseylerin oluşmasını; söz, karar ve yetki sahibi olmaya dayanan ve asimetrik eşitsizlik ilişkilerine doğrudan alternatif mücadelelerini filizlendirdi…

Hasılı hepimize/ herkese, “Bir toplum ne kadar özgür olursa güç kullanmak o kadar zorlaşır,” diye haykıran Noam Chomsky’nin saptamasını ve demokrasinin halkın mücadelesinin ürünü olduğunu, olabileceğini anımsattı, ucuz yanılsamalara inat…

Ha bir şey daha: Gazi Direnişi, 1971’in devrimci direniş geleneğinden öğrenmişti!

 

1971 İLE 1995 12 MART’ININ GÜNÜMÜZ İÇİN DERSLERİ

 

  1. İ. Lenin’in, “Umutsuzluk, kötülüğün nedenlerini anlamayan, bir çıkış yolu görmeyen ve mücadele edemeyenlerin tipik özelliğidir,” diye tarif ettiği güncel tabloda 1971 ile 1995 12 Mart’ının biz(ler)e verdiği ders: Karl Marx’ın, “Madem ki insanı biçimlendiren yaşadığı koşullar; koşullar en insani şekilde biçimlendirilmelidir,” uyarısı ile V. İ. Lenin’in, “Tarihte sınıf mücadelesinin tek bir sorunu şiddet dışında çözülmedi,” saptaması ve de Mao Zedong’un, “Marksizm birçok ilkeyi içerir, ancak son tahlilde hepsi tek bir cümle ile dile getirilebilir; isyan etmek doğrudur.” “Yol ne kadar uzun olursa olsun ilk adım atılmalıdır,” ifadesiyle işaret ettiği güzergâhtır.

Başka yol yok ya da tek yol bu…

George Bernard Shaw, kapitalizm yerine “yoksullaştırma” sözcüğünü kullandığı hâlin bir uçunda çok varlıklı küçük bir azınlık, öbür uçta da yaşam güvencesi olmayan, işsiz/ aç büyük çoğunluk bulunduğunu söyler.

Azınlık, emek sömürüsüyle gittikçe zenginleşirken; emekçi çoğunluk da gittikçe yoksullaşıyor.

Günümüze gelecek olursak, aşımıza ekmeğimize, yaşamımıza el koyan emperyalistler ile işbirlikçi tekelcilik parazitlerinin talan ve baskı tablosunu Prof. Dr. Korkut Boratav’ın, “AKP, krizle geldi, krizle gidiyor,”[21] saptamasıyla ele almak vulger mekanik yanılgı olur.

Giderek tekleşen siyasal yapının totalitarizme doğru yelken açtığını görmek için kâhin olmaya gerek yokken; coğrafyamızda kutuplaşmanın geldiği boyutu değerlendiren Prof. Dr. Emre Erdoğan, “Başkanlık sisteminin kendisi kutuplaştırıcı bir sistem. Kutuplaşmadan beslenenlerden bunu değiştirmelerini bekleyemeyiz,”[22] dediği hâlde “Otokratik rejimlerde iktidar sadece ‘seçim’le değiştirilemez. Otokratik rejimler bir yana demokrasilerde bile yurttaşların kendisini ifade edebileceği tek platform seçim sandığı değildir. 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı 82 Anayasası’nda dahi hâlen ‘izinsiz toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı’ mevcuttur (madde 34). Kaldı ki emeği sömürülen, hakları gaspedilen, yoksullaştırılan ve hatta açlığa terkedilen insanların buna tepki göstermesi yasalarda yer almasa bile ‘meşru’ bir eylemdir. Öte yandan Anayasa’da sadece ‘toplu iş sözleşmelerinde uyuşmazlık olması hali’ ile sınırlandırılmış olsa da (madde 54) uluslararası sözleşmeler ve daha da önemlisi emekçinin doğal bir hakkı olan ‘üretimden gelen gücün kullanılması’ da yine genel grevi meşru bir hak hâline getirir.

Ancak, buna rağmen Kemal Kılıçdaroğlu, ‘Bizim kitabımızda sokağa çıkmak yok. Sandıkta gereğini yapacağız…’ derken, Akşener de ‘Bizde sokağa çıkın, diyen bir tavır yok!’ diyerek endişelerin yersiz olduğunu belirtip, ikide bir sokağa yönelik tehditler savuran Erdoğan’ı rahatlatmışlardır.

Muhalefet liderlerinin bu yaklaşımı karşısında, açıkça ifade etmese de Erdoğan’ın müteşekkir olduğuna kuşku yoktur. Ancak Millet İttifakı’nın ‘sandığı adres göstermek’ dışında sorunlara hiçbir çözüm getirmemesi, alternatif politikalar üretememesi ve en temel demokratik hak olan sokağa çıkma hakkını bile red ederek otokrasiye boyun eğen bir tavır sergilemesi; AKP’nin hukuksuz, yoksullaştıran politikaları altında inim inim inleyen halk kesimlerini umutsuzluğa düşürmektedir. Bu umutsuzluğun en önemli nedeni Millet İttifakı’nın otokratik rejime son vermeyi gerçekten isteyip istemediğine yönelik kaygıdır. Zira ‘kitabında ‘sokağa çıkmak’ olmayanların olası iktidarının, AKP’nin iktidarından farkının ne olacağı’ zihinleri kurcalayan bir soru olarak yanıt beklemektedir!”[23]

Ve bu durumda da Erdoğan’ın “sokak” açıklamasına HDP Grup Başkanvekili Hakkı Saruhan Oluç, “Nereden esinlenerek bu tür lafları etme ihtiyacı duydu? Halkı sokağa çağıran kimse yok. Tuhaf olan, böyle bir çağrı olmamasına rağmen bunu söylüyor olması,”[24] diyerek geri vitese sarılmaktadır!

Oysa ekonomi-politik çöküşün etkileri arttıkça sınıfsal ve toplumsal hareketlerin de artacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok; kökensel olarak diktatör kelimesinin ısrarla söylemek, buyurmak, önermek, yazdırmak gibi anlamlara gelen dictare ve söylemek, anlatmak, ifade etmek anlamına gelen dicere[25] fiillerinden türediği hâlin öne çıktığı güzergâhta olduğumuz malûm.

Şunu söylemekte yarar var: Günümüzde kapitalist devletler gittikçe otoriter bir biçimde yönetiliyor. Demokrasi oyununun dışında bir devlet gücünün varlığı sürekli bir şekilde hissediliyor. Meclislerin işlevsizleştirilmesi, hükümetlerin ya da devlet başkanının büyük yetkilerle donatılması, biçimsel bir şekilde de olsa hukuka saygı göstermeyen devlet kurumları ve sosyal hakların gün geçtikçe budanması istisna olmaktan çıkan bu yeni devlet biçiminin bazı özellikleri. Sonda söyleyeceğimizi yekten dile getirelim: Adına ister otoriter rejimler ister totaliter yönetimler istersek de diktatörlük diyelim, aslında aynı yöne işaret ederiz. Kapitalizm yapısal hâle gelen krizden çıkmak için istediği zaman demokrasiyi rafa kaldırır. Yani tarihsel süreçler içinde bazı özel durumlarda ortaya çıktığı düşünülen baskıcı yönetim biçimine eğilim aslında istisna değil. Tam bu yüzden Walter Benjamin “içinde yaşadığımız olağan üstü hâl istisna değil, kuraldır” der.[26]

Olağan üstü hâlin olağanlaştırıldığı “Bugün küresel ölçekte gerçekleşen şey kesinlikle dünyanın sonudur. Ancak bu son dünyayı kendi çıkarlarına göre yönetenlerin kastettiği anlamda değil, insan topluluğunun yeni ihtiyaçlarını karşılamaya daha uygun olacak bir dünyaya geçişi geçiş anlamındadır. Burjuva demokrasileri çağı meydana getirdiği haklar, anayasalar ve parlamentolar ile birlikte sona yaklaşıyor. Bu hukuki kabuğun ötesinde, ki bu hukuki kabuğun önemsiz olduğunu söylemiyorum, sanayi devrimi ile başlayan ve iki (veya üç) dünya savaşına ve bu savaşların beraberinde getirdiği/ zorba ya da demokratik – totalitarizmler, olgunlaşan dünyanın sonudur,”[27] diyen Giorgio Agamben sonuna kadar haklıdır!

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Bir Müslüman olarak naslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim,”[28] diye haykırdığı durumun ne seçim, ne düzen içi “seçenek”le aşılması mümkün değilken; “CHP ve öncülük yaptığı ittifak, dinci-faşizan bir diktatörlüğe doğru sürüklenen Türkiye’de, bu saldırıya direnen muhalefet alanının hiç kuşkusuz en önemli gücüdür,”[29] saptaması reel politiker gafletten başka bir anlam taşımıyor!

Yeri geldi hatırlatalım: Reel politik, hep ehvenişerden yana olagelmiştir.

Oysa ne 1971, ne de 1995 12 Mart’ının devrimcilerin tercihi asla ehvenişer olmadı. Çünkü onlar “Devrimin Güncelliği”nden[30] şüphe duymadıkları gibi, asla reel politiker değildiler! Ayrıca da “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar” diyenlerdendiler…

Karl Marx, ‘18. Brumaire’de “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar,” diyerek devam ederdi: “Ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devralan koşullar altında yaparlar. Tüm ölmüş kuşakların geleneği yaşayanların beynine bir kâbus gibi çöker. Ve tam da şeyleri ve kendilerini dönüştürmekte, henüz ortada bulunmayan bir şeyi yaratmakla uğraşır göründüklerinde, tam da böylesi devrimci bunalım çağlarında, korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağırır, dünya tarihinin yeni sahnesini eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınan bir dille oynamak üzere onların adlarını, savaş sloganlarını ve kostümlülerini ödünç alırlar.”[31]

Yaşadığımız bunalım çağında bizim 1971 ile 1995 12 Mart’ları gibi müthiş geleneklerimiz olduğunu bir an dahi unutmadan; “Eh ne yapalım durum böyleyken böyle, fazla hayale kapılmayın,” reel politikerliğine vereceğimiz prim olmamalıdır.

Unutmayın: “Reel politik bize her şeyden önce ütopyamızı, en önemlisi teorimizi bir kenara bırakmayı öğütler. Bunları bırakmadan yol alamayacağımızı, gerçeklere ki o gerçekler de pazarlıkçının kendi imalatı olan gerçeklerdir, uyum sağlamak zorunda olduğumuzu, anlattıklarının kaçınılmaz hâkikatler olduğunu yeminle söyler. Bu reel politikçilere ilk söylenecek söz güneşin ışığını kesmemeleri, gölge etmemeleridir. Çünkü biz gerçeklere boyun eğmek, uymak değil onları değiştirmek isteyenlerdeniz…

Sık sık yinelenen, bizim de yinelemekten büyük bir zevk aldığımız 11. Tez de reel politikçilerin çarpıtmayı pek sevdiği tezdir. ‘Filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir,’ diye okudukları tezi bir çırpıda yerle bir ettiklerini anlatır, ‘yorumlamadan nasıl değiştirilebilir ki?’ diye ahkâm keserler. Çaktırmadan atladıkları ‘yalnızca’ sözcüğü anımsatıldığında ise pişkince sırıtarak ‘ne değişti ki’ derler. Tezin dünyayı yorumlamak ama yalnızca yorumlamakla yetinmemek gerektiğini, sorunun dünyayı değiştirmek olduğunu anlattığını duymak bile istemezler. Dertleri gerçeklerin enine boyuna analizi ile yetinilmesini sağlamak, devrimci eylemi gerekçesiz kılmaktır.

Reel politiğin ona yapışık, ayrılmaz ikizi ise ‘ehveni şer’ politikacılığıdır. O da ‘Ne kurtarsak kâr’ mantığı ile siyaseti engellemek, yolundan döndürmek ister. Oysa herkesin bildiği ehveni şerin, şerlerin en kötüsü, kötülüğün ta kendisi olduğudur. Şerrin, kötülüğün iyisi olmaz; kötüler içinden birini seçmek ölümü seçmektir. Reel politik de ehveni şer politikaları da zorla karşı karşıya kalındığında, ya da daha baştan durum umutsuz göründüğünde, geri çekilmenin kaçınılmaz olduğu fikrini sürekli empoze ederler. Daha güçlü görünenlerle bir araya gelme, böylece durumu kurtarma eğilimi ağır basmaya başlar. Bunun bedeli ise ilerlemek için yeni yollar aramak, nesnel değişiklikleri saptamak ve yeni bir strateji geliştirmek yerine kenara çekilip uygun zamanı beklemek, gerçekte yalnızca yoldan değil kendinden vazgeçmek olur. Ehveni şer, ‘bu kadarla yetinelim, evdeki bulgurdan olmayalım’ diyen reel politiğin temel araçlarındandır; Marksizm’in dünyayı, gerçeği değiştirmeyi öngören siyaset ilkesini geçersiz kılmak için rahatına düşkün sahtekârların sık sık dile getirdikleri siyasetsizliğin ta kendisidir.”[32]

Siyasetsizlik, bizi var eden devrimci geleneklerimize sırt dönmekten başka anlam taşımazken; “Hiçten hiç çıkar, yeni eskiden doğar ve bunun için de yenidir,” diyen Bertolt Brecht eklemişti: “Bugün, dünle beslenerek yarına varır.”

Not edin: Tarih, bir görkemli hazine olarak dünü anlayarak bugünün sorunlarının nedenlerini kavramamıza, yarına doğru atacağımız adımların yönünü, biçimini belirlememize yardımcı olur.

Gelecekten sorumluluk ve kaygı duyan insanların geçmişten vazgeçme hakkı yoktur. Vazgeçtiğinde yenilir insan. En kötüsü de kendine yenilmektir, vazgeçmek, pes etmektir. Yapılan her haksızlığı kendine karşı yapılmış gibi duyumsama yeteneğini kaybetmektir.

İnsanın hayallerinin gerçek olabilmesi, ancak onların ardından gidecek cesareti varsa söz konusu olur. Elini taşın altına koyanların ezilmeyi göze almaları zorunludur.

“Gerçeği söylemek her zaman devrimcidir,” derdi Antonio Gramsci.[33] Gerçekçi olmak, var olanı kabullenip ona göre yönünü belirlemek, ona göre adımlar atmaktır.

İnsan(lık)ın devrimci aklını ve elini kullanarak kendisini ve toplumun yazgısını değiştirebilir.

Can Yücel ‘El Tutuşa Tutuşa’ başlıklı dizelerinde ne de güzel anlattı bunu: “Ne kadar çok elimiz varmış meğer!/ İlkin, senin elinle tutuşan benimki/ Sonra çocuklarınki/ Gençlerinki/ Tekel İşçilerininki/ Sonra, ellerin elleri…/ Ne kadar çok elimiz oldu, baksana,/ Tutuşa tutuşa/ Bir orman yangını gibi…”

7 Mart 2022, 16:51:22, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[1] ‘12 Mart Platformu’nun 11 Mart 2022 tarihinde Gazi Cemevi’nde düzenlediği “Gazi-Ümraniye Unutmadık-Affetmiyoruz” başlıklı panelde yapılan konuşma…

[2] Konfüçyüs.

[3] Friedrich Nietzsche, Tan Kızıllığı/ Ahlâksal Önyargılar Üzerine Düşünceler, çev: Özden Saatçi Karadana, Say Yay., 2003.

[4] Tam da bunun için “Marksist tarih Marx’ı varış noktasına koymayı değil, onu çıkış noktası olarak görme yaklaşımını benimsemektedir.” (Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, çev: Osman Akınhay, Bilim ve Sanat Yay., 1999.)

[5] Şükran Soner, “12 Mart Darbesinin Gerçek Yüzü İşkenceye, Kontgerillaya Dayalı Davalardan Okunabilir”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2020, s.12.

[6] Şükran Soner, “1973, 27 Mayıs Kazanımlarını Geri Püskürtmede Her Yol Geçerli, Haksız-Hukuksuz Davalar Yılı”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2020, s.11.

[7] Mustafa Lütfi Kıyıcı, “Ölenler mi Yaşıyor, Öldürenler mi?”, 6 Mayıs 2021… https://www.ikrarhaberajansi.com/mustafa-lutfi-kiyici-ikrar-icin-yazdi-olenler-mi-yasiyor-oldurenler-mi/

[8] Oğuzhan Müftüoğlu, “68’in Bağımsızlık Çağrısı Sürüyor”, Birgün, 6 Mayıs 2021, s.9.

[9] Yaşar Aydın, “50 Yıldır Süren Cunta”, Birgün, 12 Mart 2021, s.7.

[10] Howard Fast, Fırtınadan Sonra, çev: Şemsi İlkin, Oda Yay., 1974.

[11] Mustafa Kutlu, Yoksulluk Kitabı, Dergah Yay., 2016, s.105.

[12] “1968’in Sembolleri: Türkiye’nin Che Guevaraları”, Gerçek Gazetesi, No:109, Ekim 2018… https://www.gercekgazetesi.net/1968-dosyasi/1968in-sembolleri-turkiyenin-che-guevaralari

[13] Serhat Rojavalı, “ODTÜ’den Nurhak Dağlarına Bir Direniş Türküsü Yazdılar”, Atılım, Yıl:1, No:15, 4 Haziran 2021, s.7.

[14] Sungur Savran, “Hasta La Victoria Siempre, Comandante Sinan!”, 31 Mayıs 2021… https://www.gercekgazetesi.net/teori-tarih/hasta-la-victoria-siempre-comandante-sinan

[15] Atilla Keskin, “Denizler”, 12 Ekim 2021… http://halkinkurtulusu.net/?p=9657&fbclid

[16] Yusuf Ziya Bahadınlı, Alevîlik ve İslâm Fanatizmi, İnsancıl Yay., 2010.

[17] Necdet Saraç, Alevîlerin Siyasal Tarihî 1300-1971, Cem Yayınevi, 2011.

[18] Ali Gökkaya, “Gani Kaplan: İslâmı Kullanarak Alevîliği Yok Etmeye Çalışıyorlar”, Sosyalist Mezopotamya, No:11, Aralık 2021, s.1-2.

[19] Temel Demirer, “Gazi Direnişi: Tarih(i) ve Bakiye(si)”, Kaldıraç, No: 141, Mart 2013.

[20] 14 Mart günü cemevi önünde toplanan kitlenin kendi arasında çıkardığı komite 4 maddelik bir istek listesi hazırladı ve istekleri yerine getirilmezse protestoların devam edeceğini bildirdi. 4 madde şunlardı: Cenazelerin verilmesi, sokağa çıkma yasağının iptal edilmesi, gözaltındakilerin geri verilmesi, asker ve polisin bölgeden çekilmesiydi. Bu istekler reddedildi ve aynı gün içinde 15 kişi daha polis saldırısı sonucu yaşamını yitirdi. 14 Mart günü, Gazi Mahallesi’ne askeri birlikler sevk edildi. Yine aynı gün Gazi Mahallesi’nde yaşanan katliam nedeniyle Ankara Kızılay Meydanı’nda çıkan olaylarda otuz altı kişi yaralandı. 15 Mart’ta eylemler Ümraniye’ye de sıçradı. Ümraniye’de 4 kişi yaşamını yitirdi. 6 Mart’ta dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu, olayların yatıştırıldığını söyleyerek bölgedeki sokağa çıkma yasağının kaldırıldığını açıkladı. Gazi Mahallesi Katliamı ardında 40’a yakın ölü ve yüzlerce yaralı bıraktı. Dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun, Emniyet Amiri Necdet Menzir’in, Mehmet Ağar’ın ve İçişleri Bakanı Nahit Menteşe’nin istifaları istendi. Ancak istifa yerine Kozakçıoğlu ve Menzir, bir sonraki dönemde DYP’den milletvekili oldu. (Yadigar Aygün, “Şevket Yavuz: Hem Alevî Hem Kürdüm Her Katliamdan Pay Aldık”, Yeni Yaşam, 12 Mart 2021, s.9.)

[21] Mustafa Çakır, “Boratav: AKP, Krizle Geldi, Krizle Gidiyor”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2021, s.9.

[22] Hüseyin Şimşek, “Emre Erdoğan: Kutuplaşma Sistem Sorunu”, Birgün, 7 Aralık 2021, s.10.

[23] Özgür Müftüoğlu, “Sokaksız Muhalefet(!)”, 8 Ocak 2022… https://yeniyasamgazetesi2.com/sokaksiz-muhalefet

[24] “HDP Grup Başkanvekili: Sokağa Çağıran Kimse Yok”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2022, s.4.

[25] Erdal Alova, Latince-Türkçe Sözlük, Sosyal Yayınları, 2013

[26] Doğuş Sarpkaya, “Demokrasi Yanılgısı ve Diktatörlük”, Birgün Kitap, Yıl:18, No:233, 17 Aralık 2021- 13 Ocak 2022, s.14.

[27] “Bu dünyanın sonunu gelmesine üzülmemeli, tarihin kıyılarında kumlara çizilmiş bir yüz gibi zamanın acımasız dalgaları tarafından silinmekte olan insani ya da ilahi fikirlere özlem duymamalıyız. Ama aynı kararlılıkla, dilsiz ve yüzsüz çıplak hayatı ve hükümetlerin önerdiği sağlık dinini reddetmeliyiz. Ne yeni bir tanrı ne de yeni bir insan bekleyerek, burada ve şimdi ve bizi çevreleyen harabelerde mütevazı, daha bir yaşam biçimi aramalıyız. Bu yaşam biçimi bir serap değildir çünkü içimizdeki ve dışımızdaki karşıt güçler onu unutulmaya doğru itse de bu yaşam biçimi anılarımızda ve deneyimimizde mevcuttur.” (Giorgio Agamben, “Gelmekte Olan Çağ”… https://www.hukukkritik.com/projects/gelmekte-olan-%C3%A7a%C4%9F)

[28] “Erdoğan: Nasslar Neyi Gerektiyorsa Onu Yapacağım Hüküm Bu”, Sözcü, 21 Aralık 2021, s.11.

[29] Merdan Yanardağ, “CHP’nin Siyaset Tarzı”, Birgün, 5 Aralık 2021, s.11.

[30] V. İ. Lenin, kapitalizmin en gelişkin olduğu örneklere değil, kendi ülkesine baktı. Rusya’nın gerilik ve özgünlükleriyle kaynaşan koşullar içinde, Birinci Dünya Paylaşım Savaşıyla bağlantılı gelişmeler, sınıf mücadelesi ile koşullanmış örgütü ile devrim/ iktidar perspektifini kaynaştırdı; tarihsel moment ve olanakları değerlendirerek Ekim Devrimi sıçramasında en önemli rolü oynadı. Gyorgi Lukács, V. İ. Lenin’in bu siyasal özgünlüğünü, “Devrimin güncelliği: V. İ. Lenin’in temel düşüncesi ve aynı zamanda onu Marx’a kesin olarak bağlayan nokta budur,” diyerek açıklar. (Gyorgi Lukács, Lenin’in Düşüncesi/ Devrimin Güncelliği, çev: Ragıp Zarakolu, Belge Yay., 1998, s.9.)

[31] Karl Marx, Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1966.

[32] Güray Öz, “Odysseus İthake’ye Nasıl Ulaştı?”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:765, 7 Kasım 2021, s.2.

[33] “Karl Marx hoş/ nazenin bir öğreti yazmadı; o ardında, zaman ve mekân kategorilerinin ötesinde kesin buyruklarla, mutlak/sorgulanmaz normlarla yüklü bir dizi mesel bırakan bir Mesih değildir. Biricik kesin buyruk, biricik norm şudur: ‘Dünyanın işçileri birleşin’!” (Antonio Gramsci.)

 

Exit mobile version