Advert Advert
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Türkiye çağdaşlığın neresinde….

Türkiye çağdaşlığın neresinde….

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala
Getting your Trinity Audio player ready...

Yalman Özgüner

 

TÜRK ulusuna hayat veren güneşimizin 10 Kasım 1938 günü sonsuzluğa göçü ile birlikte ülkemizin üstüne çökmeye başlayan karabulutlar…

Özellikle son çeyrek yüzyıldır her geçen gün giderek daha da karararıp ülkeyi zifiri karanlığa boğan karabulutlar…

…ve belki de dünyaya artık bir eşi gelmeyecek olan eşsiz önderimizin “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medeni memleketleri seviyesine çıkartacağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkartacağız” diyerek gösterdiği hedef doğrultusunda küllerinden doğan bir ülke, bir ulus…

Birçok ülkeden önce kadınlara seçme-seçilme hakkı tanınarak bütün dünyaya örnek olunması…

Demokrasinin beşiği İngiltere’de 1946 yılında kabul edilen bir çağdaşlık göstergesi laiklik ilkesinin çok daha önce Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924 Anayasası’nda 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan değişiklikle din sömürüsüne karşı olarak ancak bütün din ve inançlara saygılı bir Anayasa hükmü olarak kabulü…

Bugün bile dünyada çok az ülkesinde olan uçak sanayisinin Atatürk’ün isteği üzerine 6 Ekim 1926 tarihinde TOMTAŞ fabrikasında faaliyete başlayıp kaportasıyla, motoruyla uçak üretip dış satım bile yapıyor olması…

Eğer Atatürk sonrasında ardı sıra kurulan öteki havacılık tesisleri kapatılmasaydı ülkemiz bugün bu alanda dünya devlerinden biri ataköy escort olurdu.

Tarım ürünleri karşılığında beş kuruş ödemeden kurulan “akıllı fabrikalar” eliyle sanayi sektöründe üretimde, modern teknoloji altyapısında, istihdamda, ticari hayatta hızla gelişmeler sağlanarak ve her türlü darlık aşılarak ABD, Japonya, Rusya gibi ülkelerle birlikte en hızlı gelişen ülkelerden biri olması…

Kırsal kesimin tarım alanında, bilimde, sanatta, kültürde çağdaş değerleri yakalamak amacıyla dünyada başka benzeri olmayan Köy Enstitülerinin kurulması…

Çin’de kolera salgınını önlenmesini sağlayan, Bulgaristan, Mısır gibi ülkelerde intani salgınlara karşı aşı üreten Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı kurulması…

Dünyada henüz çevrecilik hiç konuşulmazken eşsiz önderimizin bütün insanlığa çevrecilik dersi vermesi…

Sadece bunlar mı?

Her şeyimizi borçlu olduğumuz insanlığın büyük evladının bütün dünyaya emperyalizmin, sömürgeciliğin yenilmez olmadığını göstermesi…

Bütün insanlığa “yurtta sulh cihanda sulh” özdeyişini ezberleterek yalnız savaş kahramanı değil aynı zamanda barış mimarı olduğunu göstererek genç cumhuriyeti uluslararası camiada saygın bir ülke olarak kabul ettirmesi…

Hepsi muasır medeniyet seviyesinin de üstü…

**

YA bugün…

“Yolumuzun üstünde ölü bir inek var, ilerleyemiyoruz” denilerek hem ülkemizin kurucusuna, ulusumuzun kurtarıcısına hakaret edilen hem de ilerlemekten kastedilen yolun çağdaş uygarlıktan tam yol tornistan ettirildiği bu günler…

Dünden bugünlere uzanan yol üzerindeki tahribata, yolun rotasına ve bütün bunların neden-sonuç faktörlerine bakıp nerelerden nerelere geldik onu görelim….

Osmanlı imparatorluğu çökerken Atatürk’ün “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş” diye tanımladığı halinden kurtardığı ülkemiz bugün neredeyse geçmişin birebir benzerini yaşıyor.

Ne hukuk kaldı ne bilim ne insan hakları ne din ne ahlak ne uluslararası camiada ülke saygınlığı…

Yine Osmanlı imparatorluğunun son döneminde olduğu gibi üretmeden, fakir fukara hakkı yenilerek ve ülkenin bütün yeraltı yer üstü kaynakları, üretim tesisleri yağmalanarak, kökü kazınarak günümüzün “Duyun’u Umumiye”lerinin, faiz lobilerin insafına, Bedevi Arap’ın rüşvet karşılığı himmetine muhtaç bırakılmış bir ülke…

Yine saraylar sefahati…

Yine saray soytarıları…

Yine önlerine atılacak kemiği kapmak için saltoda bekleyenler….

Yine saray fermanı ile zindanlara atılan aydınlar…

2500 yıllık geleneği olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin bütün kurumlarının yok edilerek tarihsel değerlerinden koparılması…

İsim değiştirmiş olarak hortlayan Sait mollalar, Dürrizade Abdullahlar, Mustafa Sabriler İskilipli Akifler, Ali Kemaller…

Modern üniversitelerden orta çağ medresesine döndürülmüş bilim kurumlarında sarıklı cübbeli rektörler, kafasının içi ve dışı fesli, sarıklı sapıklar…

Bir yanda ülkeye ulusa hizmet için hayatını bile ortaya koyan “Yaradılışımda bir fevkaladelik varsa Türk olarak dünyaya gelmemdir, ne mutlu türküm diyene” diyerek “Türküm” demekten korkan bir ahaliye yeniden ulus bilincini kazandırıp insanlık alemindeki onurlu yerine geri döndüren…

Eserleri ile bütün dünyanın hayranlığını kazanıp, fikirleriyle bütün insanlığı aydınlatan eşsiz önderimiz Atatürk…

Öte yanda damarlarında Türk kanının zerresi akmayan, Türk sözcüğünü ağzına yakıştıramayıp “Türkiyeli” diyen, Türk ulusalcılığını ayaklar altına attığını, amaçlarına ulaşmak için papaz elbisesi bile giyeceğini söyleyerek yine amaçlarına ulaşmak için imam kisvesine bürünüp bütün dinlerin yasakladığı her türlü etik ve akıl dışı fiili işleyen, parmağındaki yüzüğü gösterip “bütün servetim bu, eğer zengin olursam bilinsin ki yolsuzluk yapmışımdır” diyerek dünyanın en zengin politikacılarından biri olan…

Zenginliğinin kaynağı “el ele beraber yürüdükleri” yol arkadaşlarıyla birlikte yağmaladığı devletin kasası, fakir fukaranın nafakası…

*

İŞTE iki farklı tablo ve her ikisinin dünyaya bir benzeri belki hiçbir zaman gelmeyecek olan iki İNSAN ve farklı karakterde çeşitli gruplarda toplanmış bir İNSAN kitlemiz…

**

İYİ ya da kötü yapılmış ne varsa hepsi insan eseri…

O zaman İNSAN nedir onu düşünelim.

İnsanlık tarihine bakıldığında evrim sürecinin henüz çok başında olan ve önünde daha çok uzun bir yolu olan İnsanı “İnsan bilimi” olan antropoloji ve sosyal psikoloji bağlamında gözlemleyelim. Böylece ülkemizin insan örneklerine bakarak dünyadaki yerini bir başka perspektiften de tanımış oluruz

Antropolojinin tanımına göre insan yaşadığı coğrafyaya ve içinde yetiştiği kültüre, zamana göre değişen birbirine benzemeyen dinamik bir varlıktır.

Tanrı insanoğluna kendisiyle ve çevresi ile barışık yaşaması için iki büyük servet vermiştir;

Beyinlere akıl ve yüreklere sevgi…

Akıl hem sevginin anahtarıdır hem de birlikte vicdan ve saygı üretenidir

Efesli antik bilge Herakletios “Aklını kullanan insanlar çoğunluğun içerisinden ayrılırlar. Bu insanlar yaşamlarını büyük bir amaca adayıp, logosun peşinde bir yaşam sürerler. Bu yaşam onları mutluluğa ulaştıracaktır” der

Psiko/sosyal açıdan bakıldığında insanlık aleminde naçizane kanıma göre üç sınıf insan vardır;

Bir isim vermek gerekirse NAFİ’ler yani çevrelerine ve insanlığa faydalı tür insanlar…

Kendilerini tanıdıkları, dolayısıyla empati yapmasını bildikleri için kalpleri insan sevgisi yüklüdür. Zaten Schiller de “Sevgi birliğe, bencillik yalnızlığa götürür” der.

Bu türden akla ilk gelen isimlerden başında eşsiz önderimiz Atatürk gelir.

Dünyada kimi devlet adamı, bilim insanı, sanat adamı ve hatta sıradan insanlar arasından “bütün insanlığın Atatürk’e ihtiyacı var” diyenler çıkıyorsa işte bu nedenledir.

İkinci tür insanlar asıl büyük kitleyi oluşturan aklını kullanmasını ve kendilerini tanımadıkları için empati yapmasını beceremeyen, yalnız kendileri için yaşayan başkalarını kendilerinin hizmetkârı gibi gören, çevrelerine yararı olmayan, bu yönleriyle “olsa da olur olamasa da olur” denilebilecek olan, cahiller ve megalomanlar arasından çıkanlar…

Bu nedenle onlara “FUZULİ İNSAN” adı çok yakışır

Üçüncü kategori megalomanileri sınır tanımayan kendilerini herkesten üstün ve vazgeçilemez gören, akıllarını etik değerleri hiçe sayıp kötü amaçları, kişisel çıkarları için kullanan, vicdanları sızlamadan başkalarına zarar veren ve İtalyan kriminolog Lombrosso’nun “mücrim tip” tanımına uyan, suç işlemeye eğilimli kara cahil MUZURRAT İNSAN türü…

*

ÜLKEMİZ Atatürk’ün formülü ile aklın kullanılması yöntemi olan “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirme yolundan çıkıp bir MUZUR yaratık eliyle ulusu birbirine düşman etmek ve çağdaşlıktan koparmak tuzağına “dindar ve kindar” nesil yaratma ihanetine uğradı.

*

UMUTSUZ olmamalıyız

Yolumuzun ışığı Atatürk “Türk kuvvet ve zekasının yenmediği ve yenemeyeceği güçlük yoktur” der.

En büyük insan kitlesini oluşturan “olsa da olur olmasa da olur” diye nitelendirilecek cahil insanlarımız arasında Antropoloji biliminin insanların birbirine benzemezliği saptaması da düşünülürse mutlaka aydınlanmaya açık beyinler vardır. Bu da cehaletle savaş yolunun açık olduğunu gösterir

Cehaletle savaş ise aydınlarımızın en büyük sorumluluğudur. Eğer o sorumluluğun gereği yerine getirilmezse sonuç Platon’un söylediği gibi olur

“Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç cahiller tarafından yönetilmeye mahkûm olmaktır.”

Türkiye çağdaşlığın neresinde….
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advert
Advert
Giriş Yap

Sol Medya ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin