Getting your Trinity Audio player ready... |
Ne çabuk geçmiş o koca 29 yıl. Anısı daha taptaze durur belleğimde…
1993 yılı, Haziran’ın son günleri… Karabük SSK Hastanesi’nin genel cerrahi uzmanı olarak gece gündüz ameliyatlar, yüzlerce hastanın sıra aldığı poliklinikler, kendi yönettiğim merkezi yatışlı, daha o yıllarda hastane otomasyonlu, gece gündüz hela taşlarından mutfağı, kazan dairesini kontrol etmeli hastane idareciliği ile yoğun bir tempoda çalışıyor, arada futbol maçları, Demirspor’da oyuncu ve başkan, DÇ Karabükspor’da yönetici, dernekler, antrenman veya maç yoksa, yoksa hemen her gün Çamlık’ta 15 km’ye varan koşularla, debdebeli bir yaşamın içinde çalkalanıp gidiyordum…
Rıfat Ilgaz gelmiş, Beyaz Saray’da kitap imzalayacakmış dediler.
Muayenehanede son hastaya bakar bakmaz bir koşu gittim Beyaz Saray’a… Önünde sonu görünmeyen bir öğrenci kuyruğu, masasında kitapları, alnında damla damla terler, arada bir öksürüp derin soluklar alarak kitap imzalıyordu o Koca Çınar. O öğrencileri Rıfat Ilgaz’ın önüne getiren, o ilgiyi sağlayan da, zamanın eğitim düzeni ve öğretmen gibi öğretmenleriydi kuşkusuz. Bir süre kenarda sessizce izledim kitap imzasını, sonra yaklaştım yanına, “Ben Dursun Akçam’ın oğluyum, burada doktorum, akşam sizi evimde ağırlamak istiyorum,” dedim. Babamla tanışıp tanışmadığını bile bilmiyordum. Kalemi bıraktı elinden, kalktı, sıkıca kucakladı beni, yanında duran, tanımadığım o beyaz yüzlü, irikıyım adama döndü; “Benim yerimi iptal ettir Aydın,” dedi, “Ben Akçam’ın oğluna gideceğim…” Yanındaki kişi, oğlu Aydın Ilgaz’mış meğer…
İmza işi bitince Aydın Ilgaz’ı, tek kapılı Wolksvagen’in zorlukla geçtiği arka koltuğuna, Rıfa Hoca’yı öne bindirdim, 200 Evler’e doğru topukladım…
Kapının önüne gelince bizde şafak attı… Rıfat Hoca hasta, soluğunu zor çeviriyor, benim ev 5. Katta, binanın da asansörü yok… Aydın’ın itirazını dinlemedi bile, “Bir yolunu bulup çıkarın,” dedi…
Naylon bir balkon sandalyesi indirdim evden. Aydın Ilgaz’la birlikte kucakladık sandalyeyle hocayı, 5. Katı bulduk.
Terasta mangal yakayım, kuzu etim var, rakı açayım hocam dedim…
İstemem, varsa bana bir duble konyak, bir de çorba dedi… Böyle yorgunluklardan sonra başımın ağrısını, bedenimin sızılarını bunlar giderir. Konyak yoktu ama yurtdışında çalışan hastalarımın her dönüşte armağan olarak getirdikleri viskiler şişe şişe yığılı evde… O bir tek duble viskinin üstüne bir tek tas çorba istedi Rıfat Ilgaz. Çok uzun olmayan koyu bir sohbete daldık. Baktım ki, hoca yorgun, kapandı kapanacak gözleri, açtık yatağını…
Rıfat Ilgaz, kızlarım Pınar ve Başak’a koca bir fotoğraf imzalayıp benim yanımdan döndükten on beş gün kadar sonra, o kötü Sivas kırımını yaşadık. Yakın dostu Asım Bezirci’ye ve orada yakılan, dumanda boğulan aydınların acısına dayanamadı yüreği, koca çınar çekip gitti yaşamdan… O akşam otomobille eve doğru giderken hemen tümünü okumuş olduğum kitapları üzerine hevesli ve aç, ama bazı konularda epeyce cahil ve ukala bir okur kapasitemle epeyce çam devirmiştim; yıllar sonra anlayacaktım. Daha Bahtin’le, gülmece kültürünün tüm tekil ve zorba dillere, Orta Çağ karanlığına karşı yeriyle falan tanışmama yıllar var… “Siz,” demiştim, “gülmeceyi sınıf mücadelesine dayalı yazın çabanızın üstünü örtmek, azıcık kendinizi gizleyebilmek amacıyla kullanıyorsunuz sanırım…”
Biraz düşünmüş, sonra gülümseyip susmuştu o akşam… Aradan sekiz on yıl geçtikten, Mihail Bahtin’in Rönesans ve Dostoyevski çalışmalarıyla tanıştıktan sonra anlayabildim o gün yaptığım hatayı… Kuşkusuz Rıfat Ilgaz da o güne kadar yapıtları Türkçe’ye çevrilmemiş olan Bahtin’i okumamıştı, Halk Gülmece Kültürü’nün ciddi dilli yapıtları solda sıfır bırakacak isyankâr gücünün kuramsal arka planı, o günlere kadar bizim dilimizce, edebiyatımızca aydınlatılmamıştı… O akşam, Koca Çınar susarak ve gülümseyerek bana katılmadığını belirtmekle yetinmişti. Keşke diyorum Rıfat Ilgaz sağ olsa da yeniden konuşabilsek o ölümsüz yapıtları üzerine, gülmecenin devrimci yenileştiriciliği, değiştirme gücü üzerine…
Rıfat Ilgaz’ın da yöneticisi ve yazarı olduğu Marko Paşa, 40’lı yılların ikinci yarısında 60.000’i aşan günlük satışla inanılmaz bir tiraja ulaşmıştı. Asım Bezirci, dönemin Türkiye nüfusu, Cumhuriyet Gazetesi’nin günlük 17.000’lik gibi satışlarını göz önünde bulundurularak bu rakamın doksanlar Türkiyesi için yaklaşık 500.000’e denk düşeceğini söyler. (Asım Bezirci, Rıfat Ilgaz, s. 44) Günümüzde bu sayı milyonlara ulaşacaktır…
Bahtin’in Rönesansçı özgür düşünce konusunda çok önemli bulduğu halk gülmece kültürü üzerine çalışmaları göz önüne alındığında, bizim kültürümüz ve kendi dönemi içinde Rıfat Ilgaz adı çok büyük bir önem kazanır. Sarı Yazma, Karartma Geceleri, Karadeniz’in Kıyıcığı’nda gibi gülmecenin geri planda kalmış göründüğü yapıtlar dışında, çoğunluğu açıktan patlayan bir kahkahayla yapılanmış birçok ürün vermişti Rıfat Ilgaz. Hababam Sınıfı gibi gücünü her gün yenileyen bir başyapıt dışında, Pijamalılar, Hoca Nasreddin ve Çömezleri, Meşrutiyet Kıraathanesi, Apartıman Çocukları gibi romanlar, Çalış Osman Çiftlik Senin, Nerede O Eski Ustalar, Sosyal Kadınlar Partisi, Rüşvetin Alamancası, Donkişot İstanbul’da, Radarın Anahtarı gibi öykü kitaplarını, Hababam Sınıfı oyunlarını, gülmecenin önde olduğu birçok çocuk romanını sayabiliriz…
1946 – 1950 yılları arasında Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın çabalarıyla çıkarılan Markopaşa, Sabahattin Ali’nin öldürülmesinden ve yasaklamalardan sonra Hür Markopaşa, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Malumpaşa, Merhumpaşa, Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi adlarla da yayın yaşamını sürdürmüştü. Gülmece dergilerinde yazıişleri müdürlüğü yaparak önemli görevler üslenmiş Rıfat Ilgaz, Adembaba adlı dergiyi de tek başına çıkarmış ve buradaki yazılarından ötürü yargılanıp hüküm giymişti.
Edebiyatımızın Anadolu halk kültürüyle ilişkilendirilmesinde çok önemli bir yeri vardır Rıfat Ilgaz’ın. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın İstanbul yerleşkesinden, kentleşmiş boyutundan yazınsal alana taşıdığı halk kültürü, Rıfat Ilgaz’la Anadolu’daki ana kaynağına doğru kanat açmıştır.
Yalnızca Hababam Sınıfı’nın kendisi bile, tek başına Rıfat Ilgaz’ın halk gülmece kültürünü, onun karnavalcı özünü ne kadar iyi kavramış olduğunun en açık göstergesi sayılabilir. Yazarlık dehası budur işte… Hababam Sınıfı’nın tüm kahramanları, Bahtin’in Batı Rönesans Kültürü için temel yapıt saydığı Rabelais romanında olduğu gibi takma adlarla, lakaplarla anılırlar: İnek Şaban, Kel Mahmut, Tulum Hayri, Sidikli Turan, Yavşak Şadi, Badi Ekrem, Öküz Kont, Sansar Behçet, Susak Cafer, Hayta, Palamut Recep, Güdük Nemci, Domdom Ali… Hababam Sınıfı’nda da diğer gülmece ağırlıklı yapıtların birçoğunda da yeme, içme şölenleri, grotesk halk kültürünün çok kullandığı bir öğe olarak karşımıza çıkarlar. Yeme-içme, sidik-dışkı grotesk imgeleriyle iç içe geçmiştir. Sınıfın fazlaca yediği kuru fasulyeden sonra ortaya çıkan tablo bedenin altıyla üstünü bir araya getirir, olağanüstü gülünçleştirir. Mutfaktan çalınan bir kazan pilava hep birlikte kaşık sallanır, Sidikli Turan’a memleketten gelmiş leblebiler gizlice yağmalanır, Paytak Arif’in dolabındaki şekerlere dalınır, İnek Şaban’ın kestaneleri, cevizleri şölen havasında çalınıp dağıtılır. Sidikli Turan, yatağında da sınıfın ortasında da ıslatılır, yatağına, altına işemiş duruma düşürülür.
Tulum Hayri, Kel Mahmut tarafından çekildiği sınavda tam on iki kez “eşek övgü – sövgüsü” kazanmıştır! (Hababam Sınıfı, 21-24)
Eşek, hem Anadolu, hem Batı karnaval kültüründe, kuttörelerde çok kullanılan bir semboldür. Batı’daki Eşek Bayramı’nda Meryem ve İsa’nın Mısır’dan kaçışları canlandırılır. Bir genç kız ve bebeğin rol aldıkları yarı dinsel bu gösteride İsa ve Meryem’den söz edilmez. Eşek sembolü ve gülmece öne çıkmıştır. Ayini yöneten rahip, ayinin sonunda olağan dua yerine üç kez eşek gibi anırır. Anadolu’daki neredeyse tüm kuttörelerde, seyirlik köylü oyunlarında eşek karnaval sahnesinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Nasreddin Hoca’nın ters bindiği eşek de bu hayvanın grotesk halk kültürü içindeki yerinin başka bir görüntüsüdür.
Koca Çınar’ın yaşarken değerini tam bilemedi bu ülke. Ne zindanlar, ne takibatlar, ne sürgünler, ne yoksulluklar yaşattık, kendisini ülkesine ve insanlığa adamış bu değerlerimize…
Ciğeri beş para etmezlere ise alkışlar yağdırdık, haramileri, ikiyüzlüleri, sanatçı geçinen pespayeleri adam sandık…
Işığın eksik olmasın üzerimizden koca usta; Sarı Yazmalar donatsın yollarımızı; Hababam Sınfları’nda güle oynaya çoğalsın çocuklarımız, çocukluğumuz… Yolumuz senin açtığın o güzel hayal dünyalarına varsın…
Hatıralarının o aziz ışığı hiç solmasın…
08 Temmuz 2022, Alper Akçam