Bunun Adı İhanet…

Getting your Trinity Audio player ready...

Bunun adı, tarihe ihanet, coğrafyaya ihanet, kültüre ihanet, tüm bunların toplamı kendine ihanet… Kendini akıllı sanan, fırsatçı, hin, kapkaççı, hayatın tüm değerlerine bezirgânca yaklaşan bir anlayış, soğukkanlı bir biçimde canımıza okumayı sürdürüyor; hem vurup, hem de “ne vuruyorsun be!” diye bağırarak, başkalarını suçlayarak işin içinden sıyrılıyor!

Göz göre göre ormanlarımızın yanması da bundandır, kıyılarımızın yağmalanması da bundandır, bereket tanrıçalarının, Sarıkızların yurdu Kaz Dağları’ndan Fatsa’ya, Eğin’e, ağaçlarımızın maden şirketleri tarafından budanması, sularımızın ve doğamızın kirletilmesi de bundandır; insanlarımız akıl almaz bir hayat pahalılığı içinde, iş ve ekmek kapılarından yoksun yaşarken, yöneticilerimizin kendi maaşlarına zam yapıp olanları başka bir dille anlatması, dinleyen bir kesimin de hâlâ yalanlara inanıyor görünmesi de bundandır.

Bu fotoğraftaki bina, en az yüz yıllık bir yapıdır. Taş bir yapıdır. Her bir taşında, yüzlerce, binlerce çekiç vuruşunun, üzerine dökülmüş terin, emeğin izi vardır… Bu yapı, onca ihanete rağmen, bin yıl daha yaşayacak kadar sağlam ve “namuslu” bir insanlık ve doğa ürünüdür…

Bu bina, 1960 yılı öncesi Perihan-Dursun Akçam ailesinin Ardahan’da son oturduğu evdir. Diğer fotoğrafta da, evin iyi zamanı, “Yılanların Öcü” ile Yunus Nadi Roman Ödülü”nü aldığı için zamanın iktidarı tarafından cezalandırılmış, önce açığa alınıp yapı işlerinde görevlendirilmiş, sonra Şavşat’a sürülmüş Fakir Baykurt’un gelip giderken uğradığı günlerden birinde, evin önünde çekilmiş. Fakir Baykurt’un kucağında da kardeşlerimden biri var; ben alınmamışım kareye…

Ev, bu biçimde, yan yana duran üç bölümden oluşuyordu. Diğer iki bölüm yıkılıp yok edilmiş; yalnızca bu parça kalmış… Önüne ve iki yanına çirkin “apartman bozuntuları” oturtulmuş. O apartman bozuntuları içinde yaşayanlar, Ardahan’ın güzel doğasından, havasından, güneşinden uzak bir duvarlar zindanına tutsak olmuşlar.

Ne oyunlar oynardık o evin çimli çiçekli bahçesinde, ne kahkahalar yükselirdi dört bir yanında, ne bişili, keteli ev ziyaretleri, bayramlaşma şenlikleri yapılırdı…

Ben iddia ediyorum ki, Ardahan, yetmiş seksen yıl önceki o tarihi yapısını bugün de korumasını, yaşatmasını bilseydi, bir turizm cenneti olacaktı… Dünyanın en zengin kır çiçeği florasına sahip kırlarıyla, Sarıçam ormanlarıyla, dünyanın en değerli sütüyle, balıyla, peyniriyle mutluluk ve refah içinde yaşayan insanların coğrafyası olacaktı…

Ülkeyi yönetenler, yerel yönetimlere seçilenler, azıcık gözünü açıp kendini bu ihanet ve fırsat yağmasına atılanlar, hiçbir estetiğin olmadığı bir beton saldırısı ile yurdumuzun dört bir yanında onlarca yıldır bize ihanet ediyorlar…

Tüm bu olumsuzluklar yaşanırken televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde yaşananları ballandırarak anlatanlar, üç kuruş çıkar için birilerine alkış tutanlar, gerçeği balçıkla sıvamaya kalkanlar da tüm bu yaşananların asıl sorumlusudur. , Halkı suçlayarak işin içinden çıkmak ise, kolaycılıktır, sorumsuzluktur…

On yıllardır yazıyorum, on yıllardır uyarırken uyanmaya da çalışıyorum. Geçen gün Dursun Akçam Kültürevi’ne uğrayan,  12 Eylül’de epeyce işkenceye, eziyete uğramış bir dostuma da anımsattım. Elli yıl kadar önce, Ardahan’da farklı iki sol siyaset arasındaki tartışmada ben de söz almış, yöredeki üretici köylülerin somut sorunlarından uzakta “sosyal emperyalizm”, “kesintisiz devrim”, “kırlardan şehirlerin fethi!” gibi tezler çevresinde birbirlerine yıldırımlar yağdıran devrimci gençlerimize somut sorunlar çevresinde halkla birlikte örgütlenmeye çağırmıştım. Yüzüme de, arkamdan da “oportünist”, “revizyonist” “ekonomist” diye konuşan o devrimci gençlerimiz çok eziyetler çektiler, birçoğu yaşamından da oldu… Tümüne saygım var; onları andıkça içim yanıyor; yazık ettiler kendilerine…

Hâlâ, Ardahan’da üretici köylü donuna kadar soyuluyor, önceden yapılmış bağlantılar gereği zavotlara  kilosu 250 kuruşa, 270 kuruşa, dünyanın en değerli sütünü veriyor. Ardahan’daki dükkânların üçte biri süt ürünleri satan kişilerin eline geçmiş, iyi kötü hepsi de para kazanıyor. Kazanamayan, mazot fiyatları nedeniyle tarlasını ekemeyen, kendi ürettiği sütü içemeyen, peyniri yiyemeyen ise, üretici köylüler… Birer ikişer kapılarına kilit vurup büyük şehirlerde asgari ücretle hizmetçilik edebilecekleri bir olanak bulmaya çalışıyorlar. Büyükbaş hayvancılık için biçilmiş kaftan olan Ardahan yaylalarına otlak kiralamaları ve çeşitli oyunlarla dışarıdan on binlerce koyunluk sürüler getiriliyor. Bu koyun sürüleri, çok sağlam bir bitki örtüsüne sahip, erozyonun hemen hiç olmadığı bu coğrafyaya ihanettir. Koyun otlaması, otu kökünden çıkarmak biçimindedir; büyükbaş hayvan ise, çimi biçer gibi otlar…  Üç ABD başkanına Asya danışmanlığı yapmış S. Frederick Starr’ın “Kayıp Aydınlanma” adlı kitabında Orta Asya’daki kuraklığın nedeni olarak ormanların kesilmesi ve yaygın koyun otlatmasının gösterilmesini okuduktan sonra memleketimde elli yıldır verdiğim mücadelede ne kadar haklı olduğumu da anladım… 2000 yılında Ardahan otlaklarının koyun sürülerine kiralanmasına karşı verdiğim mücadele sırasında Ardahan Jandarma Alay Komutanı tarafından “alnından vurulmak”la tehdit edilmiş ve yıllarca hapis cezasıyla yargılanmıştım…

Bugün Ardahan’da olup bitenler karşısında hemen hiçbir siyasi odağın dışarıdan gelen koyun sürülerine karşı harekete geçmemesi ve üretici sömürüsüne karşı bir kooperatifleşme, örgütlenme önerisi getirmemiş olması, bu ihanete göz yummaktan başka bir şey değildir.

Ardahan’da yaşanan olayların benzerlerinin, ülkemin dört bir tarafında farklı biçimlerde yaşanmakta olduğundan adım gibi eminim…

Bu ihanete bir an önce son vermemiz gerekiyor. Bir an önce sahip olduğumuz doğa ve kültür varlıklarına dört elle sarılmamız, yağmaya, talana, betonlaştırmaya dur dememiz gerekiyor…

Dilimizde tüy bitse de doğruları söylemeye devam edeceğiz; dinleyen, anlayan olmasa da iyiden, güzelden, sevgiden yana olan umudumuzu ve inadımızı sürdüreceğiz…

Gününüz aydın olsun…

Exit mobile version