6 Mayıs 1972: Geçmişi de Geleceği de Yitirmeyen Ölümsüzlük[1]

Getting your Trinity Audio player ready...

TEMEL DEMİRER

“Kaç yıl yaşarsan yaşa
hayatının yarısı
ilk yirmi yılındır.”[2]

Bugün -kimilerine göre-, “Ruz-ı Hızır/ Hızır Günü” olarak adlandırılan Hıdırellez günü, dünyada darda kalanların yardımcısı olduğu düşünülen Hızır ile denizlerin hâkimi olduğuna inanılan İlyas’ın yeryüzünde buluştukları düşünülen 6 Mayıs…

Benim/ bizim için ise Turgut Uyar’a, “Toprak, sevdiklerimizi aldığı için mi böyle güzel kokar,” dizelerini terennüm ettirip; Deniz Gezmiş’e, “Parkamı, botlarımı çıkarmayacağım. Ölüm gömleğini giydirecekler, giymeyeceğim. Traş olmayacam. Bir sigara yakacam, üstüne demli bir çay içeceğim. Haa… bak, Rodrigez’in o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim. Urganı kendim boynuma geçireceğim. Sonra dönüp beni seyredenlere sesleneceğim. ‘Ölen bedenimdir, düşüncem yaşayacak’ diyeceğim,” dedirten 6 Mayıs…

* * * * *

Tam 50 yıl oldu; lakin hep 20’li yaşlarındaydılar.

En iyilerimizi kaybettik; Onlar, “Kutup Yıldızları”mızdı; çelik aldığı suyu unutmadı; bedelini ödeyerek yarattıkları aidiyet duygusu bizleri var etti.

Hep minnet, hayranlık, saygı duyduk Onlara; son a dek fazlasıyla hak ettikleri için.

Ne yalan söyleyeyim! Yaşayan hiç kimseyi imrenmedim. Lakin dünyayı değiştirme yolunda geçip giderken ardında iz bırakan ölümsüzlere hep gıpta ettim…

Bu işin bir yanıydı; ötekine gelince: 50 yıl önce Onlar 20’li yaşlarındaydılar; ben ise -o zamanlar- onlardan da küçüktüm.

Şimdi onlar hâlâ 20’li yaşlarında; ben ise 70’e merdiven dayadım.

50 yıl sonra Onlardan her söz edildiğinde yüreğimin başı eziliyor; utanıyorum

Vladimir Mayakovski’nin, “Susun artık konuşmacılar, savdınız sıranızı./ Söz şimdi mavzer arkadaşta, şimdi o konuşacak,” dizelerini anımsıyorum

4 Mayıs 1972’de “Üç Fidanı” kurtarmak için düşen “Keko” Niyazi Yıldızhan’ı unut(a)mamışken; Ne diyebilirim, nasıl konuşayım bilmiyorum?

* * * * *

Birden imdadıma Louis Ferdinand Céline’in, “Değer taşıyan tek hikâye vardır, o da bedelini sizin ödediğinizdir,” sözleri koşuyor; suratıma bir şamar inercesine!

Evet “o sözler ki kalbimizin üstünde/ dolu bir tabanca gibi/ ölüp ölesiye taşırız/ o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ uğrunda asılırız,” demişlerdi Attilâ İlhan’ın dizelerindeki üzere!

Nâzım Hikmet’in, “Delikanlım!/ İyi bak yıldızlara, onları belki bir daha göremezsin,” dizelerindeki gibi!

Kolay mı? Onlar Misak Manouchian’daki Fransız Direniş Grubu’nun 22 yaşındaki üyesi Spartaco Fortano’ların[3] ya da Julius Fuçik’lerin[4] yoldaşlarıydılar…

* * * * *

Hatırlayın: “Darbe yıllarıdır.

Mahkemeler ise darbe mahkemeleri.

Ölüm emirleri çoktan verilmiştir Deniz’lerin.

Celladı korkaktır, talimatla kırmıştır kalemini.

Yıllar sonra ekranlarda mahcuptur, utangaçtır; suçludur tarihin karşısında.

Bir televizyon programında, Deniz’in yoldaşı karşısına çıktığında, yüzü kızarmıştır, utanç içindedir, talimatla kalem kıran o parmaklar şimdi titremektedir.

Bilir ki, ülkelerinin bağımsızlığından başka bir şey istememişlerdir bu çocuklar.

Bilir ki, talimat aldıkları efendileri, bugün veryansın ettikleri dünyanın haramilerine göbekten bağlanmıştı.

Ve tüm dünya tanıyacaktır bu çocukları; ne şan, ne şöhret peşinde koşmuş olmamalarına karşın.

Hayatlarını ölüme attıkları bu cehennem ateşinde, kendileri için hiçbir şey beklememişlerdir.

Onurlu bir hayattan başka bir istedikleri de olmamıştır halkları için…

Ne var ki, bir kez kırarlar…

6 Mayıs’ta, cesaretini ipe verirler ülkenin.

Nurhak’ta kanatırlar düşlerini çocukların.

Kızıldere’de soldururlar gülüşlerini.

Ve karartırlar bir ülkenin geleceğini…

Vurulduklarında ya şiir kitapları çıkıyordu çantalarından, ya da romanlar.

Ölürken, en güzel şarkılarını söylüyor, asılırken Rodrigo’yu dinlemeyi düşlüyorlardı.

Öyle de yaptılar.

Onurla yürüdüler idam sehpasına.

Yüreklice geçirdiler urganı boyunlarına.

Hükmedenler boşuna baktılar gözlerine, korkudan eser yoktu.

Cellada bırakmadılar son hamleyi, kendileri tekmelediler sehpalarını.

Son sözlerinde, bir bıçak gibi vurdular kelimeleri dişleri arasından.

Vatanın bağımsızlığına, ülkenin özgürlüğüne, halkların kardeşliğe dair söylediler son şarkılarını.

Ve gülerek gittiler ölümün üzerine…

Demişlerdi ya!

‘Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı’

‘Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı’

Gittiler akşam olmadan ortalık karardı’…”[5]

Tarih 6 Mayıs 1972 idi…

* * * * *

Mahir Çayan’ın, “Varsın bütün oklar üstümüze yağsın. Biz, doğru gördüğümüz bu yolda sonuna kadar yürüyeceğiz”; Virgil’in, “Yapabilirler çünkü yapabileceklerini düşünüyorlar”; Aristoteles’in, “Tehlike ile cesurca yüzleşemeyenler kendilerine saldıranların köleleri olurlar,” saptamasından bir an dahi tereddüdü olmayan Onlar bir Manifesto idi:

“5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, saatler gece yarısını biraz geçtiğinde, Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin avlusunda gece karanlığını yırtan, aydınlığı çağıran bir manifesto okundu.

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!

Yaşasın Marksizmin Leninizmin yüce ideolojisi!

Yaşasın Türk ve Kürt halklarının devrimci bağımsızlık mücadelesi!

Yaşasın işçiler, köylüler!

Kahrolsun emperyalizm!”

Deniz Gezmiş’in idam edilmeden önceki son sözleri bunlar oldu.

Deniz’den sonra aynı idam sehpasına gelen Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan da idam edilmeden önce Deniz’inkilere çok yakın sözler haykırdılar. İkisi 25, biri (Hüseyin) 23 yaşında üç devrimci önder, gelecek kuşaklara böyle bir miras bıraktılar. Ölümün alnına yazılmış bir manifesto…

Attilâ İlhan’ın dizelerindeki, ‘Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı

Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı

Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı

Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.’[6]

Arkalarında Manifesto’larını bırakıp gittiler.”[7]

* * * * *

Sinan Cemgil’in ifadesiyle, “Biz ODTÜ’de sadece üç kelime İngilizce öğrendik: ‘Yankee go home!”…” diyen anti-emperyalistlerdi![8]

“Yusuf bir devrim hamalıydı. Hüseyin gizli bir örgütlenme uzmanı, THKO’nun beyniydi. Deniz ise çekim gücüydü, kitlelerin harekete geçirilmesi demekti,”[9] formülasyonunda ifadesini bulan devrimci sosyalistlerdi!

Siz bakmayın bizimkilere dair Mustafa Balbay’ın, “Anayasayı savundular ihlâlden asıldılar,”[10] zırvasına; o böyle dese de, hakikât bizimkilerin sosyalizmi savundukları ve burjuva düzeni ilga kastından devrimci oldukları için asıldıklarıydı!

“Darbecilik” zırvaları mı?

THKO’nun 2 No.lu bildirisi bir siyasi belge olarak büyük önem taşırken; bunlara da bir yanıttır!

“Gerici ordunun muhtırası, görünüşte hain hükümete karşı olduğu için halkın geçici desteğini kazanacak, attığı ilerici sloganlarla da devrimci güçleri yanına alacaktır.”

“Gerici ordu içindeki iktidara aday ilerici güçlerin mücadelesi kısa vadede önlenecek, uzun vadede ise bu ilerici güç tasfiye edilecektir.”

“Ordunun muhtırasıyla başlayan gelişim, ilerici değil gericidir.”

“Silâhlı bir güç olarak THKO, devrimci mücadeleyi sürdürmek adına, bu gerici gelişime en amansız şekilde karşı koyacaktır.”

“Kısa dönemde halk kitleleri ve devrimciler, hatalarından dolayı aldanacak, gericiler ise güçlenecektir. Halkımıza ve devrimcilere bu gerici gelişimin sahte sloganlarına ve üniformalarına aldanmamalarını bildiririz.”

Bu noktalar THKO’nun sadece 12 Mart’ın karakterini derhâl doğru biçimde kavramakla kalmayarak, solun geri kalanının ve halk kitlelerinin başlangıçta kurmay aklın taktikleri dolayısıyla yanılacağını, ayrıca ordunun içindeki sol kanadın önce tarafsızlaştırılacağını, ardından tasfiye edileceğini dakik biçimde öngördüğünü ortaya koyuyor.

Ya Kemalizm mi?

Celal Ülgen diye birisi, “Sosyalist diye kendimi tanımlamaya başlayınca ilk iş Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü beğenmemeye başlamıştım. Bunun bir züppelik olduğunu Deniz bana dolayısıyla öğretmişti,”[11] dese de boş kelamdır bunlar! Çünkü “Deniz’in geride kalanlara bıraktığı teorik miras, hayatı, mahkemelerdeki savunmaları, son mektubu ve son sözleridir,”[12] yoldaşı Mustafa Lütfi Kıyıcı’nın ifadesindeki üzere!

Bir de Bora Gezmiş’in, “Eğer Deniz 30 yaşına kadar muhafaza edilseydi, yine yasaların içinde kalarak mücadelesini en mükemmel şekilde sürdürürdü,”[13] demesi var ki! Onları en iyi (CHP’li olan!) kardeşleri değil, yoldaşları tanır.

Hatırlatalım: Onlar sadece coğrafyamızda devrimi değil; bir fiil bağımsızlığı uğruna dövüştükleri Filistin’de dahil, anti-emperyalist Ortadoğu Devrimci Çemberi’nin yani bölge devriminin gerçekleştirilmesi için mücadele ettiler!

Evet, Onlar -her ne demek ise-, “burjuva yasallık sınırları”na hapsedilerek, CHP’lileşrilmesi mümkün olmayan ihtilalcilerdi.

Bunun ne demek olduğunu ve elbette “nasıl”ını 12 Mart ile 12 Eylül’lerde CIA tezgâhlarında yetiştirilmiş milliyetçisi, siyasal İslâmcısı ve karanlık güçleri iyi bilirler!

1970’de ordunun müdahalesi, artık eskisi gibi yönetilmeyen coğrafyamızda kapitalizmin kurtarılmasıydı; sadece “demokrasinin askıya alınması” falan değil!

* * * * *

Tam da bunun için 12 Mart’ı “darbe/ demokrasi” düalitesine mahkûm etmek “sapla samanı” karıştırmaktır; manipülatiftir; kasıtlıdır; çarpıtmadır; hakikâti Kemalist tahrifata kurban etme girişimidir!

Çünkü yalana sarılanlar için “68 coğrafyamızda Kemalist bir reflekstir”! Lakin bu “iddia” ile gerçeğin hiçbir alâkâsı yoktur!

‘68 kuşağını Kemalizmin mumyalanmış bedenine dönüştürmeye yeltenenler “68 Kuşağı… yüzyıllardır süren özgürleşme kavgasının Jön Türklerle ivme kazanıp İkinci Meşrutiyet’le, Kuvayı Milliye’yle, Ulusal Kurtuluş Savaşımızla, laik Cumhuriyetle taçlanması”[14] ya da “68… Atatürk’ün emanetinin ne olduğunu ve tüm bunların üzerine eklenen ‘Milli Demokratik Devrim’ düşünüşünü, Cumhuriyet’in doğal mirası olarak iç içe yaşa”yanlar;[15] veya “68 hareketi, uluslararası niteliğiyle çok özgün bir hareketti. Türkiye özelinde, 1945 sonrası Cumhuriyet’in değerlerinin aşınması, ülkenin bağımsızlık kazanımlarının tehlikeye atılması uygulamalarına bir karşı duruş olarak başladı,”[16] diyenlerdi…

Ancak bunların hepsi öznel kurgulardır ve son nefesinde, tekmelediği idam sehpasında “Yaşasın Marksizmin Leninizmin yüce ideolojisi!” diye haykıran 6 Mayıs 1972 hakikâtiyle ilişkili değildir!

* * * * *

6 Mayıs 1972…

“Sehpanın önüne geliyor. Sehpanın altında bir masa ve üstünde bir tabure var. Elleri arkasından bağlı, topuklarına kadar inen ve ayaklarına hareket olanağı vermeyen dar gömlek giydirilmiş bir insanın kendi başına masanın üzerine çıkması olanaksız. Gardiyanların yardımıyla masanın üzerine çıkıyor. Masanın üzerinde bulunan tabureye kendi kendine çıkarak tepesinde duran ilmiği başına geçirmek istiyor. İlmik iki kattır, dardır, sıkılmıştır. Kafası girmiyor. Bir gardiyan ilmiği açıyor ve genişletiyor.”

Çift ilmik delikanlının boğazına asılmıştır artık.

“İnfaz savcısı ‘Çek, çek’ diye bağırıyor. Bu esnada, Deniz, ayağının altındaki tabureyi tekmelemek isterken, cellat arkadan tabureye vuruyor. Tabure yere düşüyor. Deniz’in ayaklarının uçları masaya kadar uzanıyor. Deniz’in boyunun sehpaya göre hesaplanmamasından doğan bu durum, görevlilerde bir şaşkınlık, bir heyecan yaratıyor. İnfaz savcısı, ‘Masayı da çek’ diye bağırıyor.”

Masa da çekilmiştir artık. Saat gece yarısını geçmiştir. Saat: 01.25

“Deniz karşımızda, uzun beyaz gömleği içinde asılı duruyor. İpte ağır ağır dönmeye başlıyor. İki kez dönüyor ve duruyor. Sonra gözkapakları iniyor. Alt dudağı aşağıya sarkıyor. Kasılmalar başlıyor. Belden aşağısını üç kez, aralıklarla silkiyor. Sanki arkasına bağlı ellerini kelepçeden kurtarmak istiyor.”

İdamdan on dakika sonra doktorlar Deniz Gezmiş’in gömleğini sıyırıp nabzını yoklarlar. Nabız hâlâ atmaktadır…

“Doktor bana doğru eğilerek, ‘Üzülmeyin, sandalye çekilip düşme meydana gelince boyun kırılır, beyinle bağlantı kesilir ve artık acı duyulmaz’ diyor. İnfaz savcısı kelepçelerin çözülmesini emrediyor. Kelepçeler çözülüyor, Deniz’in kolları ölü gömleğinin altında, aşağıya doğru sarkıyor. 15 dakika sonra doktorlar yine nabzı yokluyorlar. ‘Nabız yine atıyor’ diyorlar…”[17]

Bu satırlar Halit Çelenk’in ‘İdam Gecesi Anıları’ndan…

Nabız, tam elli dakika sonra durduğunda Deniz Gezmiş 25 yaşındaydı…[18]

Onların idamına dair, “Olağanüstü dönemlerin başlıca özelliği hukuksuzluktur!”[19] vurgusuyla “Ben bir savunmanım. Güzel insanları savundum. Halkını seven, onların ‘bir orman gibi kar­deşçesine’ yaşaması için gencecik yaşamlarını veren, özgürlüklerini, yaşanmamış yemyeşil yıllarını ortaya koyan insanları… Hakça toplumsal bir düzene giden yola ışık saçan insanları savundum. Onlar bir çiçek gibi arı, taze ve renkliydiler. İnsan olmaktı suçları. İnsanları sevmekti, baskısız, sömürüsüz, özgür bir dünya istemekti. Her biri birer dünyaydı. İdealleri için öldüler, idam edildiler, hapis yattılar. Ben bu güzel insanları savunarak, onlarla beraber, insan sevgisini, barış dolu, özgür ve mutlu bir dünyayı savundum. Bu güzel insanları seviyorum. Bir yaşam bu sevgiyle geçti. Kendilerini tüm insanlığa adayanlara bir yaşam vermek çok mu?” diyerek ekler Halit Çelenk:

“1) Deniz Gezmiş’leri ölüme mahkûm eden mahkeme anayasaya aykırı olarak kurulmuştur. Böyle mahkeme olmaz, bunlar mahkeme değil, kuruldur.

2) Deniz’lerin 146. madde ile ilgili hiçbir eylemleri yoktur. Onlar ne kimseyi vurdular, ne kimseyi öldürdüler. Bu çocuklar emniyette, ‘Biz sosyalistiz, Marksizme de inanıyoruz, fakat anayasal düzeni ortadan kaldırmak bir an bile aklımızdan geçmedi’ dediler. Kaldı ki, bu çocuklar Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal yürüyüşü yaptılar, ‘Anayasanın olduğu gibi uygulanmasını istiyoruz’ sloganı attılar.

3) Olayda kasıt unsuru oluşmamıştır.

4) Mahkeme, anayasanın ‘güçler ayrılığı’ ilkesine aykırı davranmıştır.

Mahkeme, kararında bu ilkeye aykırı hareket ederek, ‘sanık müdafileri hafifletici sebep olarak şunları ileri sürmüşlerdir, bu konuda kararı Meclis versin’ diyerek, yargının yetki alanına giren konuyu Meclis’e havale etmişlerdir.” [20]

Görülüyor ki, “Üç Fidan, Üç Yürek”, “kapitalist hukuk” kurallarıyla bile idam edilmiş olmayıp, fiilen ve resmen katledilmişlerdir; tıpkı ardılı, yoldaşları Erdal Eren gibi…[21]

* * * * *

Georges Politzer, “Tarih, insanların eseridir,” derken kastettiği “Üç Fidan, Üç Yürek” gibi başkaldıranlardır!

Pyotr Kropotkin’in, “Tembeller tarih yapamaz. Tarihe boyun eğerler!” dedikleri ise, Onlara benzemeyenler yani Rıfat Ilgaz’ın, “Yiyordunuz içiyordunuz/ Yaşamıyordunuz ki,” diye betimledikleri!

İyi de hâlâ “6 Mayıs 1972 nedir” mı diyorsunuz?

O, “Bütün mümkünleri kıyısındayım,” dizesidir Turgut Uyar’ın ya da “Ben acının olduğu her yerdeyim,” mısrasıdır Vladimir Mayakovsky’nin…

Veya Marcus Aurelius’un, “Şimdiki zaman herkese aittir, ölmek kısa mı kısa bir an olan şimdiki zamanı yitirmektir. Aslında hiç kimse ne geçmişi, ne de geleceği yitirir, çünkü sahip olmadığı şeyi kim alabilir ki ondan,”[22] satırlarındaki ölümsüzlük…

6 Mayıs 2022, 15:45:26, İstanbul.

N O T L A R

[1] 7 Mayıs 2022 tarihinde KOMÜNAR TV’nin “50. Yılında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan” başlıklı programında yapılan konuşma… Newroz, Haziran 2022…

[2] Fransız Özdeyişi.

[3] “Sevgili anne, tanıdığım bütün insanlar içinde en çok sen üzüleceksin, bu yüzden son düşüncelerimi sana aktarıyorum. Ölümümden ötürü kimseyi suçlama, bu kader benim seçimim.

Sana ne yazacağımı bilemiyorum. Aklım başımda ama uygun sözleri bulamıyorum. Kurtuluş Ordusu’nun saflarında yer aldım ve zaferin ışığı henüz parlamaya başlarken ölüyorum… Az sonra yirmi üç yoldaşımla birlikte kurşuna dizileceğim.

Savaştan sonra hakkın olan emekli aylığını istemelisin. Eşyalarımı sana hapishanede verecekler. Sadece babamın fanilasını alacağım, çünkü soğuktan titremek istemiyorum…

Bir kez daha elveda diyorum. Cesaret!

Oğlun Spartaco” (Spartaco Fortano, yirmi iki yaşında, Misak Manouchian’daki Fransız Direniş Grubu’nun üyesi-1944, Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.)

[4] “Burada böyle yaşayıp gidiyoruz işte. Geçen yıl, geçen ay, bugün, yarın derken hep umut dolu yarınların beklentisi içinde. Kaderiniz yazılmış olabilir. Ama ah o yarın yok mu, yarın ne çok şey olabilir! Yarına kadar bir yaşa bakalım, yarın nelere gebedir? Her şey o kadar değişken ki, yarın neler olacağını kim bilebilir? Yarınlar geçer gider binlerce kişi ölür gider, onlar için yarın yoktur artık. Ama sağ kalanlar umutları sarsılmadan yaşamayı sürdürürler- yarın neler olacağını kim bilebilir?” (Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s.94.)

[5] Yusuf Nazım, “Deniz’in Gözlüğü”, 6 Mayıs 2017… https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/denizin-gozlugu,17184

[6] “Attilâ İlhan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiğini, 6 Mayıs 1972 sabahı vapurla Karşıyaka’dan İzmir’e geçerken öğrenir. Vapurun en alt katında, gözyaşlarını tutamayarak, yazdığı ünlü ‘Mahur Beste’ adlı şiirinde, Denizleri (o kahramanları) anlatır. Hüseyin 23, Yusuf ve Deniz 25 yaşındaydı.

Türkiye’nin bağımsızlığı ve özgürlüğü için üçü de darağacına bayrak gibi asılmıştı. Bir bilgiye göre, şiirde geçen ‘o mahur beste çalar’ dizesiyle Attilâ İlhan, Deniz Gezmiş’in idam edilmeden önce son isteği olarak dinlemek istediği, Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’na gönderme yapmıştır. (‘Bir rivayete göre ise, idam edildiği günün sabahında, TRT’nin Ankara Radyosu’nda, üst üste iki kez bu konçerto çalınır. Dönemin TRT yöneticileri Deniz Gezmiş’in bu konçertoyu sevdiğini bilmediği için bu olaydan haberdar olmaz’…)” (Ferhat Özen, “78’in ‘Fırtına Kuşağı’…”, Cumhuriyet Kitap, No:1627, 22 Nisan 2021, s.3.)

[7] Sungur Savran, “Ölümün Alnına Yazılmış Manifesto”, 6 Mayıs 2022… https://gercekgazetesi1.net/teori-tarih/olumun-alnina-yazilmis-manifesto

[8] 6 Ocak 1969 Pazartesi günü ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Commer, ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş’ı ziyaret amacıyla siyah renkli Cadillac marka aracıyla ODTÜ’ye geldi. Rektörlük binasının karşısına park edilen aracı önce kantindeki öğrenciler fark etti ve yurtlara, amfileri dolaşarak “Commer üniversiteye geldi” diye haber ulaştırdı.

Türkiye’ye gelişinde protestolarla karşılaşan “Vietnam Kasabı” lakabıyla anılan ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Commer’in ODTÜ ziyaretinde arabası yakıldı.

Commer’in geldiğini haber alan öğrenciler amfilerden, yurtlardan Rektörlük binasına akın etti. Rektörün arabasının başında toplanan öğrencileri camdan gören Rektör Kurdaş, öğrencileri engellemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Rektör Kurdaş’ın uzaklaşmasından sonra Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Akın Atauz, İbrahim Seven, Halil Çelimli, İrfan Uçar, Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Mustafa Taylan Özgür, Ahmet Sönmez, Comer’in otomobilini sallamaya ve sarsmaya başladı. Ancak hayli ağır olan Caddilac’ı devirmek o kadar da kolay değildi. Sonunda İbrahim Seven’in bulup getirdiği çelik bir boru yardımıyla otomobili yan yatırmayı başardılar. Yan yatan arabayı da hep birlikte yüklenerek ters çevirmek zor olmadı.

Ters çevrilen otomobilin benzin deposundan benzin akmaya başladı. Hüseyin İnan, Sinan Cemgil’in boynundaki atkıyı alarak otomobilin benzin deposuna sokup benzine buladı ve otomobilin dört bir yanına sürdükten sonra çakmakla otomobili tutuşturdu. (Miyase İlknur, “Commer’i Gönderen Eylem”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 2021, s.6. )

Kendisine yöneltilen “ajan” suçlamalarına yanıt veren Commer, CIA’de çalıştığını kabul ederek “12 yıl CIA’de çalıştım, fakat her CIA mensubu ajan değildir” dedi.

Commer’i İstanbul’da protesto eden öğrencilerin karar duruşmasında yargıcın, “Son sözünüz var mı” sorusuna gençler, “Son sözümüz kahrolsun Amerika’dır,” karşılığını verdi. (Miyase İlknur, “İşgal Eylemlerinin de Lideri”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2021, s.6.)

[9] Mustafa Yalçıner, “201-202’den Filistin’e, Şarkışla’ya, Nurhak’a…”, 6 Mayıs 2010… https://m.bianet.org/bianet/diger/121801-201-202-den-filistin-e-sarkisla-ya-nurhak-a

[10] Mustafa Balbay, “Anayasayı Savundular İhlâlden Asıldılar”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2022, s.8.

[11] Celal Ülgen, “Ah 6 Mayıs Ah…”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2022, s.2.

[12] Mustafa Lütfi Kıyıcı, “Mektupları Deniz Gezmiş Yazmadı”, T24, 15 Ekim 2008… https://t24.com.tr/haber/mektuplari-deniz-gezmis-yazmadi,11687

[13] Mustafa Balbay, “En Çaresiz Geceydi!”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2022, s.9.

[14] Öner Yağcı, “68 Kuşağı’nın Belleği”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2021, s.13.

[15] Gamze Akdemir, “Öner Yağcı: ‘68’liler Hep Var Olacak! Tohum Sağlam Atıldı!’..”, Cumhuriyet Kitap, No:1649, 23 Eylül 2021, s.11.

[16] Nuran Alptekin Kepenek, “Bizum Cihan”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:785, 27 Mart 2022, s.6.

[17] Halit Çelenk, İdam Gecesi Anıları, Tekin Yay., 2002.

[18] İdam edildiklerinde Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan ise 23 yaşındaydı. Sağ siyaset, Menderes ve arkadaşlarının rövanşını üç yurtsever genci idam sehpasına çıkararak almış oldu. Öyle ki idam sayısı bile “Üç sizden üç bizden” denilerek denkleştirildi. (Miyase İlknur, “Bir Lider Doğuyor”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2021, s.5.)

[19] Mustafa Balbay, “Deniz’lerin İdamında Yargının Kul-Lanımı!”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2021, s.5.

[20] Yaşam ve Yargıda Devrimci Duruş-Halit Çelenk, Hazırlayan: Rona Aybay-Ümit Aktaş, Kor Yay., 2018.

[21] 12 Eylül cuntasının 13 Aralık 1980’de, 17 yaşında idam sehpasına gönderilen Erdal Eren 2 Şubat’ta gözaltına alınıp, tarihin en hızlı yargılamasının ardından, 19 Mart 1980’de idama mahkûm edildi. O dönem Genç Komünistler Birliği (GKB) üyesi olan Eren, idama mahkûm edildiği süreçte Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) üyeliğine kabul edildi. 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevinde idam sehpasındaki son sözü “Kahrolsun faşist diktatörlük, yaşasın TDKP” sloganı oldu. (Eda Yıldırım, “Emin Gökturna: Mücadele Sürdükçe Erdallar Yaşayacak”, Evrensel, 13 Aralık 2014, s.3.)

Türkiye’de ve dünyada yürütülen tüm çabalara karşın Erdal Eren, 13 Aralık 1980 gecesi Ankara Merkez Cezaevi’nde darağacına çıkartıldı. İnfazını cellada bırakmayan Erdal, tabureye kendisi vurarak yaşama veda etti. 13 Aralık günü Erdal’ın asılmasını protesto etmek için pankart asmak isteyen 17 yaşındaki Ercan Koca da işkence sonucu öldürüldü.

Erdal’ın sözde yargılanması ve infazının tanığı olan, daha sonra avukatlık görevini yaptığı için altı ay hapis cezasına çarptırılan Avukat Nihat Toktay, şimdi Aydın’da yaşıyor. Avukat Toktay, “Hukuk tarihinin kara lekesi” dediği sözde yargılama sürecini ayrıntılarıyla anlatırken infaz gecesini konuşmakta zorlanıyor. İnfazın acısını ilk günkü gibi yaşayan Toktay, “Yürüdü gitti çocuk” demekle yetiniyor. Toktay, darbe lideri Kenan Evren’in “Asmayalım da besleyelim mi” dediği Erdal Eren’in hukuk garabeti olan yargılama sürecini anlattı. (Nurcan Gökdemir, “Avukatı, Erdal Eren’i Anlatıyor: Yürüdü, Gitti Çocuk…”, Birgün, 13 Aralık 2014, s.8.)

[22] Marcus Aurelius, aktaran: Jorge Louis Borges, Sonsuzluğun Tarihi, çev: Ayşe Atalay, Düzlem Yay., s.82.

 

Exit mobile version