Getting your Trinity Audio player ready... |
Tıp dünyasında tüyleri ürperten, insanın içini sızlatan bir kavramdır…
Sinsi seyreden, sizin kanınızla, sizin enerjinizle, sizin emeğinizle geçinip sizi adım adım ele geçiren bir hastalıklar toplamı böyle anılır. Sizin bir parçanızmış, sizden biriymiş gibi başlayan, zaman içinde sizin öz savunma güçlerinizi yıkarak size ait her şeyi kendince değiştiren, organlarınızı bir bir ele geçiren ve sonuçta önce sizi siz olmaktan çıkaran, sonra sizinle birlikte kendi yaşamına da son veren o bildiğimiz dert; insanoğlunun onlarca yıllık çabasına karşın karşısında başarı kazanamadığı o mel’un ve meş’um hastalığı, kanseri anlatır “malignite”…
Bazı kuşkularla ameliyata alıp açtığınız bir hastada karşınıza çıkan o tablo bir yıkıma yol açar sizde; içinizde hemcinslerine yönelik o kardeşlik duygusuyla sarsılırsınız. Kim varsa ameliyat ekibinden karşınızda; kimin gözlerini karşılarsa gözleriniz, çok söze gerek kalmadan çok şey paylaşırsınız o an…
Yıllardır ekranda gördüğüm yüzler, dinlediğim o bitip tükenmez yalanlar, ustaca kurgulanan fitneler, bana bu kavramı anımsatıyor; benim içimi parça parça ediyor. Daha başlangıçta ne olduğunu bilmenin, geç kalmadan müdahale etmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Yıllardır ekranlarda gördüğüm, seslerini duyduğum, gözlerimin içine baka baka yalanlarını dinlediğim kişiler benim tüm insanlık ve hekimlik damarlarımı isyan ettiriyor. Öfkemden televizyonu kıracağım, bas bas bağıracağım geliyor. Hele de hastalığın, sorunun ne olduğunu görmemekte, önlem almamakta direnen, bize kanıksatmaya çalışan, hatta o derdi alkışlayan, daha da yayılmalarına yol açan birileri yok mu; insanı çileden çıkarıyor.
Gün gün yaşadık, bizi biz yapan, bizi yaşamda tutan, bize ait olan değerlerin yok edilmesine yaşayarak tanıklık ettik… Ormanlarımız maden şirketleri ve beton dökücüler tarafından tıraşlandı, dağlarımız, ovalarımız çıplak kaldı, kıyılarımızı dinamitleyip doğayı zehirlediler, çevreyi kirleten oteller kurdular, ille de dışarıdan uçak kiralayıp yangına karşı öyle mücadele edeceğiz dediler, ormanlarımızda büyük yangınlara yol açtılar, seyirci kaldılar. Akciğerlerimiz gitti elden.
Dört artı dört dediler, kamu eğitimini, laik, parasız ve karma eğitimi yok etmeye çalıştılar; küçücük yaşlarda çocukları cemaat tarikat madrabazlarına teslim ettiler, kendi meclisini, kendi insanını cebindeki bir dolarla bombalayan subaylar, kendi ülkesinin genelkurmay sırlarını emperyalist güçlerin gizli servislerine açan, kendi yurtsever subaylarını düzmece davalarla tutuklayıp zindanlara, ölümlere sürükleyen savcılar, yargıçlar yetiştirdiler; üniversite giriş sınavlarında, kamuda işe almalarda hak etmeyenleri, kendilerine kulluk edenleri seçtiler… Beyin hücrelerimizi ve vücudumuzun savunma elemanlarını yetiştiren kemik iliğimizi ele geçirdiler…
Sağlıktan eğitime, çevreden savunmaya, kamu adına değil, kendi adına iş yapan, bu alanlardan kamuya karşı oldukça para kazananları işin başına getirdiler… Yerli üretimi yok ettiler, dünyada güneşi, suyu ve toprağı en büyük bereketle bir arada tutmuş, en büyük uygarlıkları bağrında yetiştirmiş Anadolu’yu, aracılar kazansın, gemicikler iş yapsın diye buğdaysız, ayçiçeksiz, hatta samansız bıraktılar… Maligniteyi ve obesiteyi (çığırından çıkmış yamyamca yeme ve geleceğini mahvetme hastalığı) kışkırtan nişastabazlı şeker satan emperyalist tekeller ve onlarla iş yapan ortakları kazansın diye, pancardan şeker üreten fabrikaların kapısına kilit vurdular. Tütünden pamuğa, bu topraklarda yerli üretim olmasın diye ellerinden geleni artlarına koymadılar… Üretenin sırtından da keneler gibi kan emen kendi kırsal alan ortakları, tefeci- bezirgân asalaklarını eksik etmediler. Üreticinin elinden üçe kaptırdıklarını tüketiciye otuza sattırdılar.
Nasıl ben ekranlara baktıkça kahrolmayayım… Bu ülkenin göz göre sonunu hazırlayanları ve onların nasıl malign bir karakterde olduklarını hâlâ görmek istemeyenleri gördükçe ve zamanında bu tabloya yol açmış, bu anlayışı övüp göklere çıkarmış, dönüp de “ben hata ettim” demeyi bile göze alamamış olanları anımsadıkça, nasıl saçımı başımı yolmayayım?
Adam, en yüksek yargı yerinde bulunan bir mahkeme için, “Ben Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımıyorum” diyor, en adaletsiz hükümlere imza atan, hukukla bağdaşmayan yargılarda bulunan bu adam, “Adalet Bakan Yardımcılığı”na atanarak ödüllendiriliyor…
Kendi gözümle gördüm, kendi kulağımla duydum, Gezi direnişçilerinin kendilerini gazlı, coplu polis saldırılarından korumak için girdikleri camide içki içtiklerini görmediği söyleyen ve özü sözü bir Müslüman olduğu için zamanında görevinden alınmış o müezzini… Helâl olsun onun gibi din adamlarına… Hâlâ camide içki içilmiş denebiliyor ve kendilerinden olmayan, kendi yaşam biçimlerini savunmak isteyen insanlara en yetkili ağızlar tarafından “sürtük” diye, “çürük” diye hakaret edilebiliyor.
Yirmi yılı da aştı, hekimlikten, hem de maligniteleri köküyle sapıyla insan bedeninden söküp attıkça onur duymuş, o malignitelerden çok çekmiş bir cerrahlık uğraşından sonra edebiyata geçmiş bir Anadolu çocuğu, helal süt emmiş bir yurttaş olarak çırpınıyor, feryadı figan ediyorum. “Anadolu Rönesansı”ndan diğer onlarca diğer kitaba, halkımı ve aydın geçinenleri uyarmaya çalıştım; kahırla, çileyle gece gündüz uyumadım, durmadım…
Umudu ve inadı eksik tutmamayı, bu hastalığın bünyemizden sökülüp atılabilmesi için davranışa geçmeyi, örgütlenmeyi, kol kola, omuz omuza olmayı savundum.
Ben bir edebiyatçı, bir kültür insanı olduğum kadar bir hekimim, bir cerrahım…
Yeter artık bu “malignite”yi kendi kanımızla, kendi terimizle, kendi canımızla beslediğimiz… Sese ses, ışığa ışık verin artık ey insan olanlar, ey bu yurdun, bu bedenin, bu hayatın değerini bilenler… Kalkın, davranın…
Yeter olsun artık, gününüz de aydın olsun…