1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Duyarak ve Duyumsayarak

Duyarak ve Duyumsayarak

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala
Getting your Trinity Audio player ready...

“Her yiğidin kendince bir yoğurt yiyişi vardır” demiş halkımız. Ne kadar içine doğup büyüdüğümüz toplumun koşullarıyla, aldığımız eğitim ve görgüyle biçimleniyor olsa da yaşamdaki tercihlerimiz; sorgulayan bir akla sahip olma yeteneğimizi kullandığımız ölçüde çevremizden farklılaşırız; kendimizce bir yol ve yöntem tuttururuz.
Çevremizdeki olgu ve nesnelerle ilişkimizde ne kadar o çevreyle yakın ilişki kurabilmiş, ne kadar söz yerinde ise, “başkalarının yerine” de duyup duyumsayabilmişsek, yetilerimiz, becerilerimiz ve iç dünyamız da o kadar zenginleşir… Uzun zaman yaşamak da önemlidir kuşkusuz ama, yaşamla kurduğumuz duyusal ve duygusal ilişkilerin yaşamın ufkunu da çoğalttığını hiç unutmayalım. “Az zamanda çok iş başardık” demesi gibi Cumhuriyet kurucusu Ata’nın, “az zamanda çok yaşayabilmek” de mümkündür… Bunu “hayatın hakkını vermek” olarak da tanımlayabiliriz.
Aydınlanma düşünürü “İmmanuel Kant”ın tanımıyla, bir nesnenin “kendinde şey” olma özelliği, onun bizim algılarımızın ötesindeki boyutunu da kapsar. Biz bir nesneyi ya da olguyu, kendi duyularımız aracılığıyla tanırız; ona yakın olabildiğimiz ve onun “neçeliği”ni bilebildiğimiz ölçüde o da kendi gerçekliğini bize açar…
Hekim isek hasta, öğretmen isek öğrenci, rençber isek toprak ve tohum, bahçıvan isek, yaprak ve meyve olabildiğimiz ölçüde kendi işimizi daha iyi başarırız. İletişim ve ilişkilerde “diyaloji” dediğimiz, bir tür karşılıklı söz hakkı, bir tür birbirini anlayabilme yetisi ile, bir olgu veya nesne hakkındaki düşünce ve duygular, yan yana ve karşı karşıya konulabildiği ölçüde (Sinkrizis ve Anakrizis), gerçeklik bize kendini daha çok gösterir…
Hekimlik yıllarımda hastalarımın hem bedensel sağlık durumu, hem de ruh halleri beni çok etkilemiştir… Yitirdiğim her hasta da beni derinden yaralamıştır. Hele de üzerinde düşünüp sonradan hastayla ilgili yaptığım tercihlerin yanlışlığını bulup çıkardıysam, ömür boyu unutamadığım bir ağırlık oluşmuştur yüreğimin derinliklerinde… Hastalarımın mutluluğu ve iyiliği benim de iyiliğim ve mutluluğum olmuştur. Bu duyguları öğrencileri tarafından sevilen öğretmen de, tarlasını aşkla ekip biçen köylü de, kilimini içindeki türkülerle, sevdayla işleyen genç kızımız da, çocuğunu kendini ona adamışçasına emziren ana da çok iyi bilir…
İnsan, verdikçe alır hayattan…
Karabük’te genel cerrahlık yaptığım zamanların son yıllarında, o güzel şehrin güzel insanlarının buluşma yerlerinden biri olan “Mühendisler Kulübü”nde özel bir gece, yemek ve eğlence vardı… Yılbaşı mıydı, bir “Karabük Kuruluş Günü” mü anımsamıyorum. Yüzü bana çok yabancı gelmeyen birisi oturduğum masaya kadar gelip saygılı bir ifadeyle beni başka bir masaya davet etti; “hemen bir gelip dönün lütfen” dedi… Gittim o kişiyle, yuvarlak büyük bir masanın çevresinde on veya on iki civarında kişi oturmuşlar… Oturanların hepsini de çok iyi tanır gibiyim. “Bizler özel olarak bir araya geldik” dedi çağıran kişi… “Bizler, senin mide ameliyatı yaptığın kişileriz; önceden haberleşerek toplandık… Hepimiz çok iyiyiz. Şimdi isteyen rakı içiyor, isteyen istediğini yiyor; böyle demiştin zaten,” diye ekledi. Çok mutlu olmuştum o akşam… Birçoğu yediğini çıkaracak kadar hasta, yiyip içemez olmuş insanların (sonraki yıllarda bir zamanların baş belası hastalığı “Duodenal Ülser” sorumlusu Helycobacter Pylori”nin bulunması ile mide hastalıkları ve yol açtığı kompikasyonlar -kanama, delinme, pylor stenozu- çok azaldı) istediklerini yiyip içecek ölçüde sağlıklarına kavuşmuş olmaları ve beni onurlandırmak için bir araya gelmiş olmaları ölçüsüz bir kıvançtı benim için… Onlar ve onlar gibi hastalardan sayfa dostlarım var şimdi. Daha Dışkapı Hastanesi’ndeki asistanlık yıllarımda ameliyat ettiğim Döksan fabrikası devrimci işçisi Ahmet Dülger (birlikte otobüslerle TSİP ve sonradan Devrimci Derleniş görevlisi olarak İstanbul 1 Mayıslarına da gitmiştik; 1977 1 Mayısını da birlikte yaşadık sanırım), Karabük Hamzalar’dan sıkça yorum yazan Mustafa Altuğ, yine Karabük’ten sesini duyuran Hüseyin Aksoy şimdi kitaplarımı da okuyorlar. Aralarında onlarca yıl yaşamış kanser ameliyatı yaptığım hastalar da oldu… Yarım asırlık bir geçmişi yanımda duymak, duyumsamak benim için farklı bir mutluluk kaynağı…
Edebiyat dünyasına geçtikten sonra da yazarların kurduğu ya da yeniden yaşattığı roman kahramanları ile benzer bir ilişki kurdum sanırım. “Karşılaştırmalı edebiyat” denecek türde yaptığım araştırmalarda karşıma çıkan kimi olgu ve kişiler, onlarla ilgili yaptığım akıl yürütmeler, yaşamını kurtarmayı başardığım hastaların yaşattığı sevince benzer bir sevinç yaşatıyor bana. Baba dostu, amcam Talip Apaydın’ın Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı o güzel üçlemesinin (Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler) edebiyat dünyası tarafından görmezden gelinmesi karşısında duyduğum öfkeyle kaleme almaya başladığım “Romanlarımızda Kurtuluş Savaşı ve Kadınlarımız” dosyasında karşıma çıkan, Talip Apaydın’a adını vermiş, babasını ölümden kurtarırken canından olmuş Galip Teğmen ile babası yerine kurguladığı Molla Mahmut ile silah arkadaşı, köylüsü Haceli’nin cephelerine silah sağlamak için gittikleri Eskişehir’de karşılaştıkları “Bekir Usta” ile, aynı araştırma kapsamında okuduğum Attila İlhan’ın “Dersaadette Sabah Ezanları”nda karşılaştığım, sonrasında başladığım (yeni çalışma konum) Attila İlhan’ın diğer romanlarında da (Reis Paşa, ölümünden hemen önce yazdığı Gâzi Paşa ve Aynanın İçindekiler dizisinin diğer romanları) adıyla sıkça buluştuğum Beşir Usta’nın aynı kişi olduklarına hiç kuşkum yok… Talip Apaydın, yıllar sonra babasının çarpıştığı cephelerde, onun silah arkadaşlarının köylerinde gezip konuşarak, onları dinleyerek yazmıştı romanını. Attila İlhan, uzun yıllar içinde bulunduğu gizli sosyalist hareket içindeki adları romana taşımıştı… Bir harf farkını çok olağan bulmak gerek… Talip Apaydın’ın tüfek ustası Bekir’i, Teğmen Galip’in savaş bittikten sonra her şeyin değişeceğine, halkçı bir Cumhuriyet kurulacağına, köylülerin mutlu bir yaşam süreceğine ilişkin sözlerine yanıt verirken acele etmemesini, o gün mecliste var olan ağaların, beylerin aynı yerde varlıklarını sürdürmesi durumunda ülkede çok bir şeylerin değişmeyeceğini söylemişti. Savaş bittikten sonra, yırtık, yamalı, bitli, kendi parasıyla savaşa katılırken aldığı atını ve silahını da birliğine teslim edip dönen Molla Mahmut ve Haceli, işgal yıllarında düşman subaylarına koyun kesip rakı açmış, gariban köylü kadınlarını para karşılığı karşılarında oynatmış Hacı Nuri’nin bu kez kaymakamla, yöredeki yetkililerle can ciğer kuzu sarması olduğunu, yıllar içinde Bekir Usta’nın haklı çıktığını görmüşlerdi. Attila İlhan’ın romanlarında Almanya’da, Spartakistler arasına katılmış, Roza Luksenburg’u dinlerken “Yaşasın Proletarya!” diye sloganlar atmış işçisi, Beşir de İstanbul’un işgal edilmesi üzerine Anadolu’ya Kuvayı Milliye saflarına geçip Eskişehir’de silah ustası olmuştu. Aynı tarihlerde İstanbul’da kalmış olan Komünist Fırkası lideri Şefik Hüsnü, işgal ordusu zabitlerinin de girip çıktığı Cadde-i Kebir’deki (sonraki İstiklal Caddesi) Parisiana’da birasını içip memleket meselelerini konuşmaktadır! (Aynı yıllarda başka bir sosyalist lider olacak Dr. Hikmet ise gönüllü katıldığı cephede Köyceğiz Kuvayımilliye Komutanlığına yükselecektir)
Edebiyat dünyasında da kendimi ameliyat yapar gibi duyumsuyorum. Hastalıkları, kötü dokuları, insan ruhuna zarar vereceğini sandığım şeyleri açığa çıkarıp göstermeye, kaldırıp atmaya çalışıyorum. Köy Enstitüsü kökenli yazarlara karşı açılmış emperyalist ve hayat kaçkını bir kampanya karşısında onları bana savunma olanağı tanıyan Mihail Bahtin, Octavio Paz, Paula Freire, Metin And, İlhan Başgöz, Pertev Naili Boratav gibi namuslu düşünürlerin yardımıyla, “Batı Rönesansında Rabelais, Türk Edebiyatı’nda Köy Enstitülü Yazarlar” özgün tezini yazdım ve o saldırıyı Anadolu’nun kavruk çocukları adına göğüsleyerek susturmayı başardım… İyi sonuçlanmış ameliyatlardan sonra duyduğum hazzı şimdi de edebiyat dünyasındaki çalışmalarda yaşıyor gibiyim…
Duyarak ve duyumsayarak yaşamak gibisi var mı…
Şimdi, şu atan tanın ağartısını, doğan güneşle birlikte kızaran dağların yaşam sevincini, kendi kendine açıp solan kır çiçeklerinin güzelliğini ta yüreğimin içinde duyuyor ve duyumsuyorum.
Selam olsun hayata hakkını verenlere, selam olsun çıkar ve iktidar için değil, duymak ve duyumsamak, sevmek ve paylaşmak için yaşayanlara…
Gününüz aydın olsun değerli dostlar…
11 Mayıs 2022, Alper Akçam

Duyarak ve Duyumsayarak

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advert
Advert
Giriş Yap

Sol Medya ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
Reklam Engelleyicisi Tespit Edildi

Sitemize katkıda bulunmak için lütfen reklam engelleyicinizi devredışı bırakın.