Getting your Trinity Audio player ready... |
Bir HDP milletvekilinin verdiği “Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı” ile ortalık allak bullak oldu. Yeniden yüksek sesle tarih tartışmaya, birilerini “hain”, birilerini “kahraman” olarak ilan etmeye başladık… Tarihte belli noktaları kaşıyanlar, bazı üzücü olaylar üzerinden politika yapıp prim toplamaya çalışanlar, daha çok o olayların çıkışının asıl sorumlusu olmuş emperyalistler ile onların sinsi politikacı ve servislerinin kışkırttığı kişiler olagelmiştir. Ülkenin bir yıl sonra yapılacak seçimlerde, yirmi yıldır süren bir “pazarlama” ve “talan etme” politikasından kurtulabilmenin bir “bekâ sorunu” olarak ele alındığı bu günlerde, ortaya çıkan bu tartışmanın, kimin ekmeğine yağ süreceği de çok açıktır.
Tarihte asıl kaybedenler, iyi örgütlenememiş, kendi kolektif aksiyon gücünü iyi kullanamamış, öngörüsü güçlü liderlere sahip olamamış halklardır…
Tarihin zembereğini kuranlar, modern sınıflı toplumların sınıf çelişkileri, yerleşik toplum öncesi ve antika tarih boyunca da kandaş geleneklerin canlılığı, “kolektif aksiyon gücü” olmuştur. Son iki yüz yıldır da, yeryüzüne egemen kapitalist-emperyalist sistem yöneticilerinin ve silah tacirlerinin isteği ve bilgisi dışında bir tek kurşun bile sıkılmamıştır.
Kuşkusuz, tarihi yalnızca liderler üzerinden okumak ve öyle yazmaya kalkışmak son derece öznel ve gerçeklikle bağdaşmayacak idealist bir değerlendirme olsa da, liderlerin öngörüsü, kendi halkları ile kurduğu bağlar, gösterdiği hedefler, hatta attığı sloganlar bile çok belirleyici olmuştur…
Yozlaşmış, halkından kopmuş, Lale Devri safahatında saltanat mirasyediliğine, harem eğlencelerine dalmış Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki adı, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmiş Batı egemenleri için “Hasta Adam” idi. Bir ucu Balkan Dağları’nda, bir ucu Yemen, Kuzey Afrika çöllerindeki bir coğrafyada kapitalizme adım atmaya başlamış halkların milliyetçi kalkışmaları, emperyalizmin geleceğin en önemli güç kaynağı olarak gördüğü (çok yerinde bir saptama ile) petrol ve diğer zenginlik kaynaklarına yönelik girişimleri ile söz konusu coğrafyalarda kan gövdeyi götürmeye başlamıştı…
Bu milliyetçi değişim ve uyanışların bizdeki yansıması olan İttihat Terakki yöneticilerinin politikası sonucu, 1. Emperyalist paylaşım savaşına, asıl paylaşılacak toprakların sahibi olan Osmanlı İmparatorluğu da girdi. Enver Paşa’nın yaşça kendisinden küçük amcası Halil Paşa’nın bile kör gözüne parmak “Alman oyunu” diye adlandırdığı Turan uğruna, Kafkasya’dan Hazar’a, Acem illerine uzanan bir serüvende yüzbinlerce Anadolu evladının da kanı döküldü. Sarıkamış’ta doksan bine yakın aç ve çıplak askerimiz kış şartlarında donarak öldü.
Önce “Romanlarımızda Kurtuluş Savaşı” çalışması ile adımımı atmıştım tarihin bu sayfalarına. İkinci inceleme alanım, Türkiye Cumhuriyeti Uluslaşma Süreci’ni ele aldığım “Anadolu Rönesansı”nda ve “Türk Romanında Karnaval” çalışmalarının dışında kalmış tarihimizin kültürel boyutlarını, Attila İlhan romanları üzerinden ele almak olacaktır.
Edebiyat, bugünümüze olduğu kadar, dünümüze de inanılmaz güçlü bir ışık tutma gücüne sahiptir… Talip Apaydın romanlarında Molla Mahmut’un (Talip Apaydın babası) Eskişehir’de karşısına çıkan Beşir Usta, Attila İlhan romanlarındaki Alman Spartakistlerin yanında proletarya için sloganlar atmış, Kurtuluş Savaşı başlayınca da Anadolu’ya geçmiş Beşir Ustadır. Partisini lideri Şefik Hüsnü, İstanbul’un işgal subaylarına da ev sahipliği yapan eğlence yerlerinde boy gösterirken, proleter Beşir, Kuva-yı Milliye’ye silah yapmaktadır. Karşısına çıkmış Molla Mahmut’a da Kurtuluş Savaşı’na kendisinin de başını koyduğunu ama teğmeni Galip’in (onun ölümünden sonra adı oğul Talip Apaydın’a geçecek) verdiği umutların belki de boşa çıkacağını, emekçi sınıflar için Kurtuluş Savaşı sonrasında da çok şeyin değişeceğini sanmadığını söylemiştir.
20. yüzyılın başı ve özellikle Mondros Mütareke yıllarının sonu (Mütareke yılları diye anılır) bazı halklar arasında çıkan çatışmaların asıl sorumlusunun emperyalizmin olduğu, bazı halkların yanlış tercihlerle kaybettiği çok açıktır. Emperyalizmin Doğu ve Kuzeydoğu’yu kendilerine yurt olarak “bahşettiği” Ermeniler de emperyalistlere güvendiklerinden bu dönemin kaybedenleri olmuştur.
Mustafa Kemal, doğru bir tercih yaparak 1917 Ekim Devrimi’nden sonra 1878 yılından bu yana kendisine savaş ganimeti olarak verilmiş Kars-Ardahan-Artvin’den çekilmiş Bolşevikler ve Lenin ile çok sıcak ve dostane ilişkiler kurmuştur. Bir önceki yazıma o pespaye “kökü dışarıda” karalamasıyla yorum yazan birisine de açıkça söylediğim gibi, Mustafa Kemal’e büyük bir sevgim ve saygım var; Lenin’i de aynı biçimde sevgi ve saygı ile anıyorum.
O hengâme yıllarında Ermenilere sahip çıkan, onlara yurt gösteren de, yeryüzünün tek işçi-köylü devleti, Sovyetler olmuştur.
Bu arada, Sakarya Savaşı öncesi Yunanlılar Eskişehir’i ele geçirmiş Ankara’ya doğru ilerlemeye başlamış, ipler de iyice gerilmişti. Bolşeviklerle gizli görüşmeler yapan Enver Paşa’yı 1. Doğu Halkları Kurultayı’nda safdışı etmeyi başarmış, doğrudan Lenin’e çıkarak Kuva-yı Milliye’ye silah ve teçhizat yardımı, üzerine milyonlarca altın verilmesinde epeyce katkısı olmuş Mustafa Suphi’nin yoldaşlarıyla birlikte Karadeniz’de bıçaklanarak, kurşunlanarak boğulması, eşi Maria Suphi’nin yıllarca tetikçi katiller tarafından dövülerek tecavüzlerine uğraması içler acısı bir tarihi tablo olarak kalmıştır. Bu olayı Attila İlhan, Enver Paşa’ya ve onun Teşkilat-ı Mahsusa döneminden kalma adamlarına bağlıyor olsa da, Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye gelişinin Ankara Hükümeti tarafından hiç hoş karşılanmadığı ve korunmadığı da açık bir gerçektir. Savaşın kazanılabilmesi, yurt topraklarının kurtarılabilmesi için, böyle bir yol izlenmesi gerekli görülmüştü… Bu acı olaya Sovyetlerden de bir tepki gelmemiş olması da ayrı bir tarihi saptamadır.
Aynı karmaşa dönemi içerisinde Kürt ve Rum halklarının yaşadıkları da ayrı bir tablo oluşturur. II. Abdülhamit döneminde ayrı bir devlet kurma çabasındaki Ermenilere karşı kullanılmış Kürt aşiretlerinin 1914-15 acı olaylarında büyük sorumlulukları olmuştur. “Tehcir”e uğrayan Ermenilerin arazilerine ve mallarına çok yerde onlar saldırmıştır. Kırım Savaşı’nda iki, 1878-1879 savaşında bir alay ile Osmanlı güçlerine karşı Ruslardan yana savaşa katılmış Kürt aşiretleri, yeri gelmiş, gönüllü olarak Osmanlı’dan yana da tavır koymuştur. 1877-78 savaşında Rusların yanında yer almış olan Kürt Gaskanlı Aşireti Reisi Reşit Bey, Rusların gece yapacağı baskını Gazi Ahmet Muhtar Paşa’ya gizlice haber vererek onun önlem almasını ve o cephede savaşı kazanmasını sağlamıştır (Ersin Hakan, Kars Kürtleri, s 238).
Mustafa Kemal’i Payitaht’tan gelen talimatla Sivas’ta bastırmaya giden Elazığ Valisi Galip’in Kürt aşiretleri ile işbirliği yapması, Ağrı ayaklanmasından Dersim’e, birçok olayda İngiliz istihbaratının Kürt aşiretlerini genç Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kışkırtması ve Kürtlerin aşiret yapısından bir türlü çıkamamış olması, Türk milliyetçiliği tarafından olumsuz notlar olarak sanki silinmez bir biçimde kayıt altına alınmıştır. Çanakkale’den Sakarya’ya, Dumlupınar’a Kürt köylülüğünün de düşmana karşı göğsünü siper etmiş olduğu unutulmuş, o halkın bütün kültürel halkları yıllarca görmezden gelinmiş, hatta bir Kürt Milleti varlığı bile yok sayılmıştır.
Bugün Ortadoğu da ABD emperyalizminin Kürtlerle ilişkisi de iyi değerlendirilmelidir.
Bütün bu karmaşa içinde bize düşen, halklar arasındaki üzücü ve emperyalizmin kışkırtmalarıyla yaşanmış tarihi olayları kaşıyarak düşmanlıkları günümüze taşımaya çalışmak değil; emperyalizme karşı halklar arasında bir barış köprüsü oluşturmak olmalıdır…
Ülkemizin ve insanlığın kurtuluşu, gelecek aydınlık günler, halkların emperyalizme karşı el ele, kol kola mücadele vermesi ile mümkün olacaktır.
Yaşasın halkların kardeşliği!
25 Nisan 2022, Alper Akçam