Getting your Trinity Audio player ready... |
Fizikten örnek verelim. Basur ve varis, dalında olmuş elmanın düşüşü, Riemann Geometrisi, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi, yıldızların parlaması, galaksilerin kenarlarında çok hızlı dönen bölgelerin fırlamaması arasında ne gibi bir ilişki vardır?
Bu birbiriyle ilgisiz görünen şeylerin hepsi, aynı özün, yani yerçekimi veya gravitasyon denen dört temel kuvvetten birinin, farklı görünümlerinden başka bir şey değildir. Kabaca şöyle:
İnsan iki ayağı üzerinde yürüyen bir canlı olduğundan kanın ayaklardan ta kalbe kadar yükselmesi gereği ve yerçekimi arasındaki çelişki varis ya da basurun temel nedenidir. Dalındaki olgun elmayı da yerçekimi düşürür. Yerçekimi aynı zamanda geometrik olarak uzay zamanın eğrilmesi olarak da tanımlanabilir ve eğri bir uzayın hesaplanmasında Riemann geometrisinin dayandığı aksiyomlar daha işlevseldir. Dünya güneşin çekim etkisi nedeniyle onun etrafında döner. Yıldızların merkezinde çekim nedeniyle büyük basınçlar ve sıcaklıklar oluşup termonükleer reaksiyonlar başlar ve yıldızlar parlar. Galaksilerin kenarları da ne olduğunu hala bilmediğimiz “karanlık madde”nin çekim gücü nedeniyle fırlamazlar ve Kepler yasasına aykırıymış gibi davranırlar.
Başlıktakı şeyler ya da olgular arasındaki ilişkiler de Fiziktekine benzer. Bu birbiriyle ilgisiz gibi görünen olgu ve şeylerin ardında aynı toplumsal yasalar ve güçler vardır.
Bunların hepsi de, özünde bir tek yasaya indirgenebilir: Marks’ın ifadesiyle: “İnsanların düşüncelerini varlıkları belirler; varlıklarını düşünceleri değil”. Elbet bu çok basit ve temel ilişki, somut görünümleri içinde, çok farklı biçimlerde de ifade edilebilir. Örneğin toplumun üstyapısını (tüm toplumsal ilişkilerini, hukuk, ahlak, estetik, eğitim vs.) altyapısı (yaşamını sağlayan ürünleri nasıl, hangi araçlarla ürettiği) belirler; yani insanlar Avcı ve Toplayıcıyken başka türlü toplumsal ilişkiler kurar; modern sanayi toplumunda başka. Üretim ilişkilerinin değişiminin ve emek üretkenliğinin artışının belli bir noktasında sınıflar ortaya çıkmıştır. Bu aynı yasa sınıflar alanında da şöyle yansır: insan sarayda başka düşünür kulübede başka. Bu şöyle de ifade edilebilir: sınıfların eğilimlerini ve çıkarlarını iktisadi ilişkiler içindeki konumları belirler.
Ciguli hasbelkader bir zamanlar Türkiye’de meşhur olmuş bir Roman Müzisyendir. Belki de Koabni’nin adını hayatında duymamıştır. Kobani’de savaşanlar veya onun için görteri yapanların bu garip romanın yeryüzündeki varlığı ve ölümü ilişkin zerrece bir bilgileri ve ilgileri yoktur.
Ama sizin toplumsal yasalara veya politikaya ilgi duymamanız onların size ilgi duymadıkları anlamına gelmez. Aksine onların ilgisine mahzar olmamak gibi bir ayrıcalığa kimse sahip değildir.
*
Biraz etrafına bakan Müzisyenlerin genellikle Romanlar ve Abdallardan çıktığını görür. Hatta Batı’daki Modern Klasik müziğin ilk ustaları bile (Mozart, Bach vs.) Müzisyen ailelerden, yani tıpkı Roman ve Abdallar gibi müziği meslek edinmiş nesillerden, gelirlerdi.
Bu neden böyledir ve nasıl açıklanabilir? Bu onların genlerinde mi var? Yoksa nedeni belli toplumsal ilişkilerde mi gizli? Eğer toplumsal ilişkilerde ise, bu ilişkiler başkaları üzerinde etki göstermiyor mu da hep Romanlar müzisyen oluyor? Demek ki onların genlerinde müziğe özel bir kabiliyet olmalı. Böyle düşünen çoktur.
Ama Romanlara ilişkin, çok az bilinen ve aslında bilinç altına itilmiş, bilinmezden gelip unutulmuş bir başka gerçek daha vardır: 1960’lara kadar TKP’nin bütün proleter tabanı da neredeyse sadece Roman tütün işçileridir. Peki, bunu nasıl açıklayacağız? Komünistlik, tütün işçiliği ve Roman olmak arasında nesil bir ilişki olabilir? Yoksa Komünizm geni de mi var bu Romanlarda?
(Bu vesileyle bu konuda Toplumsal Tarih dergisinin Ekim 2014 tarihli 250. Sayısında, araştırmacı, Egemen Yılgür’ün, “Türkiye Solunun Unutulmuş Özneleri Roman Tütün İşçileri” adlı çalışmasına dikkati çekelim. Orada zengin malzemeye ve iğneyle kuyu kazarca bir araştırmaya dayanarak, 1960’ların yükselişine kadar, neredeyse yarım yüzyıl, TKP’nin bir grup beyaz Türk aydın ve bir miktar da Yahudi, Ermeni, Rum dışında esas olarak İşçi üyelerinin esas olarak Osmanlı döneminde Selanik civarında politikleşmiş Roman Tütün İşçilerine (veya yine bu çevreyle ilişkili başka işlere yönelmiş Romanlara) dayandığı görülmekte.)
*
Burada bir parantez açarak konumuzla ilgili ve ipucu olabilecek bir başka olguya dikkati çekelim.
Yaşayanlar bilirler, 1960’lardan sonra ise, Sosyalist hareketin temel insan kaynağı Aleviler ve Kürtler olmuştur.
Ancak 1990’lardan sonda, yani Kürt Hareketinin ve direnişinin başlamasından sonra 2000’lerde de, bu damarın kuruduğunu, Marksist ve Sosyalist olanların neredeyse hepsinin “Beyaz Türkler”, yani toplumsal konumlanışıyla ezilen ve emekçi sınıflar arasında yer almayan; aynı zamanda dili ve kültürü nedeniyle de özel bir baskı görmeyenler, olduğunu görüyoruz.
Bugün örneğin Kadıköy’e gelip biraz etrafına bakan birisi, oranın adeta bir “Kurtarılmış Bölge” olduğun sanabilir. Ama aynı bölge aslında ulusalcıların ve Kemalistlerin de kalesidir. Beyaz Türklerin ulusalcılığı ve Kemalizm’i Sosyalizmin Kızıl giysilerini giymiştir.
Ve işin ilginci bu eğilim sadece Türkiye’ye de has değildir. Bütün dünyada, hemen hemen her ülkede, uzun yıllar boyunca ezilen azınlıklar sosyalist hareketin temel kaynaklarından biri olmuşlardır. İngiltere’de İskoçlar ve İrlandalılar; Avrupa’da Yahudiler vs.. Ancak son yıllarda Türkiye’dekine benzer bir süreç diğer ülkelerde de görülmektedir. Rusya’da artık komünistler Büyük Ruslar’dan çıkmaktadır. Eski Yugoslavya’da esas egemen ulus Sırplar en sosyalist görünenlerdir. Doğu Avrupa’da da benzer eğilimler görülebilir.
Ortada ilginç bir çelişki de bulunmaktadır. Sosyalizm ve Marksizm insanların iktisadi eşitliğini hedefler, ama nedense saflarına akanlar iktisadi nedenlerle değil, başka nedenlerle baskı altına alınanlar olmuştur. Ve yine şimdi başka nedenlerle imtiyazlı olanlar olmaktadır. Bu iki birbirine zıt görüngü nasıl izah edilebilir? Bunların arasında belli ki zorunlu bir ilişki bulunmaktadır. Nedir bu ilişki?
Tabii genellikle sınıf kavramıyla iş görmesine rağmen, sosyalist harekete taze kan sağlayan damarların sınıfsal baskıdan ziyade, dili, dili vs. üzerinden baskı altındaki toplum kesimleri olması ama bu olguyu sosyalist hareketin hiç tematize etmemesi veya hiç dikkat etmemesi ilginçtir ve Marksizm’in Krizi ile Kürtlük (Kobani) ve Romanlık (Ciguli) arasında bir ilişki olduğunu sezdirir.
*
Yine Roman Müzisyen Ciguli’ye ve TKP’nin 60’lara kadar tek proleter tabanı Roman Komünist Roman İşçilere dönelim.
Soru şudur: Roman oluş 1960’lara kadar TKP’nin neredeyse tek işçi tabanı oluşu da belirliyor; müzisyen olmayı da. Birbirine zıt gibi görünün bu olgular ile Romanlık arasında ne gibi bir ilişkiyi; hangi derin ve temel güçler yaratmaktadır?
Kapitalizm öncesinde en uç biçimi Hindistan’da görüldüğü gibi, hep bir kastlaşma eğilimi görülür.
Ekonominin farklı alanları, tam da ekonomik ilişkiler üstyapıyı, yani dini belirlediği için, farklı ekonomik faaliyetler farklı dinleri gerektirdiğinden, toplum farklı dinler arasında bölünmüş gibi görülür. Kapitalizm öncesinde iş bölümü çoğu zaman aynı zamanda din bölümü biçiminde ortaya çıkar. Farklı dinler arasında evlenme olamayacağından, giderek içine kapalı kastlaşma eğilimi başat olur; bu da farklı “etniler”; “halklar” arası bir bölünmeymiş gibi görülür; tam da bu nedenle, sık sık birbirine karıştırılan, Romanlar ve/veya Çingeneler ve de Abdallar en azından Roma, Bizans ve Osmanlı uygarlık alanında bir tür müzisyenler, demirciler vs. “kastı” oluşturur. Kapitalizm öncesi toplum, farklılıkları gidermez, aksine vurgular, kabartır. Her dinin (Osmanlı’da bunlara Millet deniyor. En uç biçimi Hindistan’da Kastlar) yaşam alanı, işi, kıyafeti, toplumsal hiyerarşideki yeri, dili vs. açık olarak ifade edilir vurgulanır ve zamanla pekişir. Kapitalizm öncesi toplumun bu eğilimi bir kalıntı olarak, belli bölge insanlarının veya belli dil ve dinlerden insanların belli işlerde yoğunlaşmaları biçiminde bugün bile görülür.
Kapitalizmde ise, işgücü denen ve artı değeri yaratan metaın, etnisi, dili, dini, “ırkı”, soyu, sopu, cinsi, cinsel tercihi vs. üreteceği artı değer üzerinde hiçbir etkide bulunmadığından kapitalizm, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin kastlaşma eğiliminin tam tersine bir eğilim taşır. Kapitalizm herkesi eşitleme, standartlaştırma dolayısıyla da birleştirme eğilimindedir. Kapitalizm öncesinde toplum başat olarak dikine bölünüktür; modern toplum iste başat olarak yatay bölünüktür. Bu nedenle insanların dili, “dini”, “inancı”, soyu, sopu, ırkı vs. ne olursa olsun eşitliği; yani insan hakları bildirisi, temel ilke olur. İnsan hakları bildirisi aslında kapitalizm için ideal olan toplumsal ilişkileri tanımlayan dinin bir amentüsünden başka bir şey değildir. Yani dinleri kişilerin özel sorunu olarak tanımlamanın kendisi bir dindir, toplumun tüm ilişkilerini düzenler. (Uluslar ise kapitalizmin bu temel eğilimine zıt dikine bölünmelerdir. Neden ve nasıl ortaya çıkmıştır bu temel eğilime zıt görüngüler?)
Tam da bu nedenle Fransız Devrimi veya Aydınlanma, örneğin kapitalizm öncesi toplumda bir kast durumundaki Yahudileri eşit yurttaş yapabilmiştir. Böylece binlerce yıldır biriktirdikleri muazzam yazılı gelenekleriyle de Yahudiler neredeyse tüm 19. Yüzyıl boyunca Avrupa’da demokratik ve eşitlikçi ideallerin en büyük savunucusu olmuşlar; işçi hareketi bu idealleri en tutarlı bir şekilde savunduğu için de neredeyse bütün sosyalist teorisyenler de Yahudilerden çıkmıştır.
Ancak sınıflı toplumda her devrim (her yeni din) egemen sınıflar tarafından ele geçirilir ve bir karşı devrim de yaşar; çünkü hiçbir ahlaki veya dinsel ilke sınıfların varlığını ortadan kaldırmaz; sadece onları veri kabul edip sonuçları ortadan kaldırmaya, ılımlandırmaya çalışır. Ama tam da insanın düşüncesini varlığı belirlediğinden, en eşitlikçi kural ve öğütler bile bu yasayı kaldıramadığından, egemen sınıflar çıkarlarını korumak için o dinlerdeki yıkıcı ve ezilenlere hizmet edebilen öğeleri temizlerler; bunun için de kendilerine karşı mücadele içinde doğup gelişmiş dinleri benimseyip bir süre sonra birer karşı devrimle ele geçirirler. İznik Konsülü’nden Muaviye’ye veya Napolyon veya Stalin’e kadar görülen ve olanın özü hep budur.
Benzeri Aydınlanma devriminde de olur. İnsanları eşitliği işçilerin birleşme ve egemen sınıfların varlığını tehdit etme potansiyeli taşıdığından, bir karşı devrimle insanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliği alır. Bunu ikinci bir karşı devrim izler. İlk adımda uluslar bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlanırken, ikinci bir karşı devrimle de dille, dinle, kültürle, ırkla tanımlanmaya başlanırlar. Böylece ulusların eşitliği denerek insanların eşitliği ilkesi ortadan kaldırılmış olur. Bu nedenle aslında Uluslar ve Ulusçuluk kapitalizmin doğrudan bir ürünü ve koşulu değil; kapitalizmin egemen sınıfı olan burjuvazinin sınıf çıkarlarını korumak için yaptığı karşı devrimin bir ifadesidir. Egemen üretim biçiminin tarihsel ve ekonomik eğilimleriyle egemen sınıfların çıkarı özdeş değildir. Kapitalist üretimin eğilimleri egemen sınıfların çıkarları nedeniyle kırılmalara uğrar ve gerçek tarih böyle yürür. Aksi takdirde, Kapitalizmin gelişimiyle birlikte bir tek dünya cumhuriyeti kurulabilirdi ve bu kapitalist üretimin genel eğilimlerine çok daha denk düşerdi.
Kapitalizm ulusların değil; bir tek dünya pazarında tüm dillerin, dinlerin, vs. eşitliğini gerektirir. Ulusların eşitliği, insanların eşitliğini gerektiren kapitalizmin ve dünya pazarının gerektirdiği devrim içinde, burjuvazinin karşı devriminin ifadesi olmuştur.
Bu karşı devrim karşısında alt sınıflar, yani işçi hareketi, ulusların eşitliğini değil, insanların eşitliğini savunduğu sürece, insanların eşitliği üzerinden ezilen diller, dinler üzerindeki baskıyı kaldırabileceğinden ve bu yöndeki mücadelenin aracı olabileceğinden, ezilen diller ve dinlerdeki insanlar, dil ve din körü Sosyalist hareketin saflarına akmışlardır. Ve örneğin Yahudiler arasında Siyonizm, yani bir dile ve dine dayanan ulusçuluk, bütün bu demokratik özlem ve programların baskın olduğu dönem boyunca, hiçbir zaman tam bir etki sağlayamamıştır.
Ancak İşçi hareketi ya da sosyalist hareket, bir yandan insanların eşitliğini savunurken diğer yandan da ulusların eşitliğini savunuyordu. Bu iki ilke birbiriyle çelişiyordu. Enternasyonalizm bir bakıma bu çelişkinin ifadesidir. Bu nedenle sosyalist hareket, uluslara karşı bir savaş olamamış; aksine ulusları ve ulusların eşitliğini savunmuştur. Ama ulusların eşitliğini savunmanın kendisi ulusçuluktan başka bir şey değildir. Çünkü eşit olacak şey artık uluslardır ve ulusları yok etme değil, onları veri kabul edip benimseme ve öylece eşit kılma hedeflenmektedir.
İşçi hareketi ve sosyalizm 19. Yüzyıl boyunca bu çelişkiyi içinde taşıdı. Er veya geç bu çelişki bir tarafın üstün gelmesiyle çözülecekti. Ekim Devrimi’nin geri bir ülkede olması; bunun tecrit olup ileri ülkelerdeki bir devrimle desteklenmemesi ve bu tarihsel koşullarda bir gerçekleşen bürokratik karşı devrim sonucunda, üstün gelen taraf, ulusçuluk oldu. Ve bundan sonra örneğin Yahudiler de dil, din, soy körü bir toplumda eşit yurttaş ve bireylere dayanan programı terk edip; karşı devrime yani dile, dine, soya göre tanımlanmış uluslar ilkesine (Siyonizm) geçiş yaptılar.
*
Balkanların Roman müzisyenleri de TKP’li Komünist Roman proleter taban da bu aynı tarihsel arka plan ve bu arka planı yaratan güçlerle ilgilidir.
Osmanlı imparatorluğunun son döneminde, Selanik ve civarı, yani Makedonya, kapitalist ilişkilerin en gelişmiş olduğu bölge olduğundan, Aydınlanmacı ve Sosyalist fikirler ve işçi hareketi Selanik ve civarında gelişmiştir. Selanik’in büyük bölümü (Nüfusunun yüzde ellisinden fazlası) Yahudi de olduğundan, Aydınlanma ve Sosyalizm Yahudiler arasında ekstradan yaygındır.
Bu nedenle Yahudi işçi ve sosyalist hareketinde daha eşitlikçi ve daha hümanist; daha az ulusçu bir vurgu vardır. Diğer sosyalist hareketler ise, aslında büyük ölçüde ulusalcı eğilimlerin sosyalizm biçiminde ifade edilmesidir.
Fransız devriminden sonraki karşı devrim ve devrimin bölünmesi aynen Selanik’te de görülebilir. Yahudi Burjuvazi, o zamanlar Siyonizm etkisiz olduğundan, Türk ulusçuluğunu yaratır, Türk ulusçuluğunun en militan savunucuları Yahudiler olur.
Bu nedenle Türk ulusunun babası Atatürk’ün en azından kültürel olarak Selanik Yahudi burjuvazisinin kültürü ve fikriyatıyla beslenmiş bir Osmanlı Generali olması bir rastlantı değil; Osmanlı devlet sınıflarının gericiliği ile Yahudi Burjuvazisinin eğilimlerinin tencere ve kapak gibi birbirine denk düşmesinin ifadesidir.
Bu nedenle Selanik bir yanıyla Türk milliyetçiliğinin merkezi olur ama aynı zamanda oradaki işçi hareketi nedeniyle sosyalizmin ve demokratik ideallerin de merkezidir. Fransız devriminin Yahudileri gettodan çıkarması gibi, Selanik’in Yahudi işçilere dayanan ve bu nedenle güçlü hümanist ve demokratik eğilimleri olan işçi hareketi de İşçileşmiş, tütün işçisi olmuş Roman işçileri, en azından işçi hareketi içinde gettodan çıkarır. Romanlar diğer işçilerle birlikte “Kızıl Kulüp”lere gidip diğer işçilerle eşit konumda var olurlar.
Ve bu tecrübe, bu Roman Tütün İşçileri’nin neredeyse yarım yüzyıl, tüm horgörü ve yük gibi görmelere rağmen, TKP’nin işçi tabanı olarak Komünizm idealine sadık kalmalarına yol açar. Tıpkı Fransız Devrimi’nin sunduğu eşitliğin yüz yıldan fazla Yahudilerin Sosyalist harekette temel güç olmalarına yol açtığı gibi.
(Benzeri PKK’da da görülür. PKK da laik bir hareket olduğundan, Kürdistan’da ezilmiş ve dışlanmış, neredeyse bir kast gibi içine kapalı kalmış Ezidilere eşit ilişkiyi tattırdığından, Avrupa’ya giden Ezidilerin ezici bir bölümü PKK’nın sempatizanı ve militanıdır. (Almanya’da Hannover civarındaki Celle Ezidilerin en yoğun olduğu bölgedir ve Ezidilerin neredeyse hepsi PKK sempatizanıdır.) PKK’da Ezidi komutanlar vardır. PKK bir yanıyla kadın hareketidir, bir yanıyla yoksullar hareketidir ama bir yanıyla da Kürdistan’da ezilmiş ve dışlanmış dinlerden olanların da hareketidir. Hele Şengal’de PKK’nın Ezidileri korumasından sonra Ezidilerin şimdiye kadar PKK’ya en uzak duran kesimlerinin bile bundan sonra Kürt hareketinin demokratik ideallerinin en büyük savunucularından biri olacağı tahmin edilebilir. PKK’nın durumu biraz 19. Yüzyıldaki Marksist ve sosyalist hareketin durumuna benzemektedir.)
Peki, Ciguli, niye bir Roman olmasına rağmen ve de sözüm ona Sosyalist bir ülkenin yurttaşı olmasına rağmen, bir Müzisyenler kastının üyesi Roman olarak kalmış ve yüzyılın başındaki Romanların binde biri kadar bile olsun Sosyalizmle ve politikayla ilişkisi olmamıştır. (Ciguli ile yapılmış ve Roll dergisinde yayınlanmış bu söyleşide gerekli bilgiler bulunmaktadır: http://birdirbir.org/ciguliye-veda-bu-imajda-kalasin/ )
Proleterleşme olanağı olmayan bir bölgeden geldi denemez. Çünkü Ciguli’nin anası ve babası tam anlamıyla dört dörtlük proleterdirler. Hem de “Sosyalist” bir ülkenin proleterleri. Babası bir fabrikada hamallık yapar annesi de aynı fabrikada temizlikçilik. Ciguli’nin yaşadığı adeta modern proleterlikten Müzisyenler kastına bir dönüştür.
Çünkü “sosyalist Bulgaristan” bu insanları Fransız Devrimi kadar olsun eşit yurttaş yapmamış ve yapamamıştır. Biçimsel bir eşitliği bile hazmedememiş, zorla Hıristiyan ve Bulgar yapmaya kalkmıştır. Gerçek adı olan Ciguli’ye Angel adını zorla vermiştir.
Bizzat sosyalistler birer gerici milliyetçiye dönüşmüş; kendileri, bırakalım sosyalizmi, aydınlanmanın eşitlikçi ve demokratik (yani biçimsel eşitlikçi) ideallerine bile yüz çevirmişlerdir.
Yani sosyalizm ve işçi hareketi tıpkı 1789’dan sonra Cumhuriyetçi hareketin yaşadığı karşı devrim gibi bir karşı devrim yaşadı. Bunun sonucu, Çingenler ve Romanlar müzisyenler, Fransız Devrimi’ndeki Yahudiler kadar bile eşitliği yaşayamadan, bir müzisyenler, sepetçiler, demirciler kastı gibi yaşamaya, hatta Türkiye’de olduğu gibi bir hüviyetten, yani vatandaşlık haklarından bile yoksun olmaya devam ettiler. Ve sosyalistler bir hüviyeti bile bulunmayan bu insanların sorunları sosyal eşitlik ideali peşinde koşuyoruz diyerek sorun bile etmediler. Bu koşullarda Çingenelerin ezilmesi, aşağılanması devam etti; bu koşullarda 1990’larda özel savaşın çürüttüğü toplum tüm ırkçılığını gariban Ciguli üzerinden kusmaya devam edebildi.
Doğu Avrupa çökünce, bu Roman müzisyenler, ekmek parası için dünya pazarına dağıldılar. Türkiye’ye gelen Ciguli, Kürtlere karşı yükselmiş en kaba ve ırkçı bir muamelenin dolaylı muhatabı ve sembolü oldu.
Ciguli’nin kendisi gibi çok iyi bir müzisyen bir akrabası Marin Vasilev ise, Almanya’da sosyal haklardan yoksun bir göçmen olarak müziğine değer veren insanların sessiz dayanışmasıyla yaşadı sosyal hakları olmadığı için de doktora gidemediğinden geç sayılacak yaşta öldü. (Marin Vasilev’i şahsen tanımıştık. Ölümü üzerine yazdığımız ve yine bu konuyla ilgili yazı “Ciguli’nin kardeşi” Altonalı Hemşehrim Marin Vasilev’in Anısına” başlıklı yazı şu adreste okunabilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2013/10/cigulinin-kardesi-altona…)
Marin Vasilev, dünya çapındaki beyaz adamın ırkçılığının kurbanı oldu. Ciguli de Beyaz Türk ırkçılığının bir nesnesiydi. Ama her ikisini de birer müzisyen olarak doğup büyüdükleri toprakları terk ederek boyunlarında birer akordeonla ekmek parası için başka başka yerlere atan; onlara biçimsel olarak bile eşitliği çok görmüş sözüm ona sosyalist devletler ve kendi bencilliğine gömülmüş işçi hareketi idi.
Sosyalizm tekrar insanların azından biçimsel eşitliği idealini yükseltmek; uluslara karşı bir mücadeleyi başlatmak ve onun bayrağı olmak zorundadır. Bu eşitsizlikler karşısında susmak; bunları “etnik milliyetçilik” ya da “kimlik siyaseti” diye hor görmek; egemen ulus milliyetçiliğinin en gerici biçimlerini savunmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Sosyalizm insanların eşitliğinden hareket eder. Bu eşitlik iki biçimde ve düzeydedir. Birincisi biçimsel veya hukuki eşitliktir. Buna demokrasi denebilir. Diğeri sosyal ya da ekonomik eşitliktir. Buna sosyalizm denebilir.
Sosyalizm fikrinin ardındaki varsayım. İnsanların biçimsel eşitliğinin yetmeyeceği; bu sosyal eşitlikle desteklenmediğinde biçimsel eşitliğin de yitirileceği idi. Bütün tarih bunun böyle olduğunu göstermişti.
Ama burada gizli varsayım, biçimsel eşitliğin veri olmasıdır. Biçimsel eşitliğin olmadığı, tüm insanların eşit olmadığı bir dünyada, sosyal eşitliği öne çıkarmak ve savunmak aslında o biçimsel eşitsizliği gündemden düşürmek; biçimsel eşitsizlik altında yaşayanların sorunlarını sorun etmemek; sonuçta da o biçimsel eşitsizliği savunmanın aracına dönüşmeyle sonuçlanmaktadır.
Sosyalist hareketin tarihinin özü budur. Bugünkü Marksizm’in bunalımının da, Ciguli’nin Akordeon çalarak ekmeğini kazanan bir müzisyenliğe mahkum olmasının da ardında aynı neden yatmaktadır. Pek ala hakları belirli ve eşit bir yurttaş ama aynı zamanda işçi olarak kendi zevki için de akordeon çalabilirdi. Ama onun için bu yol tıkanmıştı.
Sosyalist hareketin kaderi tamı tamına bu oldu. O ulusçuluğun ve ulusun bir karşı devrim olduğunu göremedi; ulusun ve ulusçuluğun dil, dine vs. göre tanımlanmış versiyonlarının ikinci bir karşı devrim olduğunu da görmedi ve giderek onları savunmaya başladı. Hatta bizzat kendisi aynı zamanda birer modernleşmeye geçiş olan bu karşı devrimlerin aracına dönüştü. Aynı zamanda birer devrim olan (modern topluma geçiş olan) bu karşı devrimler (ulusların kuruluşları) bizzat sosyalizm tarafından gerçekleştirildi ve yayıldı.
19. Yüzyıl boyunca, bu dönüşümü göremediği veya anlayamadığı için örneğin bir yandan Demokratik Cumhuriyet’i, yani insanların dile, dini, etnisi, soyu sopu vs. ne olursa olsun bunların bir anlamının olmadığı bir demokratik cumhuriyeti savunurken; aynı zamanda örneğin Almanya’nın birliğini, savunuyordu.
Marks, Engels ve diğerleri şu basit soruyu göremiyorlardı: Eğer o devlet kendini bir dille, dinle, tanımlamayacaksa, bunu Almanya’nın veya Almanların birliği olarak tanımlamak ne oluyordu? İşin daha da kötüsü Almanlığın neyle tanımlanacağı idi. Alman neydi? Almanca Konuşmak ise, niye diller dinler eşit iken Almanlardan söz ediliyor? Bunun politik bir anlamı olmaması gerekmez miydi? Kültür mü, tarih mi? Almanlığı bunların hangisiyle tanımlarsanız tanımlayın varacağınız yer kan ve “ırk” olabilirdi. Hitler bu karşı devrimin ayak izleri üzerinden yürüdü öve onun mantık sonuçlarına varmasından başka bir şey de değildi.
Bu çelişki sosyalist hareketin içinde daha doğuşundan itibaren her zaman var oldu. Marks bir yanda Amerika’da Kuzey’in savaşını Güney’e karşı desteklerken, Yani ulusu beyazlıkla tanımlamaya karşı ulusu beyazlıkla tanımlayan ulusun, ulusu böyle tanımlamayı reddeden bir ulusça ezilmesini savunurken; diğer yanda “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” diyordu. Kedi bindiği dalı kesiyordu. Ama bu çelişkinin nerede bulunduğu kullandığı kavramlar ele veriyordu. Kuzey ve Güney savaşını, ekonomi ve sınıfların kavramlarıyla (kölelik, kapitalizmle uyuşmazlık vs.) açıklar ve tavır alırken bunun aynı zamanda farklı uluslar ve ulusçuluklar arasında bir savaş olduğunu göremiyor ve üstyapının kavramlarına çeviremiyor, onlarla ifade edemiyordu. Çünkü bir din ve ulus teorisi yoktu. Eğer fiili tavrını ulusçuluğun diliyle formüle edebilseydi, “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” denklemi yerine; “ancak, kendini bir dille, dinle, ırkla tanımlayan ulusları ezen bir ulus özgür olabilir” demesi gerekiyordu.
Benzer şekilde, Engels “Tarihsiz Halklar”dan söz ediyordu. Sanki tarihli halklar olabilirmiş gibi. Engelsi eleştirenler de halkların tarihi olmadığı noktasından değil de sanki başka halkların tarihi varmış da bunlardan bazılarını tarihsiz olarak tanımladığı için eleştiriyorlar aynı gerici ulusçuluğu ele veriyorlardı. Ulusların tarihi yoktur uluslara tarih vermek gerici ulusçuluğun bir karakteridir diyen yoktu. Aynı Engels, Erfurt programını eleştirirken tam bir demokratik cumhuriyet öneriyordu. Ama bu demokratik cumhuriyeti, bizzat o devletin ve ulusun nasıl tanımlandığına ilişkin kavramlarla değil; bürokrasi ve merkeziyetçilik gibi devletin yapısına ve işleyişine ilişkin kavramlarla sınırlı olarak tanımlıyordu.
Lenin bir yandan Demokratik Cumhuriyet’ten, dil, din, soy, kültür körü, okulların ayrılmadığı; herkesin ana dilinde eğitim hakkının olduğu bir ulustan söz ediyor ve bunu programlaştırıyor; diğer yandan “ulusların kaderlerini tayin hakkı” diyor; bunun aslında ulusu bir dille, dinle, kültür ve tarihle tanımlama hakkı olduğunu görmüyordu.
Bu çelişki, onun en otantik, devrimci ve eleştirel savunusunda, Troçki’nin ömrünün son yıllarında, gerici bir ulusçuluğa teslim olmasıyla son buluyordu ikinci dünya savaşının arifesine gelen günlerde. Troçki Yahudiler üzerindeki baskıyı ortadan kaldırmak için onların da ayrı bir devletinin olması gerektiği gibi bir sonuca ulaşıyor ve fiilen; ulusu bir dile, dine göre tanımlamış bir devlet programına teslim oluyordu.
Tüm böyle sonuçlanacak gidişe rağmen, 19. Yüzyıl boyunca yine de eşitlik ve demokrasi bir ağırlık taşıyordu.
Ancak Stalinist karşı devrimle birlikte, yaygın ve egemen sosyalist ve işçi hareketinde bu özellik de yitirilince sosyalistler fiilen biçimsel eşitsizliklerin körü, sosyal eşitlik diyerek biçimsel eşitsizlikler içinde egemen devleti veya ulusu savunan milliyetçilere dönüştüler.
Önceleri biçimsel eşitlikten yoksun olanlar, eşitlik özlemlerini sosyalist hareket içinde ifade ediyorlar ve sosyalist hareket aracılığıyla biçimsel bir eşitlik mücadelesine giriyorlardı.
Ama sosyalist hareketin bu özelliğini yitirmesiyle birlikte artık dili, dini vs. nedeniyle ezilenler için sosyalist hareketin çekici bir yanı kalmamıştı ve sosyalistler fiilen birer egemen ulus ulusçusuna dönmüşlerdi. Böylece ezilen uluslar ve dinler ile sosyalizmin ilişkisi ortadan kalktı. Sosyalizme demokratik vurguyu ve özü veren kanallar kurudu.
Bizzat Türkiye Sosyalist hareketi bile bunu gösterir. 1960’lara kadar sosyalist hareketin esas işçi tabanını, yüzyılın başında Osmanlı topraklarında eşitlikçi demokratik ve hümanist idealleri yükselten Selanikli işçi hareketinin sosyalizme kazandırdığı Çingeneler oluşturmuştu. (keza kılıç artığı Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler de)
1960’larda ve 70’lerde ise esas olarak Aleviler ve Kürtler idi sosyalist hareketin temel kaynağı. Çünkü onlar ancak sosyalizm aracılığıyla en azından biçimsel bir eşitliğe ulaşabileceklerini düşünüyorlar; sosyalist hareket de o zamanlar savunduğu demokratik ve hümanist ideallerle buna imkan sağlıyordu.
Ancak sosyalist hareketin kendisinin bu eşitsizlikler karşısındaki sessizliği; gerek anti emperyalizm gerek sosyalizm ardına sığınarak bu eşitsizliklere savaşı ertelemesi, bigane kalması ve giderek egemen ulusun bir egemenlik aracına dönüşmesi, Alevilerin ve Kürtlerin sosyalist hareketten ayrılarak, Alevi ve Kürt olarak mücadeleye girmelerini başlattı. Bir zamanın sosyalistleri birden Alevi ve Kürt olduklarını keşfetmeye başladılar. Büyük nefretlerin ve hayal kırıklıklarının ardında büyük aşklar vardır. Sosyalizme bir zamanlar duyulan büyük aşk, hayal kırıklığı ölçüsünde büyük bir nefrete ve uzaklaşmaya da dönüştü.
*
Peki, Kobani’nin bunlarla ilişkisi ne?
Kobani bu tarihsel eğilimin tekrar tersine, akması gereken yatağa oturuşunun bir ipucu, bir başlangıcıdır. Kobani bir bakıma, yere çakılmış biçimsel eşitlik idealinin yeniden topraktan güç alarak ayağa kalmaya başlamasıdır.
Tarih hem dillere, dinlere göre tanımlanan ulusların bir çıkış yolu olmadığını göstermişti; hem de globalleşme artık bunu savunulamaz kılmıştı. Yani ekonomi temeli artık daha yakıcı bir şekilde uluslar ve ulusçulukla ve bunun en gerici biçimleriyle çelişiyordu. Bu temel elbet düşüncedeki ifadelerini de bulacaktı. 68 yükselişinin ve sosyalizmin düşünsel temelleri bunun için iyi bir katalizatör ve gelenek oldu.
Artık ulusların ve hele dile, dine dayanan ulusların hiçbir gelecek sunmadığının iyice açığa çıktığı bir dünyada geç bir moderniteye geçişin ürünü olan Kürt modernleşmesi; bunun içinde de en geç doğan PKK, bir bakıma Marksizm’in ve işçi hareketinin, Demokratik Cumhuriyetten Gerici ulusçuluğa teslimiyete doğru giden yolunu; bu sefer tersine kat etme eğilimi göstermeye başladı. Sosyalist hareketin vardığı yer, Kürt hareketinin hareket noktasıydı. Ama ilerledikçe, geriye gitmek, Aydınlanmaya dönmek gerektiğini sezmeye başladı.
İşçi hareketi Demokratik bir Cumhuriyet programından gerici bir ulusçuluğa ve merkezi devletlere doğru bir karşı devrim yaşamıştı; bu hareket ise merkezi bir devleti savunmaktan; daha ademi merkezsi biçimlere; Kürtlüğe dayanan bir siyasi birliği savunmaktan tüm dillere ve dinlere eşitliği savunun bir daha demokratik ulusçuluğa eğilim gösteriyordu.
Bu tersine eğilim Rojava’da kendini gösteriyordu. Rojava hem İsviçre gibi bir kantonal biçim ile Merkezi ve bürokratik devletlere karşı öz yönetime dayanan bir alternatif sunmaya çalışıyor; hem de kendini bir dille, dinle tanımlayan uluslar karşısında dil ve din körü, tüm dilleri ve dinleri eşit olarak gören bir yönetim kurmaya çalışıyordu.
Üstelik Öcalan ve PKK bütün bunları sistematik bir teori yokluğunda, el yordamıyla bulmuştu ve şimdi Rojava da el yordamıyla yapmaya çalışıyordu.
Bu nedenle uzun yıllar sonra ilk kez tekrar farklı dilerden ve dinlerden insanlar Kobane’ye savaşmaya ve onu korumaya gidiyorlardı.
Bu nedenle ilk kez küçük bir şehri savunan savaşçılarla dayanışmak için binlerce insan dünyanın dört bir yanında sokaklara çıkıyordu. Bu unutulmuş ve kaybedilmiş hayallere bir dönüşün sembolü olduğu için böyleydi.
Ama bunun içinde geçmişin ve geleceğin bir arada olduğu da görülüyordu.
Ama aynı Gün Kobane’ye giren Peşmerge komutanları, Kürt Ulusal Ordusunu kurmaktan; bir önceleri Kobani ve Rojava’nın yaptığı vurgunun aksine, tüm insanların ve halkların içinde eşit olduğu bir cumhuriyetten değil; Kürtlerin Birliği’nden; yani Kürtlükle tanımlanmış bir ulusal devletten söz ediyorlardı.
Yani bu hareket 19 Yüzyılda Marksizm’in veya sosyalist hareketin taşıdığı tüm çelişkileri de içinde taşıyordu.
Bu şunu gösteriyor ki, Kobane’de her şey henüz ortadadır.
Rojava insanların Kürt olduğu için değil, dili dini eşit olduğu için; kendini böyle tanımlamakla reddettiği için bir arada olduğu bir siyasi birim olarak kalamazsa, orada artık Paramaz Kızılbaşlar olmaz.
Paramaz Kızılbaşlar olursa da orası Kürtlükle tanılanmış bir siyasi birim olmaz.
Oranın ordusu Kürt ordusu değil; demokratların ordusu olur. Böyle bir ordu tüm Ortadoğu’yu kazanabilir ve birleştirebilir böylece Kürtlerin de birliğini bir yan ürün olarak sağlayabilir. Ama Kürtlerin ordusu olursa, Ortadoğu birleşemez, ama sadece Ortadoğu değil, Kürtler de birleşemez.
Sanılıyor ki, Kürtlerin birliğini sağlamanın tek yolu, Kürtlükle tanımlanmış bir devlette birleşmektir.
Birincisi Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin vs. birliğini sağlama amacının kendisi gerici ve yanlış bir amaçtır. Çünkü böyle tanımlanmış siyasi birlikler aslında bunlar içindeki sınıf mücadelesinin dolayısıyla demokratik eğilimleri bastırmanın aracıdır. Bu birimlerde her zaman burjuvazi egemen olur. Bu tür siyasi birliklerin ezilenlerce kullanılması ihtimali yoktur. daha kötüsü, ırkçılıkla sonuçlanma eğilimi taşırlar. Tarih Alman ve Türk örneklerinde bunu bir çok kez göstermiştir.
Kaldı ki Kürtlerin Birliği bir amaç olsa bile bunun tek yolu Kürtlükle tanımlanmış bir devlette birlik değildir.
Demokratik bir cumhuriyette sadece Kürtler değil, tüm dillerden ve dinlerden insanların birliği sağlanabilir. Kendini bir dille, dinle, tarihle tanımlamamış bir cumhuriyette isteyen istediği birliği kurabilir. Kürtler de, Türkler de, Araplar da, Aleviler de, Sünniler de, Fenerbahçeliler de Beşiktaşlılar da; turşuyu sirkeyle yapanlar da limon tuzuyla yapanlar da.
Çünkü demokratik bir cumhuriyette bu birliklerin hiçbir politik anlamı olmaz.
O halde Kürtlerin Birliği’nden söz edenlerin sorunu Kürtlerin Birliği değildir.
Kürtlerin birliği ile kastedilen, ulusun Kürtlükle tanımlanmasıdır ve böyle Kürtlükle tanımlanmış ulusun Bütün Kürtleri bir tek devletin sınırları içinde toplamasıdır.
Barzani’nin temsil ettiği program budur. Dayandığı ulusçuluk anlayışı Türkiye veya diğer bütün bölge devletlerinin dayandığı anlayıştan farklı değildir. Onların karşısında yeni bir düzeni temsil etmez.
Öcalan’ın temsil ettiği program veya Rojava’da kurulmaya çalışılan ise ikincisidir.
PKK veya Rojava her iki eğilimi de içinde taşıyor tıpkı 19. Yüzyıl işçi ve sosyalist hareketi gibi.
Dünya Kobane Gününde sokaklara dökülenler arasında bu iki farklı program da bir aradaydı. PKK gerek Türkiye’de şimdiye kadar HDP vs. aracılığıyla başardığı gibi, gerek Dünya Kobane Günü’ne dünyadaki farklı gerekçeye dayanan iki farklı programı aynı yürüyüşte buluşturmayı başardı. Ancak bunların arasında derin bir çelişki bulunmaya devam ediyor.
Şimdi eğer fiili güçlerin baskısı altında Barzani’nin sembolize ettiği eğilim üstün gelirse, PKK da biter. Aslı varken sonra öyle olmuş kopyasına kimse itibar etmez.
Ama Kürt hareketinin diğer eğilimi, büyük ölçüde Öcalan ve PKK’nın temsil ettiği eğilim üstün gelirse, sadece Kürdistan ve Türkiye’de değil, bütün dünyada Demokratik hareket, belki bu sefer sosyalizm boyasına da bulanmadan; kendi öz biçimleri içinde tekrar bir Rönesans yaşayabilir ve yeryüzü ölçüsündeki karşı devrimci dalganın geriletilmesi başlayabilir.
Böylece Sosyalist Hareket de ilk kez kendi gerçek renkleri ve programıyla ortaya çıkma olanağı bulabilir.
Ciguli hangi kaderi yaşayacak? Roman bir müzisyen olarak mı kalacak yoksa TKP’nin Roman Tütün İşçileri’nin bir kere tadıp bir daha yaşayamasalar bile tadını unutamayıp ömürleri boyunca hatırladıkları, eşit bir yurttaş olarak bir işçi mi olacak, kendi zevki için çalacak?
Kobani’de ve önümüzdeki mücadelelerde bu sorunun cevabı verilecektir.
02 Kasım 2014 Pazar
Demir Küçükaydın
“Ciguli’nin Kardeşi” Altonalı Hemşerim Marin Vasilev’in Anısına
“Ciguli’nin Kardeşi”nin öldüğünü evvelki gün bir toplantıda öğrendim. Adının Marin Vasilev olduğunu da. O bizler için hep “Ciguli’nin Kardeşi” idi. Almanlar için adı Marin Vasilev’miş. Muhtemelen gerçek adı ise, bir Müslüman adıydı ve herkes için bilinmez kalacak.
“Ciguli’nin Kardeşi”, Ciguli’nin kardeşi değildi ama çok yakın bir akrabasıydı. Bir keresinde söylemişti ama unuttum. Zaten fiziği bu yakınlığın en büyük kanıtıydı.
Adı da muhtemelen Marin Vasilev değildi. Marin Vasilev, muhtemelen Bulgar hükümetinin Bulgar isimleri verme ve zorla Bulgarlaştırma döneminde verdiği isimdi. Çünkü Ciguli, yıllar önce kendisiyle yapılmış bir söyleşide şöyle diyor:
“Yok hocam, Roman ne demek? Ben burada duydum bu sözleri. Gerçekleri konuşalım, ben Roman değilim. Romanca iki laf bilmiyorum. Annem babam Müslüman Türk. Adları, yerleri belli Haskova’da. Biz beş kardeşiz, ağabeyim İbrahim kalpten rahmetli oldu. Babam Hüseyin rahmetli Haskova’da hamaldı. Annem de fabrikalarda süpürgecilik yapardı, ağır işlerde çalışırdı. Ben küçükten beri düğünlerde kazandığım paralarla kardeşlerimi okuttum, çok yardım ettim onlara. Bulgarlar zorla adımızı değiştirdiklerinde bana Ahmet yerine Angel Yordanov Popov adını verdiler. Ama artık yok böyle şey, herkes istediği adı alır. Haskova’da beni Ahmet diye kimse bilmez, Ciguli dersen bebek bile benim eve getirir seni.”
Marin Vasilev adı da “Ciguli’nin Kardeşi”ne böyle sonradan, devlet zoruyla verilmiş bir ad olabilir. O da Almanlar için daha kabul edilebilir ve bildik olduğundan onlar için bu adı kullanmış da olabilir. Çünkü Marin Vasilev Türkçe konuşurdu.
Bütün balkan ülkelerinde Çingeneler Türkçe bilir ve aralarında genellikle Türkçe konuşurlar. Sorulduğunda da Türk (veya Müslüman) olduklarını söylerler. Bu onlara belli bir korunma da sağlar. Zaten bu nedenle öyle derler. Ne de olsa Türkiye bir devlettir. Eskiden oralara egemen olmuş bir devletin devamcısı olduğu iddiasındaki bir devlet. İsimsiz ve kimliksiz bir “Roman” veya “Çingene” olmaktan daha iyidir. Ya da en azından böyle olması umulur. Ezilen “azınlık”ların, binlerce savunma mekanizmasından biridir bu.
Ciguli’nin Angel Yordanov Popov mu, Ahmet mi olduğunu nasıl kimse bilmiyorduysa ve bu bu kimseyi nasıl ilgilendirmediyse, “Ciguli’nin Kardeşi”nin bilmediğimiz Müslüman ismini veya Marin Vasilev olduğunu neredeyse kimse bilmiyordu ve bu kimseyi ilgilendirmiyordu. O Altona’nın Türkiyelileri için “Ciguli’nin Kardeşi”; Almanlar için o Altona’nın adeta maskotu ve akordeonunun sesiyle Altona resminin ayrılmaz bir parçası olmuş “Akordeon Çalan Adam”ıydı.
O resim artık sesini kaybetti.
Resimlerin sesi olur mu? Olur.
Bir yerden geçerken hep aynı sesi duyarsanız, artık o ses ile o yerin görüntüsü arasında kopmaz bir bağ oluşur.
Hatta koku ile de böyledir bu. Resimlerin sesi gibi kokusu da olur eğer orada hep o koku varsa.
O Altonalıların tanışmak isteyip de bir türlü tanışamadıkları, her sabah gün doğmadan süt şişelerini kapıya bırakan sütçüydü.
Bir Altonalı anne, Paula C yazmış “Spritzen Meydanı’nın Akordeoncusu” adlı içten ve güzel yazısında:
“Akordeoncu yıllarca günlük hayatıma eşlik etti. O her geçip giden günde ve soğuk veya sıcak her havada Spritzen Meydanı’nda ya da Mercado’nun önünde çalıyordu. Dikkati çekecek kadar küçük bir adamdı, takriben 1,55 boyundaydı. Bu küçük adam, her zaman siyahlar giyinmiş ve kafasında bir şapka ve büyük bir vakarla dururdu. Güldüğünde eksik dişlerinin boşlukları görülürdü. Birisi bana onan Bulgaristanlı bir Roman olduğunu, akordeon çalarak tamamı Bulgaristan’da yaşayan ailesini geçindirdiğini anlatmıştı. Benim gibi müzikten anlamayan bir insan bile onun akordeonunu ustaca çaldığını anlayabiliyordu. Günlük hayatın koşuşturmacası ve stresi içinde o benim için sakinleştirici bir değişmezdi ve müziğiyle her zaman benim hüzünlü yanlarıma dostça dokunuyordu. Yaz akşamlarında oturma odamın penceresini açtığımda uzaklardan sesi gelirdi. Bazen yanında başka müzisyenler de olurdu, bir klarnet, bir gitar veya ikinci bir akordeonla ona eşlik eden. Bu bileşimler de onun yalnız çalışı kadar harika çalarlardı.
Başlangıçta küçük kızımı onun kutusuna para koyması için yollardım. Zamanla uzaktan selamlaşmaya başladık. Burada olmadığı ve çalmadığı zamanlarda nerede yaşıyor acaba diye sorardım kendi kendine. Ama tanımadığım insanlarla konuşmaktan çekindiğim için soramazdım. Hergün yolumuz kesişirdi ama hiçbir zaman birbirimizle konuşmadık. Kendimi Peter Bichsels’in, her gün sabah karanlığında sütü kapının önüne bırakan sütçüye tanışmayı çok isteyen ama buna cesaret edemeyen ve beni çocukluğunda epey düşündüren bayan Blum’u gibi hissediyordum.
Sonra birgün akordeoncu yok oldu. Diğer Romalar gibi sürülmüş olabileceğini düşünüp dertleniyordum. O zamanlar Hamburg Senatosunun Doğu Avrupalı Romanların sürülmesine katılmak gerektiğini söylediği zamanlardı. Birkaç hafta geçti. Sonra tekrar gördüm. Bu sefer tüm cesaretimi toplayarak onunla konuştum. Ne de olsa akibetimin Bayan Blum gibi olmasını istemiyordum. Ama şunu anladım ki birkaç kelime dışında Almanca bilmiyordu bu konuşmadan görülmediği dönem boyunca nerede olduğunu bile çıkaramamıştım. (…)
Bu yaz tatilden geldiğimizde yine ortalıkta görünmüyordu. Onun bu sefer de birgün yine ortaya çıkacağını düşünüyordum. Sonra mahalleden bir tanıdığım Kalp krizinden öldüğünü söyledi. Sonra Hinz und Kuntz’da hikayesini ve adının Marin Vasilev olduğunu öğrendim. (…)
Gelecek hafta 17.00-19.00 arasında her zaman çaldığı yerde, Spritzen alanında açık ve müzikli bir anma toplantısı yapılacak Marin Vasilev için. Dostları, arkadaşları ve komşuları ona veda edecekler diye yazıyor davet metninde. Çok güzel bir fikir. Hergün Spritzen Alanı’nından geçerken Akordeonun sesinin yokluğunu hissediyor ve sesini özlüyorum.” (Paula C, “Spritzen Alanı’nın Akordeoncusu”)
Benim de “Ciguli’nin Kardeşi”yle ilişkim ve duygularım aşağı yukarı aynıydı.
Ama farklı olarak aynı dili oknuştuğumuzdan anlaşır ve sık sık hal hatır sorardık. Bir kere bir arkadaşım hem onlara destek olmak hem de onların harika müziğini dinleyip dinletmek için bir doğum gününe çağırmıştı ama gelen Türkiyeli misafirlerin çoğu, Marin ve arkadaşının da değerini bilip anlamamışlar, birkaç şarkı çaldıktan sonra susturmuşlar ve bizi nefis bir müzik ziyafetinden mahrum bırakmışlardı. Onların gözünde o bir sokak çalgıcısı, belki dilenciden biraz daha üstte bir yerlerde alt tabakadan bir insandı.
Marin harika bir akordeon virtüözüydü. Her türlü müziği çalardı. Caz, Bles, Tango, Doğu Avrupa, Yunan, Türk. Bilmediğini de çalması için iki kez dinlemesi yeterdi.
Çok güzel ve yanık, çok geniş bir aralığı olan çok güzel bir sesi de vardı. Çok söylemezdi ama bazan, kimbilir belki de memleketini özler, efkarlanır, Balkan havaları söylerdi. Gizlice böyle söylediği anlara denk gelmeyi beklerdim. Rastladım mı da hiç belli etmeden, ne kadar acele işim olursa olsun durur dinlerdim. Kimbilir belki köklerim Balkanlarda olduğundan, küçücük bir çocukken babaannemden duyduğum seslerin tınısını hatırlattığınıdan, çok etkilenirdim.
Çok isterdim onu çalarken kaydetmeyi. Bir keresinde uzaktan bir grupla çalarken utanarak gizlice kaydetmiştim. Ama bunu yapmak için izin istemeye bile cesaret edememiştim. Acaba kırılır mı diyerek? Bu seslerin, bu tınıların uzayın sağır boşluklarında bir daha hiç duyulmadan kaybolmasına gönlüm razı olmazdı. Keşke bu işlerden anlayan birileri bunu yapsa diye düşünürdüm. (Maalesef o gizli yaptığım kayıtlar artık yok. Silinmiş)
Ölmeden önce en son bir kalp krizi geçirmiş. Hastahaneye kaldırılmış. Doktor hastahanede kalmasını söylemiş. Sigortasız olduğu için masraf çıkar ödeyemem diye hastahanede kalmamış. Bir süre sonra da yolda giderken yeni bir kriz geçirince bu sefer hasahaneye bile yetiştirilemeden, düştüğü yerde bütün müdahalelere rağmen kurtarılamamış.
Altonalılar müzikten anlarlar. İyi bir müzik grubu gelip de çarşıda çalmaya başlayınca, hemen etrafı dolar, küçük bir konser salonuna dönüşür sokak. Genç anneler veya babalar, çocuklarının eline para verip, müzisyenin kutusuna atmaya yollarlar. Böylece küçücük tay tay yürüyen çocuklarını bile müzik ve ona değer verme konusunda eğitirler. O küçük çocuklar bazan hiç kimseye aldırmadan, orta boşlukta müziğin ritmine uyup oynamaya çalışırlar. Çok güzel, sıcak, sevgi ve müzik dolu bir ortam oluşur.
Altona büyük bir şehrin ortasında bir köy gibidir. Herşey tanıdıktır, herkesin bir şekilde birbirine göz aşinalığı vardır. bilinmez, yabancı, anomim bir ortamda değil; bildik bir ortamda, mahallesinde, köyünde hisseder insan kendini. Ama insanlar, eğer başka vesilelerle tanışmamışlarsa, birbirlerine bir yabancıya gösterilen mesafe ve saygıyla davranmaya, rahatsız etmemeye özen gösterirler.
Geçenlerde bir yazar, uygarlık (ya da buna şehirlilik de diyebiliriz) üçüncü şahsın ya da tanımadığının tanımadığının hakkına saygıdır diye yazmıştı. Altona’da birbirine aşina olanların birbirine yabancı gibi davrandığı, bir köydeki sehir havası vardır, ilginç bir alaşımdır; İstanbul’daki gibi şehirdeki bir köy değildir. Bu alaşımın benzeri eski İstanbul’un Hıristiyan ve Müslüman karışık mahallelerinde olurdu.
Sanırım Marin’i Altona’ya bağlayan buydu.
Marin çalarken bir konser salonuna dönüşmüyordu etrafı. Bu onun müziğine değer verilmediğinden değil. Aksine herkez gizlice onun müziğinin bildik sesleriniyle karşılacağından emin olduğu için, artık Altona’nın bir parçası, “bizden biri” olduğu için, aşina olunduğu için, özel alkışların muhatabı değildi. Ama Altonalıların sesiz ve görünmez koruyuculuğunu hissediyor olmalıydı. Çünkü bunca yıl içinde Altona’dan birçok müzisyen geldi geçti ama o hep kaldı. Marin biraz da sağlık gibi değeri yokluğunda anlaşılanlardandı.
İstanbul ve Kadıköy; İzmir ve Karşıyaka ne ise biraz da Hamburg ve Altona da öyledir. Artık Hamburg’un bir parçasıdır. Ama hala kendi kişiliğini ve kimliğini koruyan, başka bir ruhu olan bir parçası.
Hamburg su seviyesinde suyun yanındadır. Altona yüksektedir. Hamburg daha kapitalizm öncesi çağlarda Yahudileri koğuşturup ve sürerken, o sürülen Yahudiler Altona’ya yerleşmişlerdir. Hamburg’tan Altona’ya geçiş olan yolun adı Büyük Özgürlük’tür. Altona’ya geçiş bir özgürlüğe geçiş sayılmıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte Altona bir işçi ve fabrika semtine dönüşür. Sosyal Demokrat ve Komünist partilerin geleneği yerleşir. Sigara fabrikalarında, işin yeknesaklığı nedeniyle işçiler aralarından birinin işini yaparlar ve onu kitap ve gazete okumakla görevlendirirler. Bir zamanların bu sigara fabrikalarının entelektüel işçilerinin bile bir geleneği hissedilir sanki havada. Faşizm hiçbir zaman tam ele geçirememiştir Altona’yı, en geç ve güç düşen yerlerden biridir. Savaş sonrasında yabancı işçiler doldurur Altona’nın fabrikalarını ve evlerini. 68’le birlikte öğrenciler, aydınlar da. Böylece eski özgürlükçü ve kozmopolit gelenek sürer. Son yıllarda geliri iyi medya çalışanları akın ettilerse de bütün dünyada olduğu gibi, Altona onların saldırısına karşı kendini savundu ve onları da yavaş yavaş özümsedi ve özümsüyor.
Fatih Akın, Altonalıdır. Onun filimlerine yansır Altona’nın bütün bu ruhu. Altona üzerine bir film yapmaktan Altona’nın atmosferini bozar, birden onu ilgi merkezi haline getirip ticarileşmesine yol açar diye korktuğunu duymuştum. Ne derece doğrudur bilmiyorum ama gerçek olabilir; Altona’nın sessiz ve koruyucu dayanışmasıdır bu.
İşte Altonalılar için Marin de bir parça Altona’ydı. Sessizce benimsenmişti. Bu küçük adam da orada belli ki kendini daha korunmuş ve rahat hissediyordu.
Ve Altonalılar, öldüğünde, onu yine bir sokak konseriyle, Evsiz Barksızların gazetesindeki yazı ve denemeleriyle andılar.
(Konser şurada izlenebilir: http://videostaringa.com/gedenkfeier-fur-marin-vasilev-vid-_K8YZG3Y8rs.h…)
*
“Ciguli’nin Kardeşi”ni ilk nasıl tanıdım?
Avrupa’ya sürgüne geldiğim yıllarda sokaklarda genellikle Latin Amerikalılar çalardı. İnti İllimani’nin veya benzerlerinin parçaları. Tabii genellikle de El condor pasa. Sanırım Şili’deki darbeden kaçıp burada ekmek parası peşine düşenlerdi çoğu. Tabii Alman Sokak müzisyenleri veya bazan geçici olarak bir araya gelen gruplar. O zamanlar yabancı gençler arasında robot dansı yaygındı. Bir de sık sık bu görülürdü.
Sonra Sovyetler ve Doğu Avrupa’nın çöküşü geldi. Senfoni orkestralarının veya operaların birinci sınıf sanatçıları batı Avrupa’nın sehirlerinin sokaklarını doldurmaya başladılar üç kuruş kazanıp ekmek paralaını çıkarabilmek ve ailelerine üç beş kuruş götürebilmek için. Kimi akıllı girişimciler bu “sokağa düşmüş” çok değerli sanatçıları alıp ucuza çalıştırıp, birinci sınıf programlar yaparak epey karlar ettiler.
Ama yavaş yavaş o “sokağa düşmüş” sanatçılar da ilişkileri ve insanları tanıyıp biraz toparlanarak sokaklardan kurtuldular. Daha sonra daha kenar bölgelerin sanatçıları onların boşalttığı yerleri oldurmaya başladı. Balkanların çingeleri gelmeye başladı. Bunlardan Koçani gibi gruplar oluşturanlar da sık sık konserler vermeye geliyorlardı. Onları Moğollar izledi.
En son, Moğolistan’dan gelen, aynı anda birkaç sesin gırtlaktan çıkarıldığı, Tibet’teki budist rahiplerin de kullandığı bambaşka bir müzik türünü yapanlar görülüyordu. Bu müzik türüyle ilk kez Cengiz Blues diye bir filmde karşılaşmıştım. “Allah Allah, Cengiz ile Bules’un ne ilişkisi olabilir” diye meraktan gitmişim. Nefis bir yarı belgesel film görmüştüm. Sovyetlerdeki Tuva bölgesinde yaygın bir müzik türü ve bu alandaki bir büyük sanatçı ile New York’lu siyah bir Blues şarkıcısını anlatıyordu. Çok sonra Moğolistan ya da yakın bölgelerden benzer müzikleri yapan gruplar Avrupa sokaklarına gelmeye başlamıştı.
O aralar CD’de kapladığı yerden on misli küçük bir alana sıkıştırılabilen ve insan kulağı hissetmediği için işitilen müzikte bir kalite kaybı da olmayan mp3 denen yöntemle müziği sıkıştırma yöntemleri geliştirildi. Yine aynı sıralar internet ve kitlesel kullanımı yaygınlaşmaya başlamıştı. Ve bu arada Napster diye bir program yayılmış, eldeki müzikleri dijitalize edip sıkıştırıp mp3 yaparak başkalarıyla paylaşma ve başkalarının müziklerini indirme olanağı ortaya çıkmıştı.
O açlıkla yirmidört saat müzik indiriyor, çoğaltıp arkadaşlara veriyor, indirdiklerimi de geceleri takside çalışırken sürekli dinliyordum. Önümde yapyani ufuklar açıldığı için de sürekli müzik indiriyor, indirdiğim herşeyi dinlemek hiç bilmediğim lezzetleri tatmak istiyordum. Dünyanın dört bir yanından hiç bilmediğimiz, duymadığımız müzikleri istediğimiz zamanda ve yerde istediğimiz kadar dinleme olanağı ortaya çıkmıştı.
İşte internetin, mp3’lerin yaygınlaştığı; birinci kuşak Rus veya Doğu Avrupalı sanatçıların yavaş yavaş sokaklardan çekilip, yerlerini yeni gelenlere bırakmaya başladığı zamanlarda, sanırım doksanların sonu ve iki binlerin başı olmalı, “Ciguli’nin Kardeşi” (ki o zamanlar bu adı da yoktu ve kimse onun varlığına dikkat etmiyordu muhtemelen) önce bir kemancı ile birlikte ara sıra Altona’da çalmaya başladı.
Tabii hasta bir dinleyici olarak müzik, hele balkanların müziği olunca hemen dikkatimi çekti. O dönemde bir de bir başka kemancı daha vardı daha sık Altona’da gördüğüm. Chagall’ın resimlerinden çıkmış gibiydi: O kadar benziyordu. Bir parmağı eksik bir kemancıydı.
Bir süre sonra küçük akordeoncu adam ve birlikte çaldığı kemancı partneri daha sık görülmeye başlandı. Sonra sanırım ayrıldılar ve ayrı ayrı çalmaya başladılar. Arada zaman zaman birlikte çaldıkları da oluyordu. Sonra kemancı olan hiç görülmez oldu. Belki vefat etti, belki memleketine gitti, belki başka yerlerde çalmaya.
Bizim küçü akordeoncu giderek daha fazla Altona’da görülmeye başlandı. Bir süre sonra Altona’dan başka yerde çalmıyordu artık.
Bir yerde yarım saatten fazla çalmak yasak olduğundan, yarım saat çalar, sonra ara verir bir sigara yakar başka bir yere geçer, sigarasını içtikten sonra yeni yerinde çalmaya başlardı. Ama bütün bunlar hepsi Altona’nın küçük alışveriş alanında olurdu.
Yıllar böyle geçti ve bir süre sonra dükkanlar da, yoldan gelip geçen altonalılar da bu kendi küçük ama müziği büyük sanatçıyı benimsediler.
O sıralar yavaş yavaş aramızda onun “Ciguli’nin Kardeşi” olduğuna dair sözler duyulmaya başlandı. O zamanlar Türkiye’ye gidemediğimden Ciguli’yi bilmiyordum. Adını duymuştum ama o piyasayı doldurmuş, pespaye beşpara etmez sözde müzisyenlerden; özel savaş döneminin o korkunç çürüyüşünün bir ifadesi müzisyenlerden biri olmalı diye düşünüyordum.
Ciguli’nin kardeşi olduğunu duyunca, içimden, “eğer kardeş iseler herhaldei Ciguli de bizim küçük ve şapkalı Altonalı akordeoncumuz gibi harika bir müzisyendir, Adam ne yapsın? Ekmek parası için oralarda şaklabanlık yapıyordur, milletin istediği şarkıları bu arsız ve görgüsüzlere söylüyordur” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Pek de yanılmamışım. Şimdi Marin için İnternet’te araştırma yaptığımda, Ciguli’nin müziğini keşfettim, mithiş bir müzisyen ve hele sesi. Bazı söyleşilerini okudum. Çürümenin bir kurbanı olmuş belli ki. Ciguli’nin değerini zerrece anlamamışlar.
Marin, “Ciguli’nin Kardeşi” Altona’da çalarken belki dil bilmediği için Almanlarla konuşup onlara derdini anlatamıyordu ama Altonalılar onun müziğinin dilini anlıyorlardı.
Türkiyedekiler ise belki Ciguli’nin dilini anlıyorlardı ama onun müziğinin ve kalbinin dilini anlamaktan uzak kendilerine hayran budalalardı.
Güle güle Marin, güle güle “Ciguli’nin Kardeşi”, isimsiz Çingene. Altona’nın fötr şapkalı küçük akordeoncusu, hemşehrim. Küçük Dev Müzisyen.
Selamını, akordeonun sesini özlüyorum.
Sanki hep çıkıp gelecek ve tekrar çalmaya başlayacakmışsın gibi bir duyguyla geçiyorum her gün çaldığın yerlerden.
Demir Küçükaydın
20 Ekim 2013 Pazar
Ek not: Ayrıca Bir ara Balkan Karavan diye bir grup kurmuşlar kendi aralarında. Ama sürdürememişler. Çünkü provaya zaman ayıramıyormuş çalmaktan. Bu grubun birkaç parçası şurada dinlenebilir:
https://myspace.com/balkancaravan/music/songs
Marin Vasilev’in ölümü Üzerine Altonlıların düzenlediği anma Konserinde hakiki kardeşinin söylediği Celem Celem şuradan izlenebilir:
https://www.youtube.com/watch?v=_K8YZG3Y8rs
Şurada da Marin Vasilev’in kendisi yine Celem Celem’i çalıyor uzurn uzun:
http://www.youtube.com/watch?v=0iwayx0RubU&feature=share