Getting your Trinity Audio player ready... |
Akademisyenlerden devletin yönetim kademesindeki zatlara, parlamenterlerden yazarlara kadar geniş bir kesimin oluşturduğu koro hep birlikte “sosyopat, çılgın, paranoyak Putin’in savaşı” şarkısını söylüyor. Batı medyasının “saygın” gazeteleri bu koroya eşlik ediyor. Putin’in geçmişiyle ve karakteriyle ilgili yazılar, haberler, videolar, demeçler yeniden piyasaya sürülüyor. Yaşananın bir emperyalist savaş olduğu gerçeğini gizlemek ve kitleleri manipüle etmek için her türlü yola başvuruluyor. Örneğin Facebook ve Instagram’da “Rus işgalcilere ölüm”, “Putin’e ölüm” gibi paylaşımlara “geçici” olarak izin verildiği açıklandı. Böylece “savaş karşıtlığı” adı altında Rus düşmanlığı ve milliyetçilik pompalanırken aynı zamanda savaşın “Putin’in savaşı” olarak görülmesi sağlanmaya çalışılıyor. Bunu destekleyen bir başka argüman ise Putin’in Hitler’e benzetilmesidir. Batı medyasında çeşitli gazeteler, Putin’i Hitler’e benzettikleri resimler paylaşırken bu benzetmeyi daha da ileri götürüp Putin’in Hitler’den daha kötü olduğunu iddia edenler de oldu. Örneğin aralarında Rusya ile Ukrayna’nın da olduğu çok sayıda ülke hükümetlerine danışmanlık yapmış İsveçli ünlü ekonomist Anders Aslund, sosyal medya hesabından şöyle bir paylaşım yaptı: “Hitler Polonya’yı tanımış ama bazı tavizler istemişti. Putin ise absürt bir şekilde Ukrayna’nın bir devlet olmadığını iddia ediyor. Hitler Milletler Cemiyeti’nden ayrılmıştı. Putin ise var olan bütün uluslararası yasaları ihlal ediyor. Hitler kimyasal silah kullanmamıştı. Putin kullanmaya hazırlanıyor. Neticede, Putin, Hitler’den çok daha kötü görünüyor. Hitler, Yahudilere karşı soykırım yapmıştı. Putin bunu Ukraynalılara karşı yapıyor. Yeni bir soykırım başlatıyor.”[1]
ABD başkanı Biden’ın 16 Martta yaptığı konuşma da emperyalist ikiyüzlülüğün bir başka örneği olarak verilebilir. Biden, her zamanki gibi ABD’nin özgürlüklerin ve halkların kendi kaderini tayin hakkının savunucusu olduğunu ileri sürerken, bu savaşın uzun ve zorlu bir savaş olabileceğini söylemeyi de ihmal etmedi. Ukrayna’ya yapılan silah, para ve gıda yardımını açıkladığı konuşması boyunca “Putin’in savaşı” algısını destekleyecek bir dil kullandı. Defalarca Putin’in adını zikretti: Putin’in ekonomisi, Putin’in savaşı, Putin’in şiddeti, Putin’in sivillere yönelik ahlâki olmayan saldırısı vb. İkinci Dünya Savaşında teslim olmayı kabul etmiş Japonya’ya iki atom bombası atarak yüz binlerce masum insanın vahşice ölümüne yol açan, hegemonyasını kaybetmemek için Üçüncü Dünya Savaşını başlatarak dünyayı kana bulayan ABD emperyalizminin temsilcisi Biden, konuşmasını bitirirken bu savaşı “bir otokratın açlığıyla insanların özgür olma isteğinin karşı karşıya gelmesi” olarak tanımladı.
Oysa Marksizmin ortaya koyduğu üzere savaşı çıkartanlar çılgın ve sosyopat liderler değildir. Kapitalizm olmadan, kapitalizmin rekabetçi doğası ve iç çelişkileri savaşı doğurmadan sosyopatlar savaş çıkartamazlar. Savaşı çıkartanlar sosyopatlar değildir, sosyopatları öne çıkartan savaşı yaratan şartlardır. Sürmekte olan Üçüncü Dünya Savaşının iç içe geçen halkalarını, tarafların attığı adımların çok boyutlu sonuçlarını, kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz koşullarının çatışmaları keskinleştirdiğini, karmaşayı ve belirsizliği derinleştirdiğini düşündüğümüzde, savaş sorununun hiç de basit olmadığını söylemek gerekiyor. Tam da bu nedenle örgütsüz kitleler bu haksız ve kirli savaşa karşı çıkarken kendileri de savaşa karşı görünen emperyalistlerin niyetinin savaşı bitirmek değil rakibini ekarte ederek yeni cepheler açmak olduğunu göremiyorlar. Burada bir kez daha emperyalist kapitalist sistemin ideolojik aygıtları devreye giriyor ve başta medya olmak üzere çok çeşitli araçlarla kitleler manipüle ediliyor. Ancak kapitalist sistemin işleyişini ve içinde bulunduğu tarihsel kriz koşullarını Marksist pencereden görebilen ve aynı pencereden tarihe bakabilenler için bugünkü savaşın özel olarak Putin’in savaşı değil, emperyalist paylaşım savaşının yeni bir halkası olduğunu görmek zor değildir. Marksist Tutum’da savaşa ve içinden geçtiğimiz döneme dair yıllar öncesinde yapılan değerlendirmeler bugün yaşananlara da ışık tutuyor.
Bu bir emperyalist savaştır, özel olarak Putin’in savaşı değildir
Üçüncü Dünya Savaşını başlatan temel faktör, SSCB’nin dağılmasının ardından iki kutuplu dünya düzeninin sona ermesiyle birlikte emperyalist kapitalist sistemde eski dengelerin altüst olmasıdır. 90’larda Balkan savaşlarıyla başlayan emperyalist kapışma, yeni emperyalist güçlerin sahneye çıkması, ABD’nin hegemonyasının zayıflaması ve şiddetlenen ekonomik krizle birlikte ABD’nin fitilini ateşlediği bir dünya savaşına evrilmiştir. 2006 yılında Elif Çağlı, Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesine dikkat çektiği makalesinde şöyle diyordu: “Kapitalist sistemin egemen gücü ABD’nin, yükselen Çin ya da Rusya gibi yeni emperyalist rakiplerle yüz yüze gelmesi ve dünyanın sonucu henüz belli olmayan uzatmalı bir hegemonya krizinin içine yuvarlanması, yaşanan dönemi belirsizliklerle dolu kaotik bir tarihsel döneme dönüştürmüştür. Bu döneme damgasını basan temel faktör, eski hegemon güç ile hegemonya tahtına göz diken yeni güçler arasında tırmanan bir yeniden paylaşım savaşıdır.”[2]
Aynı makalede Çağlı, emperyalist savaşın yaygınlaşma tehlikesini küçümseyen, Irak savaşını ABD’de Bush takımının iktidarıyla sınırlı bir “çılgınlık” olarak yorumlayan siyasal yaklaşımları da eleştiriyor ve bu savaşın cephelerinin giderek genişleyeceğini belirtiyordu. Emperyalist savaş sorununa kişilerin aptallıkları ya da çılgınlıkları üzerinden bakmanın en büyük yanılgı olacağı konusunda da uyarıyordu: “Emperyalist savaşın başlayıp yaygınlaşması, dün Hitler bugün Bush gibi birinin iktidar asasını tesadüfen ele geçirmesinin sonucu değildir. Tersine, kapitalizmin içine sürüklendiği olağanüstü kriz koşulları böylesi çılgın görünümlü siyasi liderleri iktidar sahnesinin ön planına iter. O nedenle böylesi tarihsel dönemler, şu ya da bu burjuva partinin veya siyasetçinin seçim dönemiyle sınırlı olmayan ve dipten vuran derin dalgaların yarattığı olağanüstü çalkantılı dönemlerdir.”[3]
Elif Çağlı’nın ABD ile yükselmekte olan yeni emperyalist güçler arasında hegemonya mücadelesinin kızışacağına ilişkin öngörüsü ilerleyen yıllarda yeni cephelerin açılmasıyla doğrulandı. Bugün dünya üzerinde Üçüncü Dünya Savaşının bir parçası olmayan neredeyse hiçbir çatışma alanı yoktur. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı da emperyalist paylaşım savaşının halkasıdır. Tek başına Putin’in kafasının içindeki çılgınlıkların ürünü olmadığı gibi beklenmedik bir gelişme de değildir. Son 8 yıllık süreçte artan gerilim Rusya’yı adım adım bu noktaya getirmiştir. 2014’te Ukrayna krizi patlak verdiğinde söylediğimizi tekrar aktaralım: “Bir yandan Rusya’nın eski SSCB cumhuriyetleri üzerindeki hegemonyasını sürdürme çabaları, öte yandan ABD ve AB’nin bu ülkeleri yanlarına çekerek Rusya’yı yalıtma ve zayıflatma politikaları bugün Ukrayna’da yaşanan krizin temel nedenidir. SSCB’nin dağılmasından bu yana başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin dünya politikasını belirleme girişimlerini büyük ölçüde sineye çekmek zorunda kalan Rusya, Putin’le birlikte bu kez emperyalist nitelikte büyük bir güç olarak dünya sahnesine çıkmıştır. Putin Rusya’sı açısından Ukrayna’nın NATO’ya ve AB’ye katılması artık geri adım atılamayacak bir kırmızıçizgiyi ifade ediyor. NATO askeri üslerinin ve ABD nükleer cephaneliğinin yer aldığı bir Ukrayna, Rusya tarafından açık bir tehdit olarak algılanıyor.”[4]
Hegemonya krizinin ve kapitalist ekonomiyi çöküş noktasına getiren ekonomik krizin derinleşmesiyle emperyalist savaş da kızışmış durumdadır. Nitekim Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) açıkladığı küresel silahlanma raporu, Avrupa’da silahlanma artışının Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasından önce başladığını gösteriyor. Rapora göre 2017-2021 yılları arasında küresel silah ticareti önceki beş yıla göre yüzde 4,6 oranında düşüş göstermesine rağmen Avrupa’nın askeri harcamalarında yüzde 19’luk bir artış söz konusudur.[5] Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ardından savunma harcamaları için 100 milyar euroluk özel bir fon kurulduğunu ve bundan böyle her yıl gayrisafi yurtiçi hâsılanın yüzde 2’sinden fazlasını savunmaya ayıracaklarını açıkladı. Scholz’un gerekçesi ise çok tanıdık: Özgürlük ve demokrasinin korunması! Geçtiğimiz günlerde savunmaya yatırım (yani yeni silahlar alınması) barışa yatırımdır diyen İspanya Savunma Bakanı da aynı minvalde açıklamalar yaptı. Oysa silaha yatırım barışa değil, savaşa yatırımdır. Çünkü kapitalist devletlerin kıran kırana sürdürdüğü rekabetten dolayı o silahlar eninde sonunda halkların tepesinde patlamaktadır.
Putin gibi liderleri öne çıkartan tarihsel koşullardır
Putin’in siyasi kariyerine dair çeşitli videolar sosyal medyada dolaşıyor. Putin’in iktidara geldiği günden itibaren Rus medyasını kontrol altına alarak ciddi bir PR çalışması yürüttüğünden söz ediliyor. Güçlü ve her şeye hâkim bir Putin portresi çizmek için başvurulan yöntemler anlatılıyor. Kuşkusuz bunlar doğrudur, zira her otoriter lider gibi Putin’in de bir megaloman olduğuna kuşku yoktur. Putin’in Ukrayna üzerinde tarihsel hak iddia eden ve emperyalist politikalar güden bir Bonapart olduğuna da kuşku yoktur. Ancak Putin, Rusya’nın başına gökten zembille inmemiştir. Rusya’nın içinde bulunduğu koşullar, Bonapartist bir rejime ve Putin’in başkanlık koltuğuna oturmasına giden yolu döşemiştir. Bu süreci anlamak için Serhat Koldaş’ın, 2009 yılında yayımlanan Yeltsin’den Putin’e Rus Bonapartizmi yazısı oldukça açıklayıcıdır.
SSCB’nin son yılları kapitalist restorasyon sürecinin siyasal ön adımlarının atıldığı yıllardı. 1991 yılında SSCB’nin resmen dağılmasıyla Rusya’da kaotik bir dönemin önü açılacak, 1992’de başlayan devlet mülkiyetindeki üretim araçlarının özelleştirilmesi süreci, tarihin en büyük yağmasına sahne olacaktı. Bu yağma süreci siyasal istikrarsızlığı da beraberinde getirecekti. “Böylesi bir yağmanın devam ettiği bir ortam, bürokratların ve yeni yetme burjuvaların olağan bir demokratik işleyiş altında birbirleriyle uzlaşmalar temelinde restorasyon sürecini devam ettirmelerini imkânsız kılıyordu. Bu koşullarda burjuvazinin genel çıkarları bağlamında elzem olan «ülke birliğini korumak» da imkânsız hale geliyordu. (…) İşte tüm bu koşullar, Rus kapitalizmine istikrar kazandıracak bir otoritenin tam anlamıyla tesisini gerekli kılıyordu. Türedi-mafyatik Rus burjuvazisi (oligarklar), Rus kapitalizminin bütünsel ve uzun vadeli çıkarları adına siyasal güçlerinden feragat etmek zorundaydı. Rus kapitalizmi bir «kurtarıcı» arıyordu ve Putin şahsında o «kurtarıcı» bulundu.”[6]
31 Aralık 1999’da Boris Yeltsin’in istifa etmesinin ardından vekâleten başkanlık koltuğuna oturan Putin, 2000 yılında yapılan seçimlerde yüzde 50’nin üzerinde oy alarak resmen başkan oldu. Başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte işçi sınıfının haklarına yönelik saldırılardan medyayı baskı altına almaya, bazı oligarkların sindirilmesinden muhaliflere yönelik suikastlara varıncaya dek her alanda arttırdığı baskılarla Rusya’da bir otoriterleşme süreci başlattı. Bu süreçte iktidar koltuğunu da korumayı başardı. “Putin bu süreçte Bonapartvari biçimde sivrilerek başarılı olmuştur. Ancak onun bunu başarmasında dönemin ekonomik koşullarının önemli ölçüde belirleyici olduğunu unutmamak gerekiyor. 2000-2008 yılları arasında petrol ve doğalgaz fiyatlarının yükselmesi, Rusya’ya hem büyük bir ekonomik getiri hem de uluslararası arenada siyasi güç bahşetti. Devlet işletmesi olan Gazprom (doğalgaz şirketi) dünyanın en büyük şirketleri arasına girdi. Petrol ve doğalgaz satışından sağlanan döviz girdisi dış ticaret açığının kapanmasını sağladı, döviz rezervleri artınca Ruble istikrar kazandı. Ekonominin olumlu sinyaller vermesi daha önceleri yurt dışındaki bankalara akan birikimlerin Rusya’ya dönmesini sağladı. Dışarıdan sermaye girişinin de başlamasıyla beraber ekonomide hızlı bir büyüme dönemine girildi. İktisadi temelin güçlenmesi Rus egemenlerinin özgüvenini pekiştirdi.”[7] Böylece bürokratik diktatörlükten kapitalizme geçiş sırasında adeta çivisi çıkan devlet, Putin’le birlikte burjuva temellerde yeniden örgütlendi, siyasi ve ekonomik karmaşa dönemi büyük ölçüde sona erdi. Rusya yeniden güç toplamaya ve eski SSCB’nin kaybettiği nüfuz alanlarında yeniden etki kazanmaya başladı.
Rusya’nın SSCB’nin dağılmasından sonraki durumu neden Putin gibi bir Bonapart’ın iktidara geldiğini açıklarken kapitalizmin içinden geçtiği tarihsel kriz koşulları da Ukrayna’ya saldırma “çılgınlığının” nedenini açıklıyor. Utku Kızılok’un dediği gibi “Krizlerin ve olağanüstü koşulların diktatörleri öne çıkartmasıyla, onların kişisel ve politik hırsları doğrultusunda fırsat kollamaları ve krizleri bu temelde kullanmaları arasında diyalektik bir ilişki vardır. Tarih öylesine ilginç bir durum yaratır ki, bu dönemde düzenin ihtiyaçlarıyla diktatörlerin kişisel hedefleri örtüşür. Meselâ Hitler’in deliliği, çılgınlığı ile yenik Alman emperyalizminin ayağa dikilerek tüm Avrupa’ya ve hatta dünyaya çılgınca hâkim olma arzusu bir ve bütündür. Bonapartist ya da faşist rejimleri ve onların genelde bir liderle karakterize olmasını ele alırken, son tahlilde bu olağanüstü rejimlerin burjuva düzenin çıkarları temelinde hareket ettiğini asla unutmamak lazım.”[8]
Üstelik Putin, dünya üzerindeki tek “çılgın” lider de değildir. Uzun zamandır dünya genelinde bir otoriterleşme dalgası yaşanmaktadır ve pek çok ülkede faşist, otoriter, baskıcı liderler iktidara yerleşmektedir. Kapitalizmin milenyum dönemeciyle birlikte içine yuvarlandığı tarihsel kriz, tüm dünyada olağanüstü koşulları yaratmıştır. “Tüm tarihsel deneyimler gösteriyor ki böylesi olağanüstü koşullarla birlikte, kapitalist çürümüşlük ve burjuva siyasetindeki gericilik gelip her şeyin üzerine oturur. Olağan dönemlerde çok da toplumsal karşılık bulamayacak ırkçı, saldırgan, maceracı veya faşist görüşler ve mutlak bir iktidar kurma özleminin savunucuları, bu dönemlerde öne çıkar, düzenin krizlerinden faydalanır ve örgütsüz kitleleri peşlerinden sürüklerler. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında dikkat çektiği üzere, Bonapartları ve Hitlerleri burjuva siyaset sahnesinin en önüne fırlatan şey özel olarak onların çılgınlıkları veya delilikleri değil, kapitalizmin içine yuvarlandığı tarihsel krizin bu çılgınlara ve çılgınlıklara uygun bir toplumsal ve siyasal zemin yaratmış olmasıdır… Nitekim 2000’lerle birlikte, tam da içinden geçtiğimiz sürecin bir parçası olarak öne çıkan veya iktidara oturan liderlerin Bush, Berlusconi, Putin, Sarkozy, Le Pen ya da Trump olması hiç de tesadüf değildir.”[9]
Gerçekler ortada. Bugün insanlık için en büyük tehdit yeni çılgınları ve çılgınlıkları ortaya çıkaran kapitalist sistemin kendisidir. Kuşkusuz kapitalist sistemde otoriter, totaliter liderler bir noktada belirleyici rol oynarlar. Ancak bireyler sistemin işleyişi içinde hareket ederler, sermayenin ihtiyaçları onlara bu hareket alanını verir. Yarın Rusya’nın başkanlık koltuğunda Putin yerine bir başka lider de oturabilir. Fakat hangi lider iktidara gelirse gelsin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Emperyalist savaşın Suriye cephesi açıldığında ABD’nin başkanlık koltuğunda Obama oturuyordu. Çin-ABD arasında ticaret savaşları başladığında bu sefer başkan “çılgın” Trump’tı. NATO zirvesinde Çin’in açıkça bir tehdit olarak ilan edilmesi ve Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ise “demokrat” Biden’ın başkanlığında yaşanmıştır. Hepsi de hegemonya krizini ABD lehine çözmek üzere emperyalist savaşı kızıştıran adımlar atmışlardır. Savaş cehenneminin alevleri arasında hayatını kaybeden insanlar egemenlerin zerrece umurunda değildir. Bu haksız ve emperyalist savaşın taraflarından savaşı sonlandırmalarını beklemek akıl kârı değildir. Dünyaya gerçek barışı getirmenin tek yolu bu çürümüş, akıl dışı sistemi tarihin çöplüğüne fırlatacak işçi devrimleridir.