Getting your Trinity Audio player ready... |
Aşağıda, köyümün (Alibeyköyü-Susurluk) suyu kurumuş, akmayan, yapısının orjinal şekli değiştirilmiş, mermerle kaplanmış “KOCA PINAR”ın, son modern görüntüsüdür.
Suyu aktığında üç bey yıl kesintisiz akar. Oluşturduğu dereçikle, akış istikametinde pek çok evin bahçesine bereket saçardı.
Köyümüze Dişbudak mevkiinden su getirilmeden önce ve aktığı yıllarda, köyün can damarı idi, Koca Pınar.
1880’lı yılların başında köyde yerleşim için ilk yapılaşma başladığında, 93 Harbi’nin (1877/78) Bosna göçmeni atalarımızın, önce İstanbul Arnavutköy’ün Haraççı köyünde, sonra da Karacabey ovasında konakladıktan sonra, “ille de keçi beslemek” istediklerinden, adı sonra konan bugünkü Alibey köyümüzün kale diye anılan kayalık ve taşlık alana yerleştirilirler.
Koca Pınar, daha su kaynağı iken etrafında Karakeçili aşiretinden olduklarını söyleyen bir kaç kıl çadırlarda yaşayan yörük aileler varmış.
Bu Karakeçili aşiret aileleri, keçi değil de sığır ve koyun besleyip, geçimlerini sürdürürlermiş.
Osmanlı Saray Yönetimi yeterince vergi ve de savaşlar için asker toplamakta zorlandığından, konar göçerlerin yerleşik hayata geçmeleri için çıkardığı yasalara uymayan konar göçer aşiret
önderlerinden idam ettikleri olduğu gibi, paşalardan, attan inip konar göçerlerin kıl çadırlarını kılıçla yırttıkları da olduğu, tarih belgelerinde görülebilir.
Saray emri ile konutsal yapılaşma yerleşimleri başladığında Koca Pınar, henüz bir kaynak suyu imiş. O nedenle olmalı ki; ilk yapısal yerleşimler bu su kaynağının etrafında oluşmaya başlamış.
Çok ilginçtir ki; Koca Pınar akmaya başladığında, köyümüze 5 km uzaktaki Asmalıdere köyündeki bir pınarın da akmaya başladığı söylenirdi. O Pınar’ın da suyu aynı günde, bizim Koca Pınar’ın suyu ile kesilir ve kuruduğu ve yine aynı günde akmaya başladıkları anlatılırdı.
Köyümün Koca Pınar ile ilgili değişik hatıraları da vardır.
Yunan askerleri 15 Mayıs 1919 günü İzmir’e çıkıp da, adım adım Batı Anadolu ve Güney Marmara’yı işgal ettiklerinde, Alibey Köyü’üne de Yunan askerleri çıkar.
Köyün bilge ve yaşlı insanı olup, Mısır’da El Ehzer medreselerinde dini öğrenim görmüş
MOLLA BEŞİR’i (İNAL), ihtimal işgale direniş gösterdiği için olmalı ki; Yunan askerleri Koca Pınar’ın eski orijinal halinin üzerine çıkarıp, kendisini kurşuna dizmek isterler.
Molla Beşir, annemin bir teyzesinin kocasıdır da.
O günlerde Molla Beşir’in Kardeşi HÜSEYİN’de yörede Yunan işgaline karşı direniş gösteren
Kuvvacı bir çete üyesi imiş.
EFELER daha önceden bir kızan ile tedarik edilmesi için muhtara önceden gönderdikleri pusulalarla, giyecek ve yiyecek gibi ihtiyaçlarının karşılanması İçin köye geldiklerinde, o yıllarda 5-6 yaşlarında bir çocuk olması gereken babamdan, kendilerini defalarca gördüğünü, göğüslerindeki çaprazlama fişekliklerini hayranlıkla izlemiş olduğunu ve KARA İBRAHİM ile SARI İBRAHİM efelerin çetelerinin direniş hikayelerini çokça dinlediğim olmuştu.
Sarı İbrahim Efe’nin fiziği ve davranışları ile daha etkileyici ve heybetli olduğunu söylerdi babam.
Kim idi yiğit adamlar?
Önceleri Ege’de eşkiya sonra da Kuvvacı olan EFELER’in yaşam öykülerini çok merak edip, araştırırdım.
Ege Efeleri üzerine yazılmış, Murat Sertoğlu’dan Yaşar Kemal’e kadar, gerek gazetelerdeki tefrikalardan ve de gerekse roman kitaplarından, hayat hikayelerini okudum.
Ve halen de yeni yayınlanan bir efe romanını her halde edinip, efelerin hayatını okuma alışkanlığımı koruyorum.
Ama ne yazık ki, babamdan dinlediklerimin dışında, bizim yörede yaşamış bu yiğit adamlar, EFELER hakkında daha fazla bilgi edinemedim. Çünkü bu konuda yazılı belgeler de yok. Yahut da ben ulaşamadım.
Bu EFELER, sadece Yunan işgal askerlerine karşı değil, çevrede saklanmış asker kaçakları olan eşkiyalara karşı da köyleri korurlarmış.
Asker kaçağı olan eşkiyalar, savaş süresince kendi memleketlerine gidemedikleri için, yöre köy halklarını soyup, eziyet edip, genç kadınların kulaklarından altın küpelerini kopararak aldıkları gibi, parası olup söylemediklerine inandıkları yaşlı bir köylümüzün göbeğinden kızgın sıvı yağ dahi akıtmış olduklarını, anneannenemden dinlemiştim.
Anneannem olan ZELİHA ninem, asker kaçakları ve de yöre köylerin halkından olan o eşkiyaların, o derece korkutucu etkisinde kalmış olmalı ki; o günleri anlatırken, Kurtuluş Savaşı yerine, “Eşkiyalık Zamanı” diye anlatırdı.
Çoğunluğu, cephelerden askeri kıyafetleri ve mavzerleri ile kaçıp dağlarda dolaşan savaş kaçakları da, kendi aralarında gruplar, çeteler oluşturup, bazıları da Yunan işgal kuvvetleri ile birlikte çalışırlarmış.
Bu çetelere de köylüler, “Yunancılar” dermiş.
Bunların içinde, babamın dost sohbetlerinde dinlediğim ve en azılı Yunancı, Asmalıdere köyünden Yunancı Kara KAZIM ve çetesi imiş.
Yunancı Kara Kazım’ın, bir düğünde, damattan önce gerdeğe girdiği de, bu sohbetlerde anlatılmıştı.
Yine babamın sohbetlerinde bir amca, Yunan birlikleri Balıkesir’i terkettiğinde, Yunancı çetelerin de darmadağın olduğunu anlatır.
Yunancı Kara Kazım’ın, bugün Balıkesir ile birleşmiş olan Üçpınar köyü yolunda köylüler tarafından linç edilip, gözlerinin dahi oyulmuş olduğunu dinlemiştim.
Babamın sohbetindeki o amca devamla şunu da söylediğine tanık olmuştum. Amcanın babası Yunancı Kara Kazım ‘ın ölüsünü Üçpınar köyü yol kenarında bulduklarında, “üzerini taşlarla örttüklerini de” anlatmıştı.
Kurtuluş yıllarında mı, yoksa Kurtuluş yılları öncesi devlet nizamının bozulduğu bir dönemde, Susurluk ve kasaba yöresi köylerinde eşkiyalık edip, köylülere zulm eden ve efe diye anılan aslında bir eşkiya olan Güreceli ALİ Efe adlı eşkiyanın hikayesini de zamanın tanığından, yine zevkle katıldığım ve müdavimi olduğum babamın dost sohbetlerinin birinde dinlemiştim.
Çanacık köyünden olup o günlerde yaşı 70 çivarında olduğunu tahmin ettiğim hacı ADİL amcanın, Balıkesir’de Üçpınar caddesinde o dönem için görkemli bir hanay evi vardı.
Üçpınar sokağı ile Hatip sokağı arasındaki bir çıkmazara sayılan avluya açılan, baraka şeklinde küçük odalı yaklaşık 8-10 gecekondu evleri de vardı,hacı Adil amcanın.
Bir köy bilgesi olan babam, köy katipliği yaptığı köylerin arasında, Çanacık köyü de bulunduğundan, Çanacıklı hacı Adil amca ile babam, çok iyi dost idiler.
Biz de hacı Adil amcanın Hatip sokağına açılan tek katlı biraz daha düzgün bir gecekondu evinde kiracı idik.
Her ne kadar 2 yıl oturduğumuz bu evi biz satın da aldık ise, annemin, kent yaşamını bir türlü sevememesi, bahçesi ve tavuk kümesi olmayan, sebzenin file içinde getirilen bir evde yaşayamayacağını anlayan babam, parasının hepsini de henüz ödememiş olduğu evi, hacı Adil amcaya geri vermişti.
Annem de haksız sayılmazdı. Evimizin İmam Hatip okuluna uzanan bölümü boş çayırlık bir alan olmasına rağmen, penceremizin dinine dışarıya yaptığımız kümesten dışarıya çıkan tavuklarımıza, belediye çavuşlarının yazdığı cezalar da epey can sıkıcı idi.
Oysa evimizin etrafındaki çayırlıklarda, beslediğimiz bol süt veren bir maltız keçimizi, kardeşlerimizle nöbetleşecek yedeğimizde otlatıp doyururduk ve bu belediye çavuşları için sorun olmuyordu.
Belediye çavuşlarının derdi ise; ille de tavuklar ve kümes idi.
İşte bu yukarıda açıkladığım nedenlerden dolayı ailem köye dönüş yapıp, ben de orta ve lise öğrenimini Balıkesir’de bir öğrenci yurdunda, yatılı tamamlamıştım.
Hacı Adil amca, bazen babam tarafından davet edilir, bazen de babamı davet eder ve ben de sohbetlerine katılırdım.
Hacı Adil amcanın bizzat kendisinden, Güreceli
ALI efe denen eşkiyanın Susurluk hükümet konağında nasıl pusuya düşürülüp öldürüldüğünü dinlemiştim.
Güreceli Ali efe, o kadar pervasız biri imiş ki, Susurluk Hükümet konağına atı ile girermiş.
Hacı Adil amca da o yıllarda Susurluk’ta jandarma askeri imiş. Ve Güreceli Ali Efe’nin Susurluk hükümet konağına davet edilip, öldürülmesine karar verilmiş.
Plan kurulduktan sonra, Güreceli Susurluk hükümet konağına girdiğinde, devlet güçleri tarafından kurulan pusuda, adamları ile birlikte öldürülmüşler.
Öldürülen eşkiya Güreceli Ali Efe’nin eşyaları da jandarmalar arasında paylaşılmış.
Gümüş kamçısını da hacı Adil amca almış.
Hacı Adil amca kalp hastası idi. Öldüğünde
hemen defnedilmemesini de vasiyet etmişti.
Ablamın arkadaşı olan ve o günlerde yaşı 14-15 olan ZEKİYE abla, annesi ölmüş olduğundan hacı Adil amcanın tek varisi idi.
Hacı Adil amca vefat ettiğinde, Zekiye ablanın babası Koyun pazarında kahve işleten Mehmet amca, ilkinde namazı sonrası, hacı Adil amcayı alel acele gömdürmüştü.
Köylerimizin çevresinde Yunanlı askerlere göz açtırmayan Kuvvacı efelerin karargahı, Keltepe eteklerinde bulunan bir alanda ve köyümüze yaklaşık 7-8 km uzaklıktaki Kiraz köyünde imiş.
Yunan askerleri, 3 yıl boyunca, işgal yılları süresince, Batı Anadolu’da olmasına rağmen KARA ve SARI İBRAHİM efelerin karargahları orada olması nedeni ile Kiraz köyüne girememişler.
Yıllar sonra, Kiraz köyü ile köyümün arasında kalan Kulat köyünde bir süre, köyün tek Öğretmeni arkadaşımız BAHRİ bir ameliyat geçirdiğinden ve okul kapanmasın diye, çift öğretmenin bulunduğu köyümün ilkokulundan oraya ben görevlendirilmiştim.
Ve Kulat köyünde 29 Ekim Cumhuriyet bayramını köy meydanında öğrencilerim ile şiirler okuyarak ve köylülerin alkışları ile kutlamış ve genç bir öğretmen olarak büyük bir heyecan yaşamıştım.
Kulat köyüne 3 km uzakta bulunan Kiraz köyünde ilk okul bulunmadığından, Kiraz köyünden hiç gecikmeden derse gelen çalışkan NECATİ adlı, 14-15 yaşlarında 3. sınıf bir öğrencim olmuştu.
Efelerin köyde oldukları süre içinde, Yunan askerleri köye giremezmiş. Efeler köyden ayrılınca da, Yunan askerleri köye dönüp, halka büyük zulum ettiklerinden, köy halkı efelerin ihtiyaçlarını severek karşılarmış.
Molla Beşir Yunan askerleri tarafından kurşuna dizileceği an, Karadeniz’den gelip, köyde evlilik yapıp yerleşip ve kalaycılık yapan LAZ ARSLAN, Kuzey Karadeniz bölgesinde de konuşulan Rumca ile Yunan askerlerine seslenip, müdahale eder.
Ve Mola Beşir, kurşuna dizilmekten kurtulur.
Molla Beşir’in kardeşi Hüseyin’in içinde bulunduğu ÇETE, o işgal yıllarında Manyas ‘ın Peynirkuyu köyü yakınlarında bir gece Yunan askerlerinin kurduğu bir pusuya düşer ve Hüseyin efe şehit edilir.
Babamın yine o günlere alt hatırlayabildiği anılarından biri de; Yunan askerlerinin, erkeklerin cephede olduklarından tekme atarak ile açtıkları evlerin kapılarından içeri girip, evin kadınına: “…. 2 yumurta bir tavuk, hadi çabuk çabuk ….” diye bağırdıkları, belleğinde kalmış olan bazı izlerdi.
Babam ile Manyas panayırına atlarla gittiğimiz bir yaz günü, Kulat, Paşaköy ve Korucuoluk köylerinden geçerek, Manyas’a yakın Peynirkuyu köyünde gecelemiştik.
Ben o günlerde, 12-13 yaşlarında idim.
Misafir kaldığımız köyün hatırı sayılır beli kırmızı kuşaklı, ak sakallı yaşlı bilge kişisi, ocak başı sohbetinde, köylülerin direnişçi Efe Hüseyin’in naşını ertesi gün, vurulduğu yerden alıp, cenaze namazını kılıp, Peynirkuyu köy mezarlığına gömdüklerini anlatmıştı.
Bu konu beni o kadar çok derinden etkilemişti ki, ocak başı sohbetinde, ev sahibi yaşlı bilge adama sayısız sorular sordum.
Bugün adını hatırlayamadığım o muhterem ev sahibi yaşlı amca, dün geceki sohbette, Hüseyin efenin nerede vurulduğundan da bahsetmişti.
Sabırsızlıkla beklediğim sabah olunca, köyümün ve yörenin Yunan işgaline karşı direnmiş o yiğit adam HÜSEYİN Efe’nin vurulduğu yeri görmek istediğimi söyledim.
Atlara binip, ters istikamete doğru, köye 1,5-2 km uzaklıkta, ağaçsız, çayırımsı tümsek bir alanın üzerindeki, bir höyükte durduk. Hüseyin efenin orada şehit edilmiş olduğunu öğrendim.
Dönelim Koca Pınar’a; suyu gürül gürül aktığı yılların yaz aylarında, insanlar tarla ve harman yerlerinde iken, köyün küçük erkek çocukları, çocukların sura girecekleri bir su birikintisi, dere de olmadığından, yaz sıcağın etkisinden soyunup, su ahırlarına, çömelip dalıp, hem serinler ve hem de yıkanırlardı.
Bunları gören köy korucusu (kır bekçisi), Acem KAZIM amca, su kenarlarında yetişen uzun ısırgan otları ile, çocukların çıplak bacaklarına yapıştırırdı.
Ben de bu ısırgan otların açısını tatmış biri idim.
Köyün orta yaş üzerindeki erkeklerin çoğunun Koca Pınar ile böyle bir ısırgan otlu anısı vardır, tıpkı benim gibi.
Remzi UYSAL
Lübeck, 06.3.2022