Getting your Trinity Audio player ready... |
Aslen Muş-Varto kökenli Roni Aydın Dere, 1961 Tarsus doğumlu. Gazeteci-yazar ve ressam.
1990’lardan bu yana Yeni Ülke, Özgür Gündem gibi farklı gazetelerde ve İsviçre yayın organlarında yazıları çıktı. Çok sayıda sanat ve edebiyat dergisinde değişik makaleler yazdı.
Hüseyin Çelebi şiir yarışmasında iki yıl üst üste şiir ve deneme dalında ödül aldı. Bunları Diyarbakır Eğitim-Sen tarafından verilen edebiyat ödülü izledi.
İsviçre’nin Cenevre Belediyesinde edebiyat etkinlikleri organizatörü olarak çalışan Dere, 9 resim sergisi açtı; TV programları yapıp yayımladı. “Ağlayan Toprak” ve “Kırık Sesler” isimli deneme kitapları bulunuyor.
Roni Aydın Dere şimdilerde, daha çok Kürt kültürü ile diplomasisi üzerinde çalışıyor. Vatandaşı olduğu İsviçre’de yaşıyor.
Kendisi HEZKURD Kürt Dili Hareketi’nin kurucularından biridir ve ayrıca Kürd PEN (Kürt Yazarlar Kuruluşu) temsilcisidir.
Hükümet Dışı Örgütler (NGO) adına ve bağımsız gazeteci-yazar sıfatıyla Birleşmiş Milletler teşkilatının düzenlediği Ortadoğu’daki siyasal sorunlar ve insan hakları gibi meselelerde toplantılarda konuşmalar yapıyor.
Anadili Kürtçeye ek olarak Fransızca ve Türkçe biliyor.
Eylül 2021’de yayımlanan “Birleşmiş Milletler ve Kürdler” kitabının tanıtımı hususunda yazarla bazı röportajlar yapıldı. Biz, daha farklı bir açıdan yaklaştık ve çalışmanın muhtevası ve maksadı üzerine konuştuk.
Sizlere de aktarıyoruz:
– “Birleşmiş Milletler ve Kürdler” isimli kitabınızı yazmaktaki amacınız nedir?
Cenevre gibi uluslararası diplomasinin yoğunluklu olduğu, yabancı diplomatik misyonların, uluslararası kurumların, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Kızıl Haç’ın da merkezlerinin bulunduğu bu kentte (Cenevre’de) yıllarca gazetecilik yaptım. Bu vesileyle Birleşmiş Milletlere bir gazeteci olarak gittim.
Bu kurumdan haber ve yorumlar yazarken zamanla birtakım ONG’lar (NGO-Hükümet Dışı Kuruluşlar) tarafından çeşitli komisyonlara konuşmacı olarak davet edildim. Bu arada Birleşmiş Milletlerin önemini, fonksiyonunu anlamaya, anlamlandırmaya, partilerin ve halkımızın dikkatine sunmaya çalıştım.
Bu kurumda nüfusu birkaç yüz bin olan devletler bile dünya sorunları hakkında söz sahibi iken, kendilerini uluslararası düzeyde temsil edip savunuyorken, nüfusu yaklaşık 50 milyona yaklaşan Kürtlerin bu alanda hiç olmayışları, büyük katliamlar yaşamaları, devlet olamayışları, Bakur’da inkâr edilişleri, “anadilde eğitim haklarının” olmayışı, bu dünya kurumunda dahi temsil edilememelerinin acı gerçeği beni bu kitabı yazmaya itti.
Diğer yandan Ortadoğu’da barış, huzur ve demokrasi kültürünün gelişmesinin dört parçaya bölünmüş Kürtlerin statü sahibi olmasından geçtiğine ve bunun Ortadoğu için bir Rönesans olacağına kuvvetle inanıyorum.
– Kitabınız gerek çeşitli Kürt kesimleri gerekse Türkiye’de konuyla ilgilenen çevreler tarafından tartışılıyor. Kimileri, bu çalışmanın bir boşluğu doldurduğunu söyleyerek beğenilerini dile getiriyor; kimileri ise, uluslararası ilişkilerin yeterince kavranamadığı yönünde eleştiriler yöneltiyorlar! Siz ne dersiniz?
Bir eserin tartışılıyor olması kuşkusuz önemlidir, bu kadarını bekliyordum fakat şimdiye kadar aldığım tepkiler gayet olumlu. Birtakım eleştirilerin olması da gayet doğal; çünkü bu devasa konuyu bir kitaba yeterince sığdırmak zaten mümkün değil.
“Uluslararası ilişkilerin yeterince kavranmadığı” hususu da doğrudur. Zira ben uluslararası hukuk uzmanı değilim, bir yazar-gazeteci olarak özellikle Kürtler için çok önemli olan “Yerli Halkların Hakkı 46. Madde”yi ilk kez Kürtçeye çevirerek özellikle İran ve Türkiye Kürtlerinin bundan yararlanmasını istedim.
Yerli halklar maddesi sanıldığı gibi salt Kızılderilileri ya da Latin Amerika’daki yerli halkları kapsamıyor. Bu maddelerde ve prensiplerde herhangi bir bölgeyi özel olarak işaret eden bir ibare olmadığı gibi Birleşmiş Milletler Hukuku zaten küreseldir ve üye tüm devletler tarafından kabul görmüştür.
– Uluslararası ilişkiler ve diplomasi nedir?
Diplomasi, uluslararası konjonktürde mevcut devletlerarası ilişkiler toplamıdır. Deniz, okyanus, hava ve karadan sınırların belirlenmesinde rol oynayan uluslararası hukuk, kültür, ekoloji, ticaret, eğitim, askeri, güvenlik gibi dış ilişkiler bütünüdür.
Kuşkusuz diplomasi tarihi antik dönem ile yeni dönem diplomasisi olarak ikiye ayrılsa da insanlık tarihi boyunca sistemleşen toplumlar arasında daimi bir zorunluluktu. Sümerlerde, Medlerde, Mısırlılarda, Greklerde, Romalılarda, Hititlerde diplomasi çok önemsenmiştir.
Yeni dönem diplomasisi ise Fransız Devrimi ile başlar. Küreselleşme çağında diplomasi türleri daha da artmış ve giderek önem kazanmıştır.
Devletlerarası ilişkilerde diplomasinin yetersiz kaldığı yerde kanlı savaşların baş gösterdiğini görüyoruz. Birleşmiş Milletler’in kuruluşundan sonra BM ve onu çevreleyen kurumlarla diplomasi disiplini uluslararası hukuk disiplini dâhilinde çok daha etkili olmuştur.
Özellikle karadan, denizden ve havadan sınırlar, dünya barışı, savaş kuralları, uluslararası ticaret BM üzerinden yürütülür.
Bilhassa Kürtler gibi statü sorunu yaşayan halklar için siyaset biliminin çok önemli bir ayağı olan diplomasi gün geçtikçe daha çok önem kazanıyor. Diplomaside müttefikler boyutu pek önem arz ediyor.
Örneğin iki kutuplu dünya döneminde ABD ve Sovyetler Birliği bloğunun tarafı ya da müttefiki devletleri vardı, bir de her birisinin askeri gücü söz konusuydu. SSCB çökünce bloktaki devletlerin çoğu diplomatik desteklerle bağımsızlıklarına kavuştular.
ABD bloğu gittikçe güçlendi. Mesela NATO, Kuzey Amerika ve Avrupa’dan 30 üye ülkeden oluşan uluslararası geniş bir ittifaktır. Aynı zamanda askeri bir teşkilattır. Tüm NATO üyelerinin toplam askerî harcaması, dünyadaki savunma harcamalarının 70’inden fazlasına sahiptir. Orantılı olarak siyasetteki ağırlığı da tartışılmaz. Deyim yerindeyse ABD’nin dediği artık geçerli.
Saddam diktatörlüğünü yıktılar ve kendisini de astılar. Sonra da Balkanlara müdahale yoluyla Sırbistan’da zulüm gören halklardan yedi ayrı devlet çıkardılar. Fakat bu süreçte bahsedilen halklar ABD ve AB’yi müttefik kabul etmeselerdi, sonuçların aynı olacağı düşünülemezdi. Bu yedi halkın liderlerinin de diplomasiye çok önem verdiklerini gördük.
Devletler, Birleşmiş Milletlerin dışında diplomasi faaliyetlerini büyük yatırımlarla elçilik, konsolosluk, ataşelik gibi kurumlar vasıtasıyla sürdürürler. Fakat bir de her ülkenin diasporası aracılığıyla lobi çalışmaları var.
Ayrıca gizli ve açık diplomasi yöntemleri vardır ki sonuca ulaşmamış bir müzakerenin içeriği asla açıklanmaz. Kimi hususlarda ise iki halk ya da statüsüz bir halk ile bir devlet arasındaki müzakerelerde hakemlik yapan birtakım güçlü devletlerin garantör olması da esas alınır.
– Kitabınızın başlığından da anlaşılacağı üzere, diplomasi ve Kürtlerin uluslararası camiada tanınıp kabul edilmesinde Birleşmiş Milletler teşkilatının rolüne ağırlık veriyorsunuz. Neden?
Lozan Antlaşması ile başlayan süreçte Kürtlerin diplomaside neredeyse yok denilecek kadar zayıf olduklarını görüyoruz. Bunun birçok sebebi var. Özellikle devlet olamayışlarından kaynaklanan tecrübesizlik söz konusu.
Bir de 1920’lerde uluslaşma sürecinin çok güçlü olduğu bir dönemde Kürtlerin uluslaşamamış olmaları. Her ikisi de temel faktör sayılabilir. Devlet olsan zaten belli bir diplomasi tecrübesine sahip olursun.
Uluslararası sınır antlaşmalarında mutlaka seni kollayan birtakım müttefik devletlerin olmalıdır. Statü sahibi olmak için uluslaşmak çok önemlidir. Çünkü uluslaşan bir halkta devlet bilinci oluşabilir. Ayrıca uluslaşmadan bir statü sahibi ya da devlet olunmaz.
Günümüz modern diplomasisinde Kürtler gibi devlet sahibi olmayan halklar için Birleşmiş Milletlerde faaliyet, uluslararası düzeyde lobicilik ve diplomasi olmazsa olmazlardandır. Çünkü devlet sahibi olmak bir halkın topraklarının tapusunun sahibi olması demektir. Bunun yegâne merkezi Birleşmiş Milletler teşkilatıdır.
Tapu sahibi olmayan toprak sahibi olamaz. Topraklarına sahip olamayan Kürtlerin bugün yaşadıklarını yaşamak demek şu manaya gelir: Gelen vursun, giden vursun!
Burada iki ayrı formül var. Biri Self-Determination yani Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını kapsayan 72. Madde, bağımsız devlet olma hakkını kapsıyor. Diğer önemli bir madde ise 46. maddedir. Bu Yerli Halkların Hakkını içeriyor. (Les droi des peuples indigenes) Türkiye Kürdleri için 46. madde çok önemli. Çünkü bir devlet sınırları içinde yerli bir halkın kendi adına parti kurma, anadilde eğitim ve kurumsallaşma hakkını öngörüyor.
Maalesef Kürtler bu konuda hiçbir şey yapmadılar. Bu maddeye uygunluk mutlaka mağdur halkın kendi adına hareket etmesini gerektiriyor. Örneğin siz bir bankaya giderseniz kendi kimliğinizle hesap açmalısınız.
Kimlik yoksa, kendi adınıza hesap açamazsınız. Kimliksiz biriyseniz mahkemede şahit olarak kabul edilmezsiniz. Kimliksizken bir uçak bileti bile alamazsınız. Bu durum, BM hukukunda bir halk için de geçerlidir.
Birleşmiş Milletler ideolojileri, felsefeleri, partileri kabul etmez; ulusları kimlikleriyle kabul eder. BM ulusların birliğidir. Bundan ötürü o ulusun mutlaka kendi özgün sosyolojik varlığıyla kendisini tanıtması ve kabul ettirmesi, bunun için de ulusça hareket etmesi gerek.
– Birleşmiş Milletler örgütü bilindiği gibi süper, büyük, orta ölçekli ve küçük devletlerden oluşmakta. BM’nin benimsediği kanun ve kurallar, teamüller ve kararlar bağlayıcı değildir. Genelde yaptırımı olmayan kararlardır bunlar. ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın ise Güvenlik Kurulu’nda veto hakkı vardır. Aralarındaki çıkar çatışmaları, alınan kararlara “evet” yahut “hayır” demelerine yol açıyor. Bu durumda BM’ye nereye kadar güvenilebilir?
BM yasaları olaya ve olguya göre bağlayıcıdır ya da bağlayıcı değildir. Örneğin Birleşmiş Milletlerde AB ülkeleri ve ABD’nin desteği ile kararlaştırılmış Kosova, Hırvatistan ya da Bosna sınırlarından Sırbistan çekilmek zorunda kaldı; aksi takdirde NATO’nun müdahalesine maruz kalacaktı.
Bu da BM’den çoğunluğun desteğini sağlayacak bir kararıyla olabiliyor. Tamillerin ezilmesine ise göz yumuldu, çünkü Tamilleri destekleyen hiçbir devlet yoktu.
Tamil Kaplanları’nın lider tapınmacılığı, diplomasiden yoksunlukları, yanı başındaki Çin ile Hindistan’ın Sri-Lanka’yı desteklemesi yenilginin ve uluslararası destek göremeyişlerinin başlıca nedenlerindendi. Fakat Tamiller yenilgi sonrası sivil inisiyatiflerle anadilde eğitim hakkını elde ettiler. Bu sıralarda kendi adlarına merkezi parlamentoya vekil seçilebiliyorlar. Yerel yönetim hakkı için de önemli bir ilerleme kaydettiler.
Diğer yandan bir devlet içinde bir halka yönelik kitle katliamları yaşandığında BM’de çıkarılacak karar ile Birleşmiş Milletler Barış Gücü alana gidebiliyor. Bu durumda katliamcı devlet durdurulur ve olguya dair BM’de müzakereler sürdürülür. Fakat burada da soğuk savaş sonrası ABD ve AB’nin tavırları ve kararları etkindir. Bu anlamda mağdur halkların kurtuluşu için ideolojik davranmadan güçlü müttefikler edinmek çok önemlidir.
İdeolojik tutumun ulusal hakların önünde tutulması ulusal hakları gölgeleyen bir faktördür. İdeolojik tutum soğuk savaş sürecinde geçerliydi. Örneğin siz anarşizmi benimser, “Böyle bir devlet kuracağız” derseniz, sizi destekleyecek çok güçlü anarşist devletlerin olması gerek.
Aksi durumda marjinal ve desteksiz kalırsınız. Ya da bir halk adına alan kurtardınız fakat “Devlet istemiyorum!” derseniz, dünyayı yöneten ya da demokratik güçlere müttefik olmada güven veremezsiniz.
– BM’nin 1945 yılından bu yana geçen kuruluş sürecine bakıldığında, bu teşkilatın mevcut güç dengelerine, devletlerin stratejik oyunlarına göre hareket ettiği, baskın olan devletin yahut devletlerin çıkarları doğrultusunda kararlar aldığı ortadadır. Bazen orta yolu bulan kararlar, bazen de küçük devletlerin veya devletsiz halkların aleyhine olabilmektedir. Mesela uzun yıllar Fransa, BM’de Cezayir’in tanınmasına karşı çıkmıştı. Filistin Kurtuluş Örgütü ise Bağlantısız ülkeler, Arap dünyası ve Sosyalist devletlerin desteğiyle 1974’te BM’ye “Gözlemci” sıfatıyla girebildi. FKÖ lideri Yaser Arafat orada bir konuşma yaptı. Ancak bu gelişme sonradan durduruldu; İsrail ve ABD işbirliğiyle FKÖ’nün işlevi asgari düzeye indirildi. Filistin devleti de kurulamadı şimdiye kadar. Bunlara bakarak Kürtler ve BM ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Kuşkusuz BM henüz bağımsız kararlar alma yetisine ulaşamadı, uluslararası hukuk uzmanları da bu konu üzerinde çok durmaktadır. Ancak, dünya tarihi açısından oldukça genç bir kurum sayılan Birleşmiş Milletler her gün biraz daha bağımsız olma yolundadır ve olmak zorundadır.
BM’de etkin güçler için ilhak edilmiş bir halk veya bir devlet olarak stratejik öneme sahip olmak ve karar verici ülkelerin müttefiki olmak gibi kriterler, BM’de kabul görülmenizi ya da NATO şemsiyesi altına girmenizi sağlıyor.
Bunun dünyada çokça örneği var. Güney Kürdistan ve Rojava, tam olmasa da kısmen bu biçimde korunuyorlar. Bu parçaların müttefik olup olamayacakları gözleniyor. Kürtlerin uluslaşıp bölgede bir dayanak olup olamayacakları üzerinden hesap yapılıyor.
Hiçbir güç, omurgasız bir yapıyı ya da kendi aleyhine olabilecek bir teritoryale (topraklara, bölgeye) veya siyasi güce yatırım yapmaz. Bu anlamda bir bilgenin aklımda kalan şu sözleri var:
Elinizdeki ipi salıncak yapıp eğlenebilirsiniz, o iple kendinizi de asabilirsiniz; ip sizin elinizdedir.
– Bağlı olarak 193 üyesi bulunan Birleşmiş Milletler teşkilatını göz önüne alırsak, Kürtlerin diplomasi anlayışlarını nasıl yorumlarsınız?
Dört parçalı oluşları, her parçanın parti ve örgütlerinin bile ulusal birlik içinde olamayışları ciddi sıkıntılar yaratıyor. İran Kürtlerinin neredeyse hiçbir diplomasi çalışması yok. Birtakım sivil toplum örgütleriyle İran rejimini kınama çalışmalarını aşmıyor.
Türkiye Kürtleri de maalesef benzer bir durum arz ediyor, hatta Türkiye’nin AİHM kararlarını imzalamasından kaynaklanan, iç hukukun tükenmesi durumunda AİHM’ne başvuru hakkının dahi doğru dürüst değerlendirilmediğini Roboski ve benzeri davalardan anlıyoruz.
İnsanlık miraslarından Hasankeyf’in sular altında kalmasını dahi uluslararası platformlara taşıyamadılar, UNESCO’ya bile başvuramadılar.
Ayrıca BM’nin 46. Maddesi doğrultusunda çok ciddi bir diplomasi gerçekleşebilirdi. Burada sorun Türkiye’nin içişleri sorunu değildir. Bir halkın demografik olarak bir arada yaşadığı, kadim bir dil ve kültüre sahip olduğu gerçeği var.
Daha önemlisi de yerli halk olmaktan kaynaklanan kendi adına belediyeleri alıp yönetme, siyasi partilerini kurma ve anadilde eğitim türünden öngörülmüş haklarını kullanmak önemlidir. Durup dururken ya da bir mektup yazıp göndermekle sağlanacak haklar değil bunlar.
Çok ciddi bir diplomasi disiplini ve faaliyeti sonucunda ONG (NGO) kurarak Birleşmiş Milletlere girmek suretiyle birtakım devletlerin desteğiyle meseleyi BM genel kuruluna taşıyıp ve tartıştırmak şarttır. Bu ve benzeri ön hazırlıklar sonrasında başvuru yoluyla gerçekleşebilecek durumlar vardır.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY), yeterli olmasa da diğer parçalara göre en başarılı diplomasiyi yürütüyor; bir statü sahibidir, yabancı konsoloslukları barındırıyor, uluslararası ticaret yapıyor, başka devletlerle resmi görüşmeler gerçekleştiriyor.
Ancak Irak Federasyonu’na dâhil olmasından ötürü örneğin elçilik ve konsolosluk açamıyor. Sadece mevcut Irak elçilik ve konsoloslukları bünyesinde kendi adlarına diplomat atayabiliyor. IKBY, bu koşullarda Irak Federasyonu adına diplomasi yapmak zorundadır.
BM’ye giriş hakkını elde ettiği bir NGO’ya sahiptir. Gelgelelim Federasyon olmasından kaynaklanan bazı çekincelerinden ötürü henüz çok aktif değildir.
Rojava’da durum biraz daha farklı. Henüz bir statü sahibi olmadıkları için uluslararası ticaret yapamıyor ve dış ülkelerle bilinen anlamda diplomatik bir ilişki içinde değiller. ABD koruması altındadırlar. ABD’nin Rojava’daki varlığı uluslararası hukuka göre IŞİD’e karşı mücadeleyi kapsıyor.
Oysa tehdit altındaki bir halkı koruma kapsamında olsaydı, diplomasi dünyasında çok daha büyük bir anlam ifade ederdi. Bunu yapması için Rojava’nın mutlaka “Kürt” ya da “Kürdistan özerk bölge” anlamında bir isme ve kimliğe sahip olması gerekir.
Dolayısıyla “Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi” ismi biraz sıkıntılı bir isim. Hem dünyada benzeri olmayan çok uzun bir isim, hem de içinde “Kürt” kelimesi geçmeyişi kimlikte bir muğlâklığa neden oluyor.
Dostlara, müttefiklere güven vermek ve çok daha nitelikli bir uluslaşma için Rojava ile G. Kürdistan’ın ticari ve diplomatik ilişkilerinin olması zorunludur.
Diğer bir husus, Rojava’nın Batı’da antipatik karşılanan ideolojik tutumlarının gözden geçirilmesidir. Zira Batı benzer ideolojik yapılara yabancı değil, bizzat bu ideolojileri zamanında yazan, deneyen ve kenara itendir. Çağımız demokrasi ve hukuk devletçiliği çağıdır ve kabul gören de budur. Rojava ve G. Kürdistan’ın farklı halklara, dil kültür ve inançlara anayasal düzeyde hak tanıması da Batı tarzı çoğulcu demokrasi anlayışının sonucudur.
– Kürtlerin BM’de bir şekilde temsil edilmesi gerektiği yönünde bir kanaatiniz ve tespitiniz var. Bunu Wilson Prensiplerine dayanan ve eski sosyalist ülkelerin Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’nı öngören BM’nin 72. Maddesine dayandırıyorsunuz. Gelgelelim BM’de bu yönde alınan kararlar, bir yandan her halkın kendi geleceğini belirleme (anadilini kullanma veya kültürünü yaşatma hakkından bahsetmiyorum) hakkını savunuyor. Diğer yandan azınlıkların yaşadıkları devletlerin milli egemenliği ve toprak bütünlüğünü bölüp parçalayan faaliyetlerine karşı çıkıyor. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” objektif kriterlere değil, tamamen siyasi mülahazalara tâbi bir durum. AGİT belgelerinde de bulunan bu ilkenin karşısında 1815’ten beri yürürlükte olan “ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi var. Kaldı ki, Wilson Prensiplerinin I. Dünya Savaşı’na özgü geçici kurallar bütünü olduğunu biliyoruz. Yani mutlak değil, değişken ve hatta karşıtına dönüşebilen prensiplerdir bunlar. Yorumunuz nedir?
Doğrudur fakat aynı zamanda koşullara göre görecelidir. 1815 yılından beri yeryüzünde sınırlar çok değişti. Dikkat ederseniz I. ve II. Dünya Savaşı sınırların çok değiştiği paylaşım savaşlarıydı. 1945’te BM kuruluşundaki yaklaşık 50 ülkeden günümüzde 193 ülkeye yükseldi; BM’ye üye yaklaşık 30 devlet son 30 yılda ortaya çıktı. Sovyetler Birliği, Yugoslavya parçalandı, Irak değişti, Suriye değişti, Uzak Doğu’da, Afrika’da sınırlar değişti.
Avrupa Birliği bile çok ciddi bir çoğulcu konfedere bir oluşumdur. Çünkü merkezi parlamentosu, merkezi hukuku ve güvenlik teşkilatı var. Demek ki devletleşememek bir kader değil. Diğer yandan birçok federasyon dağıldı; yeni federe devletler oluştu ve oluşacak.
Zaten insanlık tarihi boyunca sınırlar sürekli değişti ve değişecek. Bu konjonktürde Türkiye’de Kürtlerin legal alanda anadilde eğitim hakkı ve kimliksel varoluş alanında bir statü sahibi olmayı esas almaları hem ulusal hem de uluslararası düzeyde bu devasa sorunların çözümünde kolaylık sağlar hem de barışın önünü açar.
– “Birleşmiş Milletlerin Yerli Halkların Hakkı (Les droits des peuples indigenes) 46. Maddeye uygun hareket etmeleri gerekiyor” diyorsunuz. Ancak bu terimin kabul gördüğü devirde söz konusu yerli halklardan kasıt Eskimo, Kızılderili ve Aborjin gibi topluluklardı. 21’inci yüzyılda bu deyimi, yaklaşık 40 milyon nüfuslu Kürt halkı için kullanmanın mantığı nedir?
Birleşmiş Milletlerin kapısı hiç kimseye ve hiçbir halka kapalı değildir. Her toplumun kendisini ifade edebileceği; hakkını, hukukunu arayabileceği, lobi yapabileceği, müttefik devletler bulabileceği bir kurumdur. Varlığını kanıtlamak ve kabul ettirmek şartıyla, buna uygun bir kurumsallaşmaya gidersiniz. Böylece profesyonel elemanlarınızla bu kurumda yer almanız da mümkündür
Kuracağınız ONG; BM’ye müracaat eder, ilk etapta insan hakları komisyonları düzeyinde faaliyetlere ve oturumlara katılır, alan çalışması yaparsınız. Yerelde olup bitenleri Birleşmiş Milletlere rapor eder, konuşmalar yapar, en önemlisi yeri ve zamanı geldiğinde o halkın yerli halk olmaktan kaynaklanan ulusal talepleri için Birleşmiş Milletlere başvuru hakkını kullanırsınız.
Elbette burada yapılması gereken çok ciddi bir diplomasi disiplini içinde müttefik olabilecek devletlerin desteğini oluşturmak, başvuruyu onlarla birlikte hazırlamak ve başvuru sürecinde aynı desteği alabilmek gibi bir dizi faaliyet ve izlek var.
– Farklı Kürt parti, örgüt, hareket ve oluşumlarının varlığı inkâr edilemez. Buna karşılık ortak bir Kürt diplomasisinden söz edilebilir mi? Yoksa her hareketin kendine has bir diplomasi anlayışı mı var? Bu anlamda fraksiyonel veya hizbî (tek örgüte ait, hizipçi) bir diplomasi daha ağırlıklı denilebilir mi?
Söylediğiniz parçalar ve partiler arası parçalanmışlık bir gerçek. Tüm bu uğursuzluğa rağmen ortak bir diplomasi mümkün fakat bunun için tüm parça ve partilerin kabul edebileceği bir kuruma ihtiyaç var. Geçmişi ve kariyeriyle güvenilir ruspî, porspi (iki Kürtçe deyimin Türkçesi şudur: Aksakallı, akil adam-F.B.) bilim insanları ve aydınlardan oluşan bir ulusal komisyon kurulur.
Hem parçalar ve partiler arası diyalog sağlar hem de bir diplomasi komisyonu kurarak ulusal çıkarlara ilaveten bölge barışı için diyalog ve diplomasi yapar. Yerine göre gizli, yerine göre açık diplomasi yoluyla çok ciddi çalışmalar yürütür.
Ulusal Komisyon -ya da siz buna Ulusal Konsey deyiniz- aracılığıyla parçalar arası diyalog ve barış sağlanır. Bunun yanı sıra Rojava ve G. Kürdistan özgün koşullarına göre kendi diplomasi kurumlarını oluştururlar. Bu kurumlar ile ulusal komisyon bir diyalog içinde olur.
Bu muhtevada bir oluşumun ismi farklı da olabilir. Önemli olan bu içerikte bir ulusal formülün bulunması ve oluşturulması… Talip olunan değerler ile sahip olunan davanın büyüklüğüne ve önemine göre bir oluşum, buna güç yetirebilen kadrolarla sağlanarak başarıya ulaşabilir.
– Mesela ben, yazıp yayımladığım kitaba “Kürt Diplomasisi” başlığını koyamadım. Zira tek ve ortak bir Kürt diplomasisi yoktu. Bu nedenle “Kürtlerde Diplomasi” başlığıyla yayımladık. Bu tanıma katılır mısınız?
Araştırmalarınız ve yazarlığınız takdire şayandır. Kürtlerin diplomasi tarihini yazmanız şüphesiz geçmişten ders çıkartmak ve bu alanda bir hafıza oluşturmak açısından çok önemlidir; “Kürtlerde Diplomasi” ismi gayet yerindedir.
– Bundan sonraki fikirsel çıkışınız veya bir anlamda halk diplomasisi denilen düzlemdeki girişiminiz ne olabilir?
Doğrusu sanat eğilimli, şiir-deneme yazdım, resim yaptım. Fakat uzun yıllar Cenevre gibi diplomasi trafiğinin çok yoğun olduğu bir kentte gazetecilik yapmamdan ötürü kendimi diplomasi dünyasında buldum. Birleşmiş Milletlere gidip gelmelerim, ONG’ların davetlisi Kürtlerin acılarını içeren konuşmalar yapmam zamanla Birleşmiş Milletler hukukunu incelememi sağladı.
Bilhassa Kürtleri ilgilendiren 46. ve diğer maddeleri inceledim ve Kürtçeye çevirdim. Bir ONG kurduk. Şimdilik birkaç Kürt aydınının bu kurum adına çalışacakları planlandı. Bu çalışmalar bize Kürtlerin uluslararası hukukunu inceleme, takip etme, Kürt halkıyla ve kurumlarla paylaşma olanağını sunuyor.
Bir buçuk yıl önce bir grup arkadaşla anadilde eğitim hakkı için bir sivil inisiyatif olan HEZKURD’u kurduk. Bunun için tarihimizde ilk kez UNESCO’ya başvurduk, destek anlamında olumlu bir yanıt aldık. Anadilde eğitim hakkı için ciddi bir duyarlılık yaratıldı ve bu izlek devam ediyor.
Naçizane, legal ve hukuksal olan bu alanda şimdilik elimizden bu geliyor. Ancak abartılacak çalışmalar değil, çünkü imkânlarımız çok sınırlı. Belki de gelecek nesiller adına, “Cenevre’de ikamet ediyordunuz, bunları neden yazmadınız ya da yapmadınız?” kaygısı ve sorumluluğunu taşıyoruz. Fakat bunu yapması gereken ulusal organlar olmalıdır.
– Röportajınız ve verdiğiniz bilgiler için teşekkürler Roni Aydın Bey. Dile getirip önerdiğiniz yöntemlerin mevcut uluslararası alanda geçerli olan diplomatik (resmi veya halk diplomasisi açısından) teamüllere uygun olup olmadığı; isabetli yahut isabetsiz olduğu hususu bir hayli tartışılacak gibi görünüyor. Biz okuyucu ve ilgilenenlere görüşlerinizi sunmakla yetiniyoruz.
© The Independentturkis