Getting your Trinity Audio player ready... |
ACI ama gerçek…
Ülkemiz adeta karmaşık labirentler dizisinden oluşan ve çıkışı derin bir uçuruma açılan kapkaranlık bir dehlizde sürüne sürüne ilerliyor.
Sadece ekonomi çökmedi.
Sadece mali sistem, borçlarla ve insanlara yaşamı zehir eden, zamlarla ayakta tutulmaya çalışılan kamu bütçesi düzeni çökmedi.
Sadece yoksulluk göz göre göre tırmandırılarak ulusun refahı çökmedi.
Sadece dünyada kendi kendine yeten bir elin parmakları kadar az sayıdaki ülkelerden biri iken, samanı bile dışarıdan alan, fasulyesini, mercimeğini, nohudunu, sarımsağını, soğanını, şekerini Çin’den, Latin Amerika ülkelerinden ve hatta karmakarışık yapı Suriye’den sağlamaya muhtaç duruma düşecek kadar ülke tarımı çökmedi.
Sadece üretim birimleri yağmalarak, talan edilerek yok edilen sanayi ve teknoloji altyapısı, istihdam kaynakları çökmedi…
Sadece dindar ve kindar genç yetiştireceğiz diye dağ tepe imam hatip okullarıyla doldurularak eğitim sistemi kültür yapısı, ulusun kültürel bütünlüğü, inanç düzeni çökmedi.
Sadece çağdaş değerlere, bilime bilimsel düşünceye yabacılaşılmadı.
Sadece partizanlıklarla kamu yönetim düzeni, hukuk adalet, demokrasi çökmedi.
Sadece ülkeye pıtrak gibi yayılıp ulusun sırtına kene gibi yapışan tarikat dergâhları eli ile din, din olmaktan, ahlak, ahlak olmaktan çıkmadı.
Sadece bunlar mı?
Elde avuçta ne varsa ulusun her türlü toprak altı ve toprak üstü zenginliği heba edildi.
Ülkenin yaşam kaynakları Arap sermayesine peşkeş çekildiği gibi emperyalizmin Ortadoğu’da kurduğu terör örgütleri tuzağına, bölgedeki silahlı çatışmalara pek çok vatan evladı kurban verildi.
Eşsiz önderimiz Atatürk neredeyse bir asır öncesinde sanki bu günleri görmüş gibi günümüzde yaşananların tarifini yapıyordu adeta;
“İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.”
En kötüsü de bütün bunların el ele vermesiyle sosyo/kültürel yapı ulus homojenliğinden, kültüründen, çağdaş değerlerden ve akılcılıktan ayrışarak kendi kendisiyle kavgalı kaotik bir yapıya dönüştü.
Eğitimliler, aydınlar, Atatürkçüyüm, laikim, demokratım, çağdaşım diyenler paranoya illetine tutulmuş gibi Fransızların “Ben her şeye karşıyım” anlamında kullandıkları “Je contest tout” deyimini ilke edinmiş gibi birbirlerine saldırıyorlar.
Bilim adamlarının bilimin değişmez kanunlarını, yasa adamlarının evrensel hukukun insan haklarıyla dengelenmiş kurallarını göz ardı ederek birbirleriyle tartışmaları az görülen ve nedretten bir olay değil.
Tıpkı Kur’an’ın değişmez, değiştirilemez hükümlerine saygılı dindarların yobazlarla, irticai faaliyet içinde olanlarla mücadeleyi bir yana bırakıp birbirleri ile dalaşmaları gibi…
Peki, en zor savaş olan cehaletle nasıl baş edeceğiz?
İnsan unsurundan kaynaklanan ekonomik hukuksal, siyasal, kültürel, dinsel ayrışmaları, çöküşleri nasıl önleyeceğiz?
Optimum ve maksimum düzeyde sosyal uzlaşma ile aşacağız.
Fransız devrimine esin kaynağı ola Jean Jacques Rousseau toplum sözleşmesi adlı yapıtında sağlıklı bir sosyal, siyasal düzenin kurulabilmesi için en iyi yöntemin toplumsal sözleşme olduğunu savunur.
O ortama, Atatürk devrimlerinin kalıcılığını, sürekliliğini koruyup daha öteye taşıyacak olan siyasal, toplumsal düzene nasıl ulaşabiliriz?
Yalnız Türk ulusuna değil, bütün insanlığa her şeyin yolunu, yordamını gösteren eşsiz önderimiz Atatürk’ün ilkelerine sımsıkı sarılarak…
Atatürkçü olmak için Atatürk’ü sevmek onun eserlerine saygı duymak yetmez.
Onun gösterdiği yolu izleyerek tıpkı Bursa Nutkunda söylediği gibi dişe diş, göze göz mücadele ederek onun devrimlerini daha ötelere taşımanın kavgasını vermektir Atatürkçülük…
Yani…
“Türk genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır.’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.”
Bunun için her türlü savaşta zafer düşman ne kadar güçlü olursa olsun aklıyla, inancıyla bütün varlığıyla, ulus, vatan sevgisiyle ve insanlık erdeminden ödün vermeden savaşanlarındır.
Tıpkı dehası sayesinde yaşamındaki her savaştan zaferle çıkan Atatürk’ün ulusa aşıladığı inançla yedi düvele karşı kazanılan Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi gibi…
Ulusal kurtuluş savaşı kahramanı İsmet Paşa’nın şu veciz sözlerini de hiç unutmayalım:
“Bir ülkede namuslu insanlar, en az namussuzlar kadar cesur olmazsa, o ülke mutlaka batar.”
Yine aklımızdan çıkarmayalım, hatırlayalım ne demişti eşsiz önderimiz?
“Yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız.
Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.
Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir.
Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.”
İşte bunun için Atatürk ilkeleri temeli üzerine kurulu bir ulusal uzlaşma ve bir konsensüse gereksinim var.
İşte bunun için ana amaç olması gereken toplumun memnuniyetini sağlamak sorumluluğunun bilincine varmış siyasilere, bilin adamlarına, din adamlarına gereksinim var.
…