Getting your Trinity Audio player ready... |
Aysel Yenidoğanay
Yeni yıl, umut demektir.
Yeni yıl, kurulan hayallerin gerçeğe dönüşmesini beklemektir.
Yeni yıl aş, iş, sağlık ve refah demektir.
Yeni yıl, “güzel günler göreceğiz güneşli günler” demektir.
Ve yeni yıl barış ve özgürlük demektir…
Yeni yıla hangi duygularla giriyoruz?
Umuda olan inancımız kırılma noktasında.
Aş, iş ve sağlık sorunları, toplum genelinde iyileşmeyen yaraya dönüşmüş.
Güzel günler görmek umuduyla kurduğumuz hayaller tam yıkılmak üzereyken Zehra Ana ses oldu yüreğimize; sosyal devleti yeniden inşa edebileceğimize inandırdı bizi.
Okuyana, konuşana, eleştirene ve kendinden olmayana düşman olanlara verdiği sosyalizim dersiyle kendimize getirdi bizi.
Ne için yaşıyoruz biz? Neyin beklentisi içindeyiz?
Eskilerin değimiyle, başımızı sokacak bir dam, midemizi ısıtacak bir aş lazım bize.
Çocuklarımızın iyi bir eğitim alması ve devlet güvencesi altında olmaları lazım.
Herkesin eşit işe eşit eşit ücret aldığı, atamaların adil bir şekilde yapıldığı sosyal adalet sistemi lazım.
Kimsenin açlıktan ve soğuktan donarak ölmediği bir ülkeyi yeniden inşaa etmek lazım.
Bu da sosyal devletin yeniden kurulmasıyla gerçekleşebilir. Bunun için de çoğulcu parlamenter sistemin hayata geçmesi gerekiyor.
Bu düzeni değiştirmenin tek yolu Zehra anaların çoğalması ve seslerini yükseltmeleridir.
Son on beş yıldır bu memlekette değişen bir şey yok. Aksine gün be gün daha da geriye gidiyoruz.
2009 yılında yayımlanan bir yazımı paylaşmak istiyorum. O günden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini siz de göreceksiniz.
***
“Son günlerde kusma isteğiyle koşuyorum lavaboya.
Kusmak… kusmak…kusmak…
Kustukça, mide kramplarım azalacağına çoğalıyor. Yaşamın tüm pislikleri mideme akın etmiş. Akıllarınca usumu ele geçirip egemenliklerini sürdürecekler. Buna izin vermemeliyim. Kusuyorum… kusuyorum… kusuyorum…
Televizyon izlemek işkenceye dönüşüyor. Dizilerdeki zengin insanların “ihtişamlı” yaşamlarını izlerken, kendi yoksulluğumuzun “pespaye” liğini kabullendiğimizin farkında bile değiliz. Ekrandan yansıyan görüntüler bilim-kurgu filmlerindeki canavarlara benziyorlar. Bir adım yaklaşacak olsam anında yutuverecekler beni. Düşlediğim yaşam ile dayatılan yaşam arasında sıkışıp kalmışım. Kredi kartları, yüksek faiz ve geçim derdi üçgeninde, ıssız kıyıları döven dalgalara dönüştüm. Bir yanda Güneydoğu gerçeği diğer yanda kap-kaç terörü… Çantayı omzuma astığım andan itibaren sokaktaki herkes potansiyel suçludur benim için. Taciz-tecavüz kaçınılmaz. Zamansız çalan kapı zillerinden korkuyorum. Gece bir başıma sokağa çıkmaya korkuyorum. Korkularım çoğaldıkça kendi içime kapandım. Ve en kötüsü “korkak” damgası yememek için korkularımı dillendirmeye korkuyorum…
Bu korkuları yaşayan bir ben miyim?
Yakın çevremdekilerle konuştuğumda aynı kaygıları taşıdığımızı görüyorum. Ne var ki kimse sesini çıkarmıyor, çıkarmak istemiyor. Neden? İşimden/aşımdan olurum korkusu…
Biz nasıl sindirildik?
Bu korkuları içimizde büyütüp beslemek için mi verdik bunca savaşımı?
Toplum, dini afyon gibi sunan bir iktidarın ellerine teslim etmiş kendini. Bir yanda içi boşaltılmış, marka ve tüketim manyağı bir gençlik; diğer yanda cendereye sıkıştırıldığından habersiz din ve özgürlük arasında gel-gitler yaşayan, gençliği izole edilmiş bir kesim…
Felaket tellallığı yaptığımı düşünüyorsunuz. Tellallığı ben yapmıyorum aslında; felaket gerçekten kapımıza dayanmış ve biz onu içeri davet ediyoruz. Buna engel olacağımız yerde, devekuşu gibi başımızı kuma gömüp görmezlikten geliyoruz.
“Sıkıyorum dişimi ki hafiflesin dünya işleri”* diyor bir şair. Sıka sıka diş kalmadı ki ağızda. Sürekli uyuma isteği, sürekli depresif bir şekilde dolaşma, sürekli kırgın, sürekli kızgın… Her an eşine, çocuğuna, arkadaşına bağırıp çağırma isteği…
Bu ben miyim?
Bu siz misiniz?
Bize “AYDIN” diyorlar. Çoğalacağımız yerde azaldık mı?
“Susma! Sustukça sıra sana gelecek!” sloganını biz yaratmadık mı?
Niçin susuyoruz?
Birbirimizi yaralayıp kırmaktan başka ne yapıyoruz?
“Ha, o mu? Eski bir solcu. Yukarı mahalleye taşınmış şimdi.” Söylemlerini çoğaltarak, birbirimize taş atmaktan başka bir şey yapmıyoruz. “Yaptım” diye geçinenler de kendi “cinsel deneyimler” ini gündeme taşıyıp “popüler kültür” ün hizmetine sunuyorlar. Böylece adları “liste başı” kalıyor.
“Çağına tanıklık eden yazar” kavramına ne oldu? “İran Rejimi” ne doğru koşaradım ilerliyoruz. Ne yazık ki bizler bu adımların önünü kesmek için hiçbir çaba sarfetmiyoruz.
Aydınlar, aydınım diyenler; kişisel çıkar kavgalarımızı bir kenara bırakıp “zibil hayatların mavi perdesi, henüz kapanmadan dene” ** diyen şaire kulak verelim.
Sarılın kalemsilahlarınıza; bir kez daha deneyelim HADİ…”
Yeni yılda beklentilerinizin gerçekleşmesini istiyorsanız, önce kendinizi değiştirip dönüştürmeniz gerekiyor.
En büyük devrimler hareket ile başlar.
Mutlu seneler…
***Dizeler Özgen Seçkin