Getting your Trinity Audio player ready... |
Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)
İstanbul, bin yıllarca dünyanın en güzel kenti olarak herkesin rüyasını süsledi. Âşık olunmuş bir sevgili gibi, adına sayısız şiirler yazıldı, şarkılar bestelendi. Krallar/ imparatorlar, milyonlarca askerin ölümü pahasına ona sahip olmak için savaştılar.
Fetih’ten sonra İstanbul, Osmanlı’nın gözdesi oldu. Tüm yatırımlar İstanbul’a yapılıyordu. Sadrazam ve vezirlerin büyük çoğunluğu Rumeli kökenli devşirmelerden olduğu için Rumeli’ne de bir şeyler yapılıyor, ancak sahipsiz Anadolu’ya bir çivi bile çakılmıyordu. Osmanlı mülkü ikiye ayrılmış gibiydi: İstanbul ve Taşra!..
Zamanla kentin Suriçi denilen tarihi yarımada kısmı Türklerin yaşadığı Müslüman, Pera denilen Galata ve Beyoğlu ise azınlıkların yaşadığı Hıristiyan kenti oldu.
Kapitülasyonlardan sonra ticaret, Levanten denilen Avrupalıların eline geçince Pera ve Suriçi apayrı iki kent gibi oldu. Bunu Lord Kinross şöyle anlatıyor: “Bir Ortaçağ kenti görünümündeki Suriçi pitoresk bir çöküntü içinde çürümeye doğru gidiyordu…. Pera ise yabancıların şehriydi ve imparatorluğun bütün serveti yabancıların elindeydi. Yabancılar sırtlarını kapitülasyonlara dayamış, vergi vermeksizin ve kanunlara uymaksızın yaşıyorlardı. Türklerin yoksun olduğu özgürlüklerden, yabancılar yararlanıyordu…. Galata köprüsünden geçmek, bir dünyadan başka bir dünyaya, bir tarih çağından öbürüne geçmek demekti (Atatürk- Bir milletin yeniden doğuşu, s.32).
Bu durumu düzeltemeyeceklerini anlayan Saray ve çevresi, Süriçi’ni öyle bırakarak varsıl ve renkli Pera tarafına geçmeye karar verdiler. Avrupalı tefecilerden borç alarak, en gösterişli modern Avrupa mimarisi tarzında saraylar, kasırlar, köşkler, yalılar yaptırdılar ve Levantenler gibi lüküs hayat (dolce vita) yaşamaya başladılar. Sayısız cariyeleri olması nedeniyle yaşamları Levantenlerden de renkliydi ve kente yeni bir ad bile verdiler: Dersaadet: Mutluluk Kapısı!..
Tevfik Fikret, söz konusu bu yaşam nedeniyle “Sis” şiirinde “Köhne Bizans” dediği İstanbul’u, “koca büyüleyici bunak” ve “bin kocadan artakalan dul kız” gibi tanımlarla betimler ve fahişeye benzetir. İnsanlarını da eleştirir: “Milyonla barındırdığın insan kılıklılarından, / parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?” der. Ki İstanbul eskiden beri “Bizans entrikaları” deyimi ile ünlüdür.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu lüküs hayatın, işgalci askerlerle birlikte sürdüğü Mütareke İstanbul’unu, aynı adı verdiği romanında, kutsal kitaplarda geçen, halkı sapkın “Sodom ve Gomore”ye benzetir…
***
Atatürk, Mütareke sonrası İstanbul’a döndüğü gün, işgalci ülkelerin savaş gemilerinin arasından geçerken “geldikleri gibi giderler” demişti. İstanbul’da kaldığı 6 ay boyunca bu konuda bir şeyler yapmak için çabaladı. Yetkili, yetkisiz sayısız kişiyle görüştü. Kamuoyu yaratmak için gazete bile çıkardı, yazarlık yaptı. Sonunda Yakup Kadri ve Tevfik Fikret’in gördüğünü o da gördü. Bu kent çürümüş, kokuşmuştu. Burada kalarak bir şey yapılamazdı. O zaman Anadolu’ya gitmeye karar verdi. Anadolu insanını, siperlerde yıllarca birlikte yaşadığı Mehmetçiklerden dolayı iyi tanıyordu; bozulmamış, Türk insanının niteliklerini korumuştu.
Samsun’dan Erzurum’a, Erzurum’dan Ankara’ya, yolu- izi olmayan Anadolu’yu zamanın hurda arabalarıyla, kağnı hızıyla baştan başa geçerken karşılaştığı herkesle konuştu. Onlara durumu anlattı.; “düşman” dedi, “vatan” dedi, “namus” dedi! Ve üstün dehasıyla uyuyan devi uyandırdı, vatanı kurtardı.
Kurtuluş’tan sonra paşasından, aydınına, milletvekilinden bürokratına kadar herkes, “Payitaht İstanbul”a dönüleceğini, Milli Mücadele boyunca yaşadıkları yoksunluklardan kurtulacaklarını, “tek sengi (taş) tüm acem mülküne değer” Dersaadet’e kavuşacaklarını; hatta bazıları ülkenin, ihaneti kanıtlanmış Padişah’a teslim edileceğini düşünüyordu!..
İlginç olan, Pera’daki ayrıcalıklı yaşamlarını kaybetmek istemeyen emperyalist Batılı ülkeler de böyle düşünüyordu. Ankara’yı başkent kabul etmediler ve elçiliklerini İstanbul’dan taşımadılar…
O ise kararını çoktan vermişti: yüzyıllardır hiçbir şey verilmemiş, buna karşılık genç oğulları dahil, her şeyi elinden alınmış Anadolu halkını, artık kaderiyle baş başa bırakmayacaktı. Onlar ki Milli Mücadele için ellerinde, avuçlarında olan her şeyi verdikleri gibi kadını ve erkeği ile canlarını da vermekten kaçınmamışlardı. Bu nedenle onların yanında kalacak ve Anadolu’nun ortasındaki Ankara’yı da başkent yapacaktı…
Bu amaçla Ankara, daha doğrusu Anadolu karşıtı iç ve dış cepheye karşı direnme kararı aldı. Taşrada da yaşanabileceğini göstermesi gerekiyordu. Zafer’den hemen sonra başlayan, İstanbul halkının ve kent yönetiminin ısrarlı davetlerine karşın, 1919’da ayrıldığı İstanbul’a 1927’ye kadar gitmedi. Oysa sürekli Anadolu’yu dolaşıyor, halkla kucaklaşıyordu. Öyle ki Karadeniz’den Ege’ye gemiyle giderken kaçınılmaz olarak Boğaz’dan geçiyor, kıyıda toplanan halkın coşkun sevgi gösterisine karşın, kamarasından çıkmıyor ve İstanbul’u seyretmiyordu bile…
Amacı, İstanbul’un değil, Anadolu’nun taşını toprağını altın yapmaktı. Anadolu kadınına, ekmek parası kazanmak için İstanbul’a gitmiş olan yavuklusunu beklerken “yârim İstanbul’u mesken mi tuttun./ Gördün güzelleri bizi unuttun!..” diye artık ağıt yaktırmayacaktı. Binlerce yıldır bereketli topraklarıyla insanları beslemiş, onlarca uygarlık doğurmuş Anadolu’yu yeniden canlandıracak, insanlar ekmek parası için gurbete gitmek zorunda kalmayacaktı…
Anadolu’nun susuz/ çorak topraklarında tarım yapabilmek için araştırmalar yaptırdı. Kendisi örnek çiftlikler kurdu.
Sanayiyi de Anadolu’ya kuracak ve tüm yurtta dengeli bir kalkınma sağlamaya çalışacaktı. Sümerbank’ın bir fabrikasını Ege’de Nazilli’ye kurarken, bir diğerini Doğu’da Malatya’ya kurdu. Nüfus dağılımının da dengeli olması için fabrikaları büyük illerde değil, ilçelerde, hatta köylerde kurdu. Şeker fabrikalarından birini Trakya’da Alpullu köyüne, bir diğerine Tokat’ın Turhal köyüne, demir-çelik gibi ağır sanayi fabrikasını, 10 haneli bir köy olan Karabük’e kurdu. Sonuçta yoktan yalnız bir başkent değil, yoktan bir ülke yarattı.
***
Ne yazık ki Atatürk’ten sonra devleti yönetenler O’nun yolundan ve uygulamalarından ayrıldılar…
Menderes, teslim olduğu ABD’nin isteği doğrultusunda “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası” çıkardı. Yabancı dedikleri, Lozan’da Kapitülasyonlar kaldırılınca Türkiye’yi terk eden Levantenlerin ardıllarıydı. Bunlar da öncülleri gibi, Pera’da yaşamak ve dolayısıyla yatırımlarını İstanbul’a yapmak istiyorlardı. Ayrıca ulaşım olanakları bakımından, yatırımları İstanbul’a yapmak daha karlıydı.
Menderes, bunların isteği doğrultusunda, eski limanları büyütüp yeni limanlar yaptı. Amerikan otomotiv ve petrol şirketlerinin çıkarı için, kentin tarihsel dokusunu yok etmek pahasına, aralarında cami, mescit, türbe, çeşme, hamam gibi birçok tarihi eserin de bulunduğu binlerce yapıyı yıkarak geniş bulvarlar/ yollar açtırdı. Yıkımlar yapılırken, belediyenin imar müdürü, hatta şantiye şefi gibi, her sabah iş makinelerinin başında duruyordu.
Daha sonra gelenler de Menderes’in politikasını sürdürdüler.
Atatürk’ün yaratmaya çalıştığı milli özel girişimci, yabancılara verilen ayrıcalıklar karşısında, milli değil komprador olmayı yeğleyerek yabancıların acentesi olmayı kabul etti. Koç Ankara’dan, Sabancı Adana’dan ve diğerleri Kayseri’den vs. İstanbul’a taşındılar. Ülke, Osmanlı döneminde olduğu gibi gene ikiye ayrıldı: İstanbul ve taşra.
Tüccar, sanayici ya da serbest meslek sahibi taşralı lümpenler, İstanbullu olmanın ayrıca kültürel sınıf atlama sağlayacağını sandı ve bitleri biraz kanlanınca işyerini İstanbul’a taşıdı. Yoksullar da bir lokma ekmek bulmak umuduyla, yorganını sırtlayıp geldi. Kent, koruları ve ormanları ile tüm yeşil alanları yok ederek, gittikçe hem yayıldı hem de dikine büyüdü.
İstanbul’da yatırım yapacak yer kalmayınca sanayi doğuya ve batıya doğru genişlemeye başladı. Doğuda Sakarya, batıda Tekirdağ’a kadar gitti. Yetmedi, Bursa’ya doğru genişleyerek Marmara Denizi’ni kuşattı.
Sonuçta İstanbul, sağlıksız bir şekilde büyüyerek, daha çok Amerikalılar arasında gördüğümüz, yerinden kımıldayamayan 300 kg’ın üzerindeki obezlere benzediği gibi, evsel ve sanayi atıklarının döküldüğü Marmara Denizi de öldü.
***
Şimdilerde Marmara Denizi’nin üstüne çıkan pisliğe “deniz salyası” diyorlar. Salya fizyolojik bir salgıdır. Oysa bu fizyolojik değil, patolojik bir salgı…
Ölümden hemen sonra tüm kaslarda bir gevşeme meydana gelir ve sfinkter (büzücü kas) kontrolleri ortadan kalkar. Buna bağlı olarak feçes anüsten, mide içeriği de ağız ve burundan dışarı çıkabilir…
İşte Marmara Denizi’nin yüzeyini kaplayan pislik, salya- sümük değil, bunun gibi ölüm pisliğidir…
Ölümden hemen sonra oluşan bu kas gevşemesi geçicidir ve bunu, tüm kasların kasılması sonucu oluşan ölüm sertliği (rigor mortis) izler. Uzmanlar “Marmara’da ölüm sertliğinin başladığını ve bir süre sonra deniz taşıtlarının çalışamayacağını” bildirmektedirler!..