Getting your Trinity Audio player ready... |
Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Sayın Önder AKSAKAL, gerçekleştirdiği basın toplantısında ülke ve dünya gündemini değerlendirdi.
Aksakal açıklamasında;
Değerli Basın mensupları,
Yaklaşık bir buçuk yıldır toplumsal ve bireysel yaşamımızı alt üst eden Covid-19 pandemisinde artık sona doğru gelindiği yönündeki bilgiler sevindiricidir. Zira ekonomi ve eğitim başta olmak üzere iş ve çalışma hayatımızı yeniden dizayn etmek de belirli bir zaman dilimine ihtiyaç gösterecektir.
Türk milleti bunun da üstesinden gelecektir buna yürekten inanıyorum. Öncelikle hızla sürdürülen aşı programı insanlarımız tarafından da desteklenmeli, aşıdan kaçınan ya da direnç gösterenlerin ikna olabilecekleri kapsamda yaklaşımlar sergilenerek toplumsal bağışıklık bir an evvel hayata geçirilmelidir. Aksi taktirde, bu sıkıntıları atlatmış olan milletler nezdinde ikinci sınıf insan olmaktan kurtulamayız.
Sağlıklı yaşamın, sağlıklı çevre ile gerçekleşebileceği konusunda bir görüş ayrılığı olamayacağı kabulüyle, evvel emirde havanın, suyun ve toprağın tertemiz tutulduğu bir sistematiği sürdürülebilir kılmak zorundayız.
Özellikle sanayi tesislerimizin ve ardından da toplumsal yaşam alanlarımızın temizliği hepimizin bireysel sorumluluğundadır. Çok uzun yıllardır konuşulan, anlatılan ancak bir arpa boyu dahi yol alamadığımız çevre konusunda tabiatın isyanıyla yüzleşme zamanı geldiğini görüyoruz.
Marmara denizinden başlayarak diğer deniz yataklarını da tehdit eden müsilajın çevre açısından önemli olduğu kadar denizaltı yaşamını da olumsuz yönde etkilediğini gözden uzak tutmamalıyız.
Başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sorumluluk alanlarında bulunan arıtma tesisleri olmak üzere, Bursa’dan, Kocaeli’den, Tekirdağ’dan, Yalova’dan Marmara denizine ulaşan akarsu yataklarının arıtılmamış atıklardan kurtarılması milli bir sorundur.
Bu konu siyasi atışmaların ya da hesaplaşmaların zemini olmaktan uzak tutulmalıdır. Zira doğa hepimizin sahip çıkmak zorunda olduğumuz ortak yaşam alanımızdır. Gerek iktidar partisini, gerekse meclisteki muhalefet partilerini bu konuda daha hassas, daha duyarlı ve daha sorumlu davranmaya davet ediyorum.
Dış politikada önemli gelişmelerin yaşandığı bir döneme girdiğimiz konusunda, muhatap devletler tarafından yapılan karşılıklı açıklamalar bizleri de memnun etmektedir.
Demokratik Sol Parti’nin bölge merkezli dış politika stratejisinin doğruluğunun ve öneminin bir kez daha ortaya çıktığını ifade etmek isterim.
Şimdi Mısır’la başlayan sıcak temasların zaman geçirmeden Suriye ile de kurgulanması, komşularımızla ve tarihsel köklerimizin olduğu devletlerle iyi ilişkilerin hızla hayata geçirilmesi, Ortadoğu’da bölgesel fantazileri olan küresel emperyalizmin planlarını bir kez daha gözden geçirmelerini zorunlu kılacaktır.
Bu süreçte bir başlangıç olarak, Ermenistan’ın 30 yıllık Karabağ işgalinin 44 gün süren bir savaşla sonlandırılmasında “iki devlet bir millet” duygusuyla hareket eden Türkiye ve Azerbaycan’ın önceki gün Şuşa kentinde imzaladıkları Beyannamenin de ruhuna uygun şekilde davranıp, ilk pratiğini KKTC’nin tanınmasıyla başlamasının etkili ve çarpıcı bir sonuç doğuracağına inanıyorum.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın hafta başında Brüksel’de toplanan NATO ülkeleri devlet ve hükümet başkanları toplantısı sırasında ABD Başkanı Joe Biden ile yaptığı 46 dakika süren baş başa görüşme sonrasında yaptığı basın toplantısında özetle;
“Terörle mücadele başta olmak üzere Türkiye’nin önceliklerini, hassasiyetlerini ve haklı beklentilerini müttefiklerimizin dikkatine sunduk ancak burada üzülerek bir hususun altını çizmek istiyorum, terör meselesinde örgütler arasında ayrım yapan, iyi terörist, kötü terörist sınıflamasına giden çarpık anlayış mevcudiyetini ne yazık ki koruyor. Böyle ikircikli bir tavrın terörü yok edemeyeceği, bilakis terör örgütlerine cesaret vereceği açıktır.” dedi.
Biden ise “Pozitif ve verimli bir toplantı yaptık. Toplantının çoğu baş başaydı” şeklinde çok detaylı (!) bir açıklama yaptı.
Bundan sonrası üzerine söylenecek söz kalmadığı açıktır. “Güvenliğin bütünlüğü önemlidir” kavramının ABD ile sağlanamayacağı ayan-beyan ortada duruyorken “vatan ve millet için” yapılanın ne olduğu izaha muhtaçtır.
Eğer beyaz adamın “iyi terörist / kötü terörist” anlayışından vazgeçmediğini gördüysek, terörle mücadele başta olmak üzere Suriye’deki iç savaştan kaçan sığınmacıların bugüne kadar yarattığı maddi manevi sıkıntıda yalnız bırakıldığımızı düşünüyorsak, hatta Ermeni soykırımı konusunda “hamdolsun böyle bir konu gündeme gelmedi” diyerek “Allah’a şükretmek” zorunda kaldıysak “verimli” olarak payelendirilen görüşmenin maalesef “nafile görüşme” olduğu apaçık ortadadır.
Değerli basın mensupları,
Türk milleti bu değildir! Böyle olmamalıdır!
Geçen hafta yapmış olduğum basın toplantısında, Brüksel’e gitmeden önce Sayın Cumhurbaşkanına; ABD Başkanından eğer;
- Güney sınırımızda oluşturulmaya çalışılan sözde Kürt devleti hayalinden ve çabasından vazgeçmesini isteyemeyecekseniz,
- Himayeleri altında barındırdıkları 15 Temmuz darbe girişiminin elebaşı ve şürekasını teslim alamayacaksanız,
- Kırk senedir bu ülkenin sırtına bir kene gibi yapışmış PKK terör örgütünün tasfiye edilmesine katkısını ve iradesini sağlayamayacaksanız,
- Parasını ödediğimiz ve gasp ettikleri F35’lerimizi geri alarak, F35 programından Türkiye’nin çıkarılması kararından vazgeçiremeyecekseniz,
- Kendisinin daha seçilmeden bir yıl önce sarfettiği sözleri için özürden öte hiç olmazsa “amacını aşmış sözlerdi, iç siyasete yönelikti” dedirtemeyecekseniz,
- Son tahlilde bütün bunlar olmazsa Türkiye’deki üsleri kapatma konusunda rest çekemeyecekseniz,
..“Karşılıklı birer Türk kahvesi içip geri dönmenizi şiddetle tavsiye ederim.” demiştim.
Nitekim öyle anlaşılıyor ki, bu konuların hiç birinin münhasıran gündeme getirilemediği, sadece iyi niyet duyguları kapsamında karşılıklı görüş alışverişinde bulunulduğu ve hatta böyle sonuçlandığı için de Allah’a şükredildiği ortaya çıkıyor.
Bunun üzerine şu kadarını söylemek gerekirse, NATO’nun uzun zamandır üyesi olabiliriz. Her şeyin bir ömrü olduğu gibi artık NATO’nun da misyonunu tamamladığı ve dağılması zamanının geldiği gerçeğiyle ilk olarak Türkiye’nin vaziyet alması dünya nezdinde değerli bir karar olacaktır.
Kendilerinin çekilme kararı aldıkları Afganistan’da Hamid Karzai Uluslararası Havalimanı’nın sürekli işleyişini sağlamak amacıyla ortaya konulan geçiş finansmanı için buranın güvenliğini sağlama görevine talip olunması Türk milleti olarak ulusal onurumuzu rencide edecek bir tasarruf niteliğindedir.
Umarım böyle değildir. Aksi takdirde NATO Brüksel Zirve Bildirisinin 19. Maddesinde ifade edilen içeriği itibariyle Havalimanı güvenliğini sağlama karşılığında Türkiye’nin nasıl bir ekonomik öneriye rıza gösterdiği açıklanmak zorundadır.
Bu hususta görüş açıklayan bazı gazeteci, akademisyen ya da iktidar partisi sözcüleri, Afganistan’daki yatırımlar veya iş sahalarının güvenliğini gerekçe olarak ortaya sürseler de o zaman güvenliğimizi sağlayamayan bir ülkede bizim ne işimiz var diye bir soru aklımıza gelecektir.
Elin oğlu, terör saldırılarının yoğun olduğu dönemlerde bizim ülkemize turistik geziye gelecek olan vatandaşlarını bile durduruyordu. Onların bizim ülkemizdeki yatırımlarını kendi askerleri mi koruyor?
Şunu artık iyice kafamıza sokmalıyız ki başta Amerika olmak üzere NATO üyesi sözde müttefik ülkeler Türkiye’yi yeniden “bölgenin jandarması” yapma amacındadır.
Hem burnumuzun dibinde bir sözde Kürt devleti kurmaya çalışacaksın, hem terör örgütlerini eğitip-besleyip üzerimize salacaksın, hem 1915 olayları konusunda sözde “soykırım” tanımlaması yaparak bizi sıkıştırmaya çalışacaksın, ondan sonra da “Afganistan’dan ben çekileceğim sen kal” diyeceksin.
Pişkinliğin ve yüzsüzlüğün bu kadarına da pes!
Artık yeter!
Ya adam gibi müttefiklik ilişkilerinin olmazsa olmaz kurallarına riayet edeceksiniz, ya da PKK / PYD / DEAŞ gibi kendi kurguladığınız çapulcu sürüsüyle yabancısı olmadığınız şekilde karşılıklı kovboyculuk oynamayı sürdüreceksiniz.
Değerli basın mensupları,
Bundan önceki buluşmalarımızda da sizlerle paylaştığımız bir hususu yeniden değerlendirme mecburiyeti olduğundan gündeme getirmek istiyorum.
Bir organize suç örgütü elebaşının Türkiye Cumhuriyeti devletine ayar vermeye kalkışması devleti yönetenler için ayıpların en büyüğü sayılmalıdır.
Öncelikle Türk milletinin bir ferdi olarak, bir insan olarak, bir siyasetçi olarak şahsen benim onurum kırılıyor, çağdaş dünyaya karşı mahcup oluyorum, utanıyorum.
Keşke bu zatın anlattıklarını devlet mekanizmasındaki sorumlu ve yetkili makamları işgal edenler zamanında tespit edebilseler ve gereğini yapabilselerdi.
Ancak ne yazık ki, ortaya dökülen bu pisliklerin içinde yer alanların bunlarla birlikte esasen bunları önlemekle görevli olanlardan müteşekkil bir çete yapılanması olduğunu görmek bu millet için büyük bir hayal kırıklığıdır.
Bakınız; doğal yaşam hiçbir pisliği bünyesinde sonsuza kadar taşımaz. En canlı örneği de önümüzde. Marmara denizi bile artık bünyesinde biriken pislikleri dışarı atıyor. İşte toplumlar da böyledir.
Eğer bir yapıya bu gibi pis ilişkiler sirayet etmiş ve kronik bir hal almışsa geçirilecek her dakika o yapının hızla kokuşmasına ve yıkımına ortam hazırlayacaktır.
Bu konuda görev ve sorumluluk, bugüne kadar olduğu gibi öncelikle yine sayın Cumhurbaşkanına düşmektedir.
Hiç kimse devletimizden ve iktidar gücünden daha önemli değildir!
İkinci olarak görev; öyle veya böyle her türlü kanunsuz işleri gören, duyan, tanık olan ve hatta içinde olan ama daha sonra yaptığının devlete, millete ve insanlığa karşı bir kötülük olduğuna inanan herkesi Cumhuriyet Savcılıklarına ihbarda bulunmaya çağırıyorum.
Eğer bu ülkenin, bu milletin, geleceğimiz olan çocuklarımızın onurlu bir yaşam sürmelerini istiyorsanız suç ortağı bile olsanız gidin Cumhuriyet Savcılıklarına müracaat edin, gerçek anlamda temiz eller operasyonunu başlatın!
Artık yasalarımıza göre itirafçı olanlar cezai müeyyideden kurtulabiliyor, bunu millet yararına kullanmanın tam zamanıdır.
Mademki bugün itibariyle görevli olan Cumhuriyet Savcıları bu sorumluluklarını res’en yerine getirmiyorlar, toplum bu işi bitirmeli, içindeki pisliklerden arınmalıdır!
On bin yıllık tarihsel bir geçmişe sahip asil Türk milleti onlarca Hakan, onlarca Kaan, Padişah, Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından yönetildi.
Her fırsatta öykündüğünüz Padişahların bile, devletin bekası, toplumsal düzenin selâmeti için gerektiğinde kardeşlerinin, gerektiğinde öz evlatlarının dahi canlarını feda ettikleri yerde üç-beş hain, hırsız ve katil takımının koskoca Türkiye Cumhuriyeti devletini esareti altına almasına sessiz kalmak, en az onlar kadar suça ortak olmak anlamını taşır. İyi düşünün!
Öncelikle, İçişleri Bakanı tarafından iddia edilerek ortaya atılan bazı siyaset aktörlerine yönelik organize suç örgütü liderinden gerek maaş alanların, gerekse araçlarının bagajlarına “çantalarla” para konulanların kimler olduğu konusu açıklanmalı ve derhal adalete intikal ettirilmelidir.
Dolayısıyla bu çağrımızın ilk muhatabı da T.B.M.M. Başkanı sayın Mustafa Şentop’dur.
Sayın Şentop’un, İçişleri Bakanı sayın Soylu’yu dünkü kabulünde Organize Suç Örgütü elebaşından ayda 10 bin Dolar maaş alan siyasetçinin kim olduğunu öğrendiğine dair basında yer alan iddialar hakkında kamuoyuna bir açıklama yapma mecburiyeti vardır.
Ve eğer bu iddialar doğru ise gereği konusunda derhal işlem başlatmak zorundadır. Bu arada, “Devletin bekası” türünden mazeretlere sığınılmaması konusunda da Demokratik Sol Parti olarak bir hatırlatma da yapmış olalım.
Yine İçişleri Bakanınca “kasten” yapıldığı iddia edilen “pasaport iptali kararlarının” Ankara Bölge İdare Mahkemesi Başkanı tarafından parasal ilişkilerle kaldırılarak haksız kazanç elde edildiği iddiaları; aynı Hakim’in, davasına baktıkları Togo Kuleleri müteahhidinin doğum günü partisine katılmak suretiyle adalete güveni zedeleyecek görüntü vermesi gibi olayların aktörleri hukuk karşısında aklanıncaya kadar kenara çekilmelidir.
Ve yine, eski İçişleri Bakanı hakkında iddia edilenlerin ortaya çıkarılması için Cumhuriyet Savcıları asli görevlerini yerine getirmeli, bataklığın kurutulması süreci başlatılmalıdır.
Habertürk televizyonunda program yapan, ana haberleri sunan bir gazetecinin kirli ilişkileri ortaya dökülünce bir anda ortadan kaybolması, bu olayın bile Cumhuriyet Savcıları tarafından görmezden gelinmesi manidardır.
Bu olayla ilgili olarak Gazeteciler Cemiyeti’nin soruşturmaya başlaması, adalet sistemindeki sorumluların hissetmesi gereken utancın ve görevi ihmal suçunun nirvanası olduğu tartışmasızdır!
Ortaya saçılan pis ilişkilerin, “terörle mücadele ediyoruz, onun için saldırıyorlar” gibi absürt bir gerekçeyle perdelenmesine gayret etmek boşunadır, terörle mücadelede yer alan hiç kimse gayri meşru ilişkilerini bu mücadelenin şemsiyesi altına saklama hakkına sahip değildir.
Tekraren ifade etmek isterim ki bu sürecin doğru ve gerçek boyutlarıyla ortaya çıkarılması için ilgili yöneticiler hukuk karşısında ve halkın vicdanında aklanıncaya kadar görevlerinden alınmalıdırlar. Evrensel demokrasinin gereği de budur.
Türkiye seçim ortamına her geçen gün biraz daha yaklaşmakta, ekonomide, sağlıkta, eğitimde ve sosyal yaşamda karşılaştığımız önemli gelişmeler, iktidar partisi içinde gündemi meşgul eden ve artık üzeri örtülemez boyutlara varan güç savaşları bu sürecin daha da hızlı gelişeceğine dair önemli ipuçları vermektedir.
Elbette seçimler her zaman siyasetteki tıkanıklığın giderilmesine, toplumda biriken enerjinin boşaltılmasına katkı sağlayan demokratik yöntemlerin başında gelmektedir.
Ancak Seçim ve Siyasi Partiler Yasasında yapılması düşünülen değişikliklerin içeriği, gerek Cumhurbaşkanlığı adaylığı, gerekse partiler arasındaki ittifak yapılanmaları konusunda belirleyici önemde bir etken olacaktır.
19 yıllık iktidar sürecinin yarattığı yıpranmışlık, yorgunluk ve bunun yarattığı güç savaşlarının varlığı, sistemin yüzde 50+1’e sıkıştırılması, ittifaklardaki hakim partileri hedefe giden yolda her şeyi mübah görme ilkesizliğine mecbur bırakacaktır.
Geçtiğimiz günlerde, “eğer Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalırsa HDP’ye üç bakanlık veririz” stratejisini ortaya koyan anlayışın karşısındaki iktidar yapısının altı Bakanlık verme ihtimalinin yadsınmaz bir gerçek olduğu kabul edilmelidir.
Böyle bir manzaranın, ülkemiz için gerçek anlamda bir beka sorunu yaratacağından da kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Demokratik Sol Parti olarak Anayasada tanımlanan kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve ilk dört maddesinin etkin bir şekilde işlerlik kazanmasının olmazsa olmaz kırmızıçizgimiz olduğunu özellikle belirtmek isterim.
Cumhur ittifakı ortaklarının Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminde ısrar etmelerine rağmen, kuvvetler ayrılığı ilkesi yönünden kendi aralarında bile bir belirsizlik taşıdığını açık seçik görüyoruz.
Oysa öncelikle bu ilke olmak üzere Anayasa Mahkemesi ve HSK üyelerinin seçim yöntemi, YÖK’ün kaldırılması, Üniversite Rektörlerinin seçimi vb. konular mutlak surette gündeme getirilmeli ve değiştirilmelidir.
Değerli basın mensupları,
Gazetecilik mesleği toplumsal sorumluluk düzeyi en üst noktada olan mesleklerin başında gelir. Nasıl ki Öğretmen körpecik çocuklarımızın zihin tarlasını işler, iyi insan olma, hakka hukuka saygılı birey olma, vatana millete yararlı olma güdüsünü güçlendirir, gazeteci de toplumun aynı idealler çerçevesinde gelişimini sağlaması için bu güdülerini beslemek ve güçlendirmek için çaba sarf eder.
Bir organize suç örgütü elebaşının “namusu maaşı kadar” tanımına girmeden görev yapabilmek artık günümüzde önemli bir meziyet haline gelmiştir. Toplumu, doğrularla buluşturmak bu mesleği yapanların da birinci sorumluluğudur.
Yoksa malum sözde gazeteciler gibi insan içine çıkamaz hale gelinir ki, bu da çocuklarına bırakacakları en kötü mirastır. Demem odur ki, gerçeklerin topluma ulaştırılmasında tarafsız ve objektif olunmalıdır. Bu da gazetecilerin toplumsal sorumluluğudur.
“Yandaş” gazetecilik, televizyonculuk, yorumculuk konumunda yer almaya devam ederseniz gelecek nesil ileride sizleri de “Ali Kemaller” gibi hatırlayacaktır.
Bu yapıları maddi manevi besleyen siyasetçiler ve paralı trolleri başta olmak üzere kendilerine yandaşlık, yalakalık yapan bazı medya mensupları bilmelidirler ki gün gelir aynı akıbete kendileri uğrarlar. Allah’ın sopası yok!
Bakınız; önceki gün Brüksel’de yapılan NATO toplantısı sırasında çekilmiş bir fotoğrafı İngiliz gazetesi Financial Times birinci sayfasından servis etti.
Türkiye Cumhurbaşkanını ABD Başkanı önünde “zayıf” gösterme amacına yönelik bir algı operasyonuydu.
Biz bu operasyona figüranlık yapmayız ve bu paylaşımı şiddetle reddediyoruz!
Oysa 1999 yılında Ecevit ile Clinton konuşurken de bir fotoğraf servis etmişlerdi, o da aynı amaca yönelikti.
Yani Türkiye devletini zayıf göstereceklerdi.
Hatırlarsanız, bu algı operasyonuna en çok katkıyı başta Cumhurbaşkanı sayın Tayyip Erdoğan olmak üzere partisindeki yardımcıları, paralı troller ve yandaş medya mensupları yakın zamana kadar yaptılar, yapmaya devam ediyorlar.
Türkiye’nin en dürüst, en milliyetçi-vatansever, gerçek halkçı siyasetçilerinin önünde sayılan Bülent Ecevit’i ima ederek yıllardır ve halen “Amerikan başkanlarının karşısında el pençe divan durmadık” gibi iftiraları atanların, bugün aynı algı operasyonuna nasıl malzeme edildiklerini anlamış olmalarını temenni ederim.
Şimdi sizler aracılığıyla Cumhurbaşkanı sayın Tayyip Erdoğan’a da bir çağrıda bulunmak istiyorum; bugüne kadar öncülüğünü yaptığınız ve kullanmaktan imtina etmediğiniz “Ecevit’in Clinton’la sohbeti sırasındaki duruşu” hakkında sarf ettiğiniz sözlerle Ecevit’e ve Türk milletine haksızlık yaptığınızın farkına vardığınızı hiç olmazsa bir özeleştiri temelinde beyan etmeniz, toplumun bu kötü algıdan kurtulmasına gecikmeli de olsa bir katkı sağlayacaktır.” ifadelerini kullandı.