Getting your Trinity Audio player ready... |
Dilaver Demirağ–Ekolojist Yazar
Ekolojist düşünce kökleri mazide, yaprakları gelecekte olan bir genç ağaç, Marksizm ise artık iyice yaşlanan bir ulu çınar. Üstelik ekolojist ağacın genç sürgünleri Marksizm denen ulu çınarın gölgesinden çok, anarşizm denen kendini yenileyen dev sekoyanın dibinden uzatıyor kafasını gökyüzüne
Ama bu duruma rağmen genç fidanın aslında o ulu çınarla aşılanması gerektiğini iddia eden bahçıvanlar var. Bunlar eko sosyalistler. Sol ve ekolojik hareket arasında bağlar kurarak ekoloji ile sosyalizm idealini evlendirme girişiminin adı ekolojik sosyalizm. Ben bu aşının tutmayacağı kansında olanlardanım. Bu beraberliğin mutlu bir beraberlik olup olmadığı çok tartışılan bir nokta. Kolay olmadığı bir gerçek, çünkü her iki taraf da başka epistemlere, başka zamanlara ait iki olguyu kaynaştırmanın, taviz vermeden mümkün olmadığını biliyor (bu ayrımı basitçe ifade edersek sol Aydınlanmanın bir tezahürü iken, ekolojizmin kökleri Romantizme dayanır, sol insan merkezci ve akılcıyken, ekolojizm biyomerkezci ve sezgiseldir). Ancak doğrusunu söylemek gerekirse burada duruşunu koruyan, evlilik yerine flörtü öneren ekolojizmdir. Bu birlikteliği evlilik biçiminde devam ettirmekte hayli ısrarcı davranan ise eko-sosyalizm.
Biraz alınganlıklara yol açsa da, burada solun geçmişinden getirdiği kapsayıcılık nedeniyle ve herşeyi kendi bünyesinde toplama çabasının bir sonucu olarak ekolojiyi içine almakta ısrarcı olduğunu, bunu da tutarlılık sağlayarak değil, pragmatik davranarak çözme çabasında olduğunu söyleyebilirim. Yüzleşilmek istenmeyen gerçek şu ki, Marksizm içinde kalınarak ekolojist olunamıyor. Elbette ekolojizmin solun eşitlikçi ufku ile buluşması ve daha toplumsal nitelikler kazanması iyi sonuçlar verecek bir şey. Ekoloji hareketinin içinde Charlene Spretnak, Firitjof Capra gibi derin ekolojistlerle, Jonathon Porrit gibi derin yeşiller, ekolojinin sol bir perspektif kazanmasına hiç sıcak bakmasa da, sanırım ekoloji hareketi içindeki bir çok kişi sol ile düşünsel alışveriş içinde olmanın ve solun toplumsal tasavvurlarına olumlu bakmanın önemini yadsımıyor. Hatta Avrupa’daki birçok yeşil partide olduğu gibi Yeşiller akımı, sol ile ekolojinin eko-sosyalizmden çok daha tutarlı bir biçimde birlikte olduğu siyasal ortamlar (derin ekolojiden insan merkezciliğin reddini alan, ancak toplumsal dönüşüm hedefinde sola bağlı kalan, örgütsel yapılanmasında ve siyasal ütopyasında ise Anarşizme bağlanan Yeşil düşünce, ekolojizm ile solun düşünsel kaynaşımına eko-sosyalistlerden çok daha tutarlı ve güzel bir örneklik oluşturmakta).
Ekolojist Soyalstler Ekolojik Sorunların Kapitalizmden Kaynaklandığını Söylüyorlar.
Hemen hemen tüm ekolojik sosyalizm tasavvurları, ekolojik kriz olarak adlandırdığım biyosferik tepkimelerin kapitalizmden kaynaklandığı düşüncesindeler. Onlara göre gezegenin selameti, canlı hayatın var kalabilmesi, hatta insan yaşamının devam edip edememesi, gezegenin kapitalizm denen asalak sistemden kurtulabilmesine bağlı. Lâkin bu, ekoloji sorununu fazlasıyla basite indirgemek bence. Saf haliyle Ekolojizm kapitalizmi -aslında bir bütün olarak moderniteyi yahut endüstriyalizm denen olguyu- son derece önemsese de, ekolojik krizin köklerinin çok daha derinlerde yattığını, insanın uygarlık denen tecrübeyi inşa etme süreci ile adım adım doğadan uzaklaştığını, modernite ile de bu kopuşun adeta taç noktasına ulaştığını savunur. Daha radikal olanları gezegenin bu krizden kurtulabilmesi için uygarlık denen şeyde köklü bir revizyon, hatta uygarlığı -uygarlık karşıtı derin ekolojik anarşizmde görüldüğü gibi- tümden dönüşüme uğratacak bir zihinsel, kültürel, siyasal dönüşüm gerektiğini söyleyip durur. Dolayısıyla Ekolojizm açısından ekolojik kriz, basitçe insanlar arasındaki sorunların uzantısı değildir. Sorunun kökleri çok daha derinlerdedir.
İşin doğrusu Marx’da doğayla insan arasında kopmaz bağlara dikkat çeken, çevre kirliliği olarak adlandırılan olguları kınayan, insanın bu tür eylemleri ile ilgili uyarılarda bulunan ifadeler kadar, bol bol doğa üzerinde egemenlik, insanın emek yolu ile dünyayı bütünü ile insanlaştırmasını öneren, hatta dünyayı koca bir fabrikaya dönüştürme arzusunu içeren ifadelere de rastlarız.
Kaldı ki Michel Löwy gibi benim bir hayli takdir ettiğim Eko-Marksistler, Ekolojizm vasıtasıyla Marksizmin modernist köklerinden kurtulup daha yenilikçi bir konum kazanmasından yana. Açıkçası Löwy baklayı ağızdan çıkaran bir dürüstlük gösteriyor. Baklanın adı ekolojizmin Marksizme payanda yapılarak soğurulması.
“Marksizmin, sorgulanmaya, eleştirilmeye ve yenilenmeye de ihtiyacı olduğu kuşku götürmez, ama bize göre bunun öne sürülenin tam tersi bir nedenden ötürü, onun üretimci endüstriyel kapitalizm modelinden, modern burjuva uygarlığının temellerinden kopuşu yeterince olmadığı için yapılması gerekir.”[1]
Demek ki çoğu Marksistin iddia ettiği gibi Marksizm burjuva düşüncesinden, onun ekonomizmi olarak üretimcilikten radikal bir kopuş anlamına gelmiyor. Bu konuda Löwy ile tamamen hemfikirim. Gerçekten de Marx ve Marksizm burjuva uygarlık modelinin en zirve noktasıdır. Marx büyük oranda Hegelci-Feurbahcı bağlamla, burjuva ekonomi politik paradigmasının içinden konuşur. Onun radikal bir reddinden çok tadilatıdır. Bu bağlamda Marx ve Marksizm devrimci değil reformisttir.
Eko Sosyalizm Marksizmi Ekolojizmle Takviye Etme Derdinde
Löwy, Ekolojizmle Marksizmi takviye etme derdindedir. Nitekim kendi sosyalizm modeli çevreci (ekolojist değil) esinler taşır.
“Ayrıca Marksizm burjuva uygarlığından kopuşunu radikalleştirmek için çağdaş toplumsal hareketlerin ortaya çıkardığı ekoloji ve feminizm gibi teorik ve pratik karşı çıkışları bütünleştirebilmelidir. Bu yeni uygarlık vizyonunu gerektirir. Bu vizyon sadece aynı üretici güçlerin devlet denetiminde gelişmesini temel alan Batılı/endüstriyel kapitalist paradigmanın daha ‘ilerici’ bir versiyonu olmayacak, kullanım değerleri ve demokratik planlamayı, yenilenebilen enerji kaynaklarını ve ekolojik üretimi, ırk ve toplumsal cinsiyet eşitliğini, özgür insan topluluğunu ve uluslararası dayanışmayı temel alan yeni bir yaşam tarzı olacaktır.”[2]
Löwy’nin sosyalizm ütopyası kuşkusuz takdire değer, ama demokratik planlama ve kullanım değerleri kavramları tam da Löwy’nin Marx’dan kaynaklanan illetleri.
Görüldüğü gibi en özgür düşünebilen Marksist bile Ekolojizmin yanında yabancı bir dilde konuşuyor konumda kalıyor. Çünkü ısrarla altını çizdiğim gibi Marx’a sadık kalınarak ekolojist olunamayacağı gibi Ekolojizmin asli meseleleri ile en başta terminolojik bir uyuşmazlık yaşanacaktır. Löwy’nin terminolojik yabancılaşmasının nedenleri Marksistlerin ekolojik sorunların doğasını kavrayamamalarından kaynaklanıyor. Bunun da yegâne nedeni, Marx’ın kendisinden kaynaklanan ve ekoloji sorununu kapitalizmin üretimsel kaotikliğinden doğan bir mesele gibi görmeleri. Doğrusu Marksistlerin evvela felsefi bir devrim yaşayıp Marx’ın terminolojik alt yapısından kurtulmaları gerekiyor.
Ekoloji hareketinin özellikle radikal kanatlarının Marx’la arasının iyi olduğunu söylemek zordur. John Belamy Foster gibilerin “şeytan kutsal kitaptan yapacağı alıntılar ile kendini haklı çıkarabilir” şeklindeki Latin atasözünü haklı çıkarırcasına Marx’ın aslında ne kadar ekolojist olduğunu ispatlama çabalarını bir yana bırakarak işe başlayabiliriz. İşin doğrusu Marx’da doğayla insan arasında kopmaz bağlara dikkat çeken, çevre kirliliği olarak adlandırılan olguları kınayan, insanın bu tür eylemleri ile ilgili uyarılarda bulunan ifadeler kadar, bol bol doğa üzerinde egemenlik, insanın emek yolu ile dünyayı bütünü ile insanlaştırmasını öneren, hatta dünyayı koca bir fabrikaya dönüştürme arzusunu içeren ifadelere de rastlarız.
Ancak eko-sosyalistlerin çoğu -belki Bookchin hariç, ki o da Marksizmle Anarşizmin sentezini yapan bir Anarko-komünalist düşünür olduğu için bu konuda daha nettir- Marx’la aralarındaki miras bağını korumaya özen gösterir ve Marx’ın ilerlemeci ifadelerine ciddi eleştiriler getirmezler (burada Löwy’nin kısmen bile olsa hakkını teslim etmek gerekir), daha çok bunların bağlamını değiştiren yorumlarla sorunu aşmaya gayret ederler. Sol ekolojistlerin bir kısmının (özellikle Thomas Eberman ve Rainer Trampet gibi yeşil sosyalistler) Marx’ın kendi döneminin ilerleme ruhundan etkilendiğini, dolayısıyla günümüz ekolojik meselelerinde onun başlı başına bir veri olarak kabul edilemeyeceği yönünde fikirleri olsa da, ekolojik sol Marksist bağlamın dışında yer almaz. Hatta onun bir Viktoryen epistem olduğu biçimindeki eleştirileri, Marx’ın aslında burjuvazinin olay ufkundan çıkamadığı yönündeki radikal ekolojist -özellikle Boockhinci- eleştirileri kabul ettikleri de söylenemez.
“Gerçek sınıf mücadelesinin olanaklarını görmeyi, kapitalizme yöneltilen fiili karşı çıkışı anlamayı ömrü boyunca reddeden Marx, etkin ve somut biçimde, kuşakların feda edilmesini gerektiren kapitalist gelişmenin bütünlüğü ve ilerlemesi için çalışmıştır.”[3]
diyen Zerzan’ı kabul edecek eko-sosyalist pek yoktur. Oysa ki bu eleştiri komünist manifestodan, hatta Grundrise’den, daha ötesi olgunluk eseri Kapital’den yola çıkılarak rahatlıkla yapılabilir. Gerçekten de Marx’ın gözünde kapitalizm ve burjuvazi ilerici bir rol oynuyordu. Çünkü Marx için devrim bir üretim tarzından bir başka üretim tarzına geçişti. Ve kapitalizm yaptıkları ile sosyalizmin yolunu açıyordu. Çünkü kapitalizm yarattığı üretimsel devrimle komünist toplumda herkesin yaşamını sürdürmek için çalışma sorununu aşacak bir zemin hazırlıyordu. Bundan dolayı kimi eko-sosyalistler post-endüstriyel toplumun ekolojik bakımdan sorun oluşturmayacak bir üretim mantığı geliştirdiğini, kapitalizmin yarattığı teknik olanaklarla bizlerin doğaya aşırı yük bindirmemizi önleyecek bir zemin yarattığını savunurlar.
Bu arada ekolojizmde tavrımın bütünü ile olmasa da Derin Ekolojik Anarşizm olarak uygarlık karşıtlarına yakın olduğumu, insanın doğayı evcilleştirmesi sorunu ile yüzleşmeyi reddeden, insanın türsel imtiyazlarına saldırmayı göze almayan her ekolojist iddianın son tahlilde çevreciliğin olay ufkundan radikal bir kopuşu gerçekleştiremeyeceği kanısındayım.
Şimdi konuyu derinleştirelim ve Marx’daki çevreciliği bir kenara bırakıp ondaki ilerleme ruhunu masaya çağıralım.
Doğaya Karşı Emek Değer Yasası
Marx’ın temel sistematiğinin ya da teorik sisteminin ana çatısının emek değer yasası olduğu nettir. Dolaysıyla Marx’la hesaplaşmaya o noktadan başlamak gereklidir. Marx’ın yapıtlarında emeğe övgüler düzüldüğü, emeğin adeta ontolojik bir statü kazandığı bir gerçekliktir. Gerçi anti-hümanist ve Marx’ın düşünsel metodolojisini bir felsefe değil de, bir bilim olarak okumak konusunda ısrarcı olan, ama geniş Marksist ailede pek de itibar görmeyen Althusserci Marksistler emek ontolojisini Hegelyan buldukları için kabul etmezler. Genç Marx – olgun Marx ayrımları gerçekten de keyfidir. Çünkü olgun Marx’ı veri alırsak ortaya bir ekonomik determinizmden başka şeyin çıkması zor olur. O yüzden ben bu yazıda bu Althusseryen pozitivizmi dikkate almadım. Marx’ın amacı elbette insanın dünyayı elleriyle yarattığını, onun bir homo-economicus olmadığını, onun çalışma yolu ile kendini geliştirip dönüştürdüğünü ortaya koymaktır. Bir anlamda Marx’a göre insan kendinin bizzat koşuludur, insan kendi üretken etkinliklerinin hem öznesidir, hem de bu etkinliklerin sonuçlarından etkilendiği için kendi etkinliklerinin nesnesidir. Onun düşüncelerinin sadık yorumcusu, ama kimi zaman da abartıcısı olan Engels, insanın emekle yaratıldığını ileri sürer.
Ekonomi-politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır – ki bu kaynak, hemen hemen doğadan sağladığı materyali, zenginliğe çevirir. Ama bundan da sonsuz denecek kadar fazla bir şeydir. O, insanın tüm varlığının başlıca temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek, insanı bizzat yarattı*diyebiliriz.”[4]
Ama Engels’in bira abartmakla birlikte Marx’ın izinden gittiği, temelde onun tezlerini eksene aldığı da bir gerçekliktir.
“Dünya tarihi denilen şeyin bütünü, insanın emeği yoluyla insanın yaratılmasından başka bir şey değildir”[5] ya da şu ifade ile emek insanı yaratır diyen gene Engelstir.
“Evrensel denen tarih, insanın insani emek sayesinde üremesinden, doğanın insan için oluşumundan başka birşey olmadığını göstermektedir. (..) İnsan, özellikle nesneler dünyasını şekillendirerek kendini türsel bir varlık olarak ileri sürmeye başlar. Bu üretim onun yaratıcı türsel yaşamıdır. Bu üretim sayesinde insanın eseri ve gerçekliği olarak belirir. Demek ki çalışmanın nesnesi, insanın türsel yaşamının gerçekleşmesidir. İnsan kendini yalnızca bilinci içinde entelektüel olarak yeniden üretmekle kalmaz, ama faal olarak, gerçek olarak kendini kendi yaratısının dünyasında da seyreder.”[6]
Marx için emek Heidegger’in ‘dasein’i gibi varlığın ve varoluşun koşuldur. İnsan dünyaya fırlatılmamıştır, insan dünyayı emek yolu ile dönüştürerek kendini yaratmaktadır. Bir bakıma maddi üretim, insanın özsel niteliğidir. Bu özelliği aracılığıyla insan, bu pratik içinde kendi farklı doğasını oluşturur. İnsanın dönüştürücü faaliyeti, gerçek bir süreci (emek sürecini) harekete geçirir. Bu süreçte emek, kendi farklı doğasını toplumsal ilişkilerle yeniden üretir. Bu yeni değeri yaratırken eski değeri de aktarmak, canlı emeğin doğal niteliği ve özelliğidir.[7] Ancak bu emek kutsaması onların ekolojizmle irtibatlaşmalarını olanaksız kılacak birer viktoryen burjuva köktürler. Çünkü onların kutsadıkları emek ekolojist bir gözle bakıldığında dünyadaki yıkımın sorumlusudur.
Emek Ontolojisi Emek Değer Teorisinin Felsefi Zeminidir
Emek ontolojisi emek değer teorisinin bir yerde felsefi zemindir. Teorinin temel zemini dönemin tüm sosyalistlerinde ortaktır, emek toplumsal zenginliğin kaynağıdır. Emek değer teorisine gelince. Emek değer teorisi değeri yaratan şeyin, bir ekonomik malın (meta) üretilmesinde harcanan zamanı ve üretim süreçlerindeki diğer unsurlar için de harcanan emeği içerir. Bir başka anlatımla bir malın değeri olarak fiyatı aslında onun üretiminde harcanan emek oluşturur.
Zamanı ve üretim süreçlerindeki diğer unsurlar için de harcanan emeği içerir. Emek değer teorisinin ilk mucidi sayılabilecek David Ricardo malların değerini belirleyen şeyin o malın üretilmesi için gerekli emek zaman olduğunu belirtmişti. Bu suretle ilk emek değer yasasını ileri sürmüş oluyordu. Yine bu görüşe göre bir malın değerinin içinde hem canlı (üretken) emek hem de ölü emek (sermaye) bulunmaktadır. Klasik iktisadi kuram Marksist iktisat teorisinden farklı olarak malın değerinin içinde artı değer denilen olguyu görmez-değerlendirmez.
Marx ise öncelikle malın değerinin iki kategoride değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürdü. Eğer bir mal sadece kullanan kişiye yarar sağlamak amacı ile üretildi ise o mal sadece kullanım değerine sahiptir. Marx kullanım değerini yaratan emeğin “belirli bir amaçla yapılan belirli bir türden etkinlik” olarak tanımlanan “somut” ya da “yararlı emek” olduğunu belirler.
Ancak eğer mal elden çıkartılıp, mübadeleye girecek ise bir meta olarak değerlendirilir. Metanın değeri onda “donmuş” olan emeğin miktarını (harcanan zamanı) yansıtmalıdır.
Bir metada “donmuş” halde bulunan emek “üç tür emeğin” karışımından meydana gelir:
1.Nesnenin yapımında doğrudan harcanmış emek zaman
2.İmalatta kullanılan makineleri üreten emek zaman
3.Ham maddeleri elde etmekte harcanan emek zaman
Ancak emek zaman onu üreten işçinin çalışkanlığına-yeteneğine göre değiştiği için Marx kastettiği emek zamanın “toplumsal olarak gerekli emek zaman”(socially necessarry labor time) olduğunu belirtmiştir. Bu ortalama bir işçinin işi bitirmesi için gerekli zaman birimidir.
Meta Mübadele Değeri Olarak Emeği İçerir
Bir meta değeri içinde kullanım değerinin yanı sıra mübadele (değişim) değeri de barındırmaktadır. Mübadele değerini yaratan emek -kullanım değerini yaratan emekten farklı olarak- sadece süresi ile ölçülen “soyut” ya da “farklılaştırılmamış” emektir[9].
“Toplumsal bakımdan gerekli emek zaman, herhangi bir kullanma değerini, toplumsal üretimin normal şartları ortalama beceri ve iş yoğunluğuyla, üretmek için gerekli olan emek zamandır.”[10]
Kapitalist üretimde emek iki yönlü bir süreçte iş görür: Kullanım değeri olarak üretilen malların yaratıcısı olarak emek zaman, ticari anlamda değeri içeren değişim değeri olarak emek zaman. Marx’ta emeğin nitel farkı önem taşımaz. Yani çok becerikli usta bir emekçinin yetenekleriyle ürettiği bir mal için harcadığı zaman ile yetenekleri fazla gelişmemiş bir emekçinin üretimde harcadığı zaman arasındaki fark ortalamada bütünleştirilir ve ortalama bir emek zaman -ki o da toplumsal anlamda gerekli olan emek zamandır- olarak belirlenir. Bu bakımdan Marx için emeğin nitel ve nicel ayrımı daha çok önem taşır. Dolaysıyla kullanım değeri olarak nitel emek, değişim değeri olarak nicel emek farkı söz konusudur. Son tahlilde metanın dolaşımı ikisi arasındaki farkı eşitler.
Marx metanın dolaşımı üzerinden bir tür ağsal ekonomi ekonomik politikası analizi ile bir sistem olarak kapitalizm eleştirisi yaptı. Onu farklı kılan hatta bir ölçüde analizlerinin anarşistlerin ekonomi analizlerinden daha iyiymiş gibi görünmesine neden olan şey bu oldu. Metanın dolaşıma girdiği kapitalist toplumda onu belirleyen esas şey paradır. Bu anlamda kapitalizmde para saf sermayedir. Diğer yandan Marx Althussercilerce Hegelyan bulunan yabancılaşma teorisi ekseninde kurduğu emek ontolojisi teorisinde bir kez daha doğa üzerine egemenlik fikri, insan merkezci bakış ile olan yakınsaklığını ve bu yönüyle de onun aydınlanmacı ve ilerlemeci yönlerini açığa çıkarır.
Emek tüm insan varoloşunun bir ön koşuludur, emek insan ile doğa arasında dolayımı kurar, insan emek yoluyla doğayı değiştirdiği oranda kendi özünü gerçekleştirir.”[11]
Bu tezler ile Marx eko-sosyalistlerin önde gelen teorisyenlerinin iddia ettiği gibi ekoloji sorunsalının ipuçlarını veren bir düşünür olmaktan çok, doğa üzerinde egemenlik çığlıkları atan modernizimin kurucu babaları sayılacak Descartes, Bacon gibilerle aynı dili konuşan bir ilerlemeci pozitivisttir. Bu bakımdan Marx’ın düşünceleri için Viktoryen ifadesini kullanan Foucault çok da haksız değildir
[1] Michel Löwy (1999), Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Karl Marx’tan Walter Benjamin’e Siyaset felsefesi denemeleri. Çev. Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, s:12
[2] age, s:13
[3] John Zerzan, Gündelik yaşamda Marx
[4] Frederick Engels (1979), Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, çevirenler: A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer Cilt: III, Sol Yayınları, Birinci Baskı s:80-93,
*Bold italik kısımlar bana aittir.
[5] Karl MARX, 1844 Elyazmaları, alıntılayan Sean Sayers (2009), Marksizm ve İnsan Doğası, Çev: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap s:22
[6] Karl Marx, 1844 Elyazmalarından aktaran Dominique Méda (2004) , Emek, Kaybolma yolunda bir değer mi? Çev: Işık Ergüden, İletişim Yayınları S:101-102
[7] Fevzi Özlüer, Marksizm ve Doğa, http://209.85.135.132/search?q=cache:bcmzXD99TmIJ:www.ekolojistler.org/marksizm-ve-doga-fevzi-ozluer.html+Marx,+%C4%B0nsan%C4%B1n+Do%C4%9Fa+%C3%9Czerindeki+egemenli%C4%9Fi&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr (erişim 8-10-2009)
[8] Marxizm Sözlüğü 2:Emek değer yasası nedir?, http://www.felsefeblogu.com/?p=21
[9] Agk (adı geçen kaynak)
[10] Kapital 1: S:45
[11] Karl Marx, 1844 Elyazmalarından aktaran Dominique Méda (2004) , Emek, Kaybolma yolunda bir değer mi? Çev: Işık Ergüden, İletişim Yayınları S:102–103