Getting your Trinity Audio player ready... |
Adnan Yücel, “Anadolu bir halklar ve kültürler denizidir” demişti. Çukurova da, halk söylencelerinde bir beşik, insanın toprakla kaynaştığı, kültürlerin harmanlandığı önemli bir kaynaktır. Karacaoğlan, bu topraklarda doğmuştur. Şiirimizdeki tasavvuf geleneğinde Yunus, başkaldırı geleneğinde Pir Sultan neyse maddi aşk ve cinsellik geleneğinde Karacaoğlan oydu…
“Ela gözlüm ben bu elden gidersem
Zülfü perişanım kal melul melul
Kerem et aklından çıkarma beni
Ağla gözyaşını sil melul melul”…
Şiir yapısı gerçekçidir, özgündür. Dili ise yalın ve temiz. Usta yazar Yaşar Kemal ilk kez 1967 yılında Karacaoğlan’ı mitolojik bir anlatımla sundu okurlara. Öykünün sonunu ise şu sözlerle bağlamış: “Kimi cennet ister, kimi cehennem. Cennetten beri de daha neler var”…
Yola Çıkarken bütün obası başına birikmişti. Gitme demişlerdi. Gurbet elin kahrı zehirden acıdır. Aşıkta olsan gitme. Başında kavak yelleri gelir geçer Obamızı bırakma gitme demişlerdi. Ama dinlememişti.
Yareni yoldaşı, sazının sözünün üstüne yok, bırakma bizi demişlerdi fakat onu yolundan döndürememişlerdi…
Uçsuz bucaksız ovanın ortasına dikilmiş şimdi bunları düşünüyordu. Kimbilir ne zamandan beri böyle dimdik, kımıldamadan duruyordu. Derken şafağın ucu görünmüştü.
Dağlar tepeler aydınlandı. Kuşlar ötmeye başladı.
Yürüdü. Yürümekten başka bir şey düşünmüyordu. Gençti. Yüreğinde bir top ışık, bir ateş harmanı, çiçek açmış bir bahar dalı.
Yürüyordu. Gün öğle oldu…
Bu onun gurbete ilk çıkışı değildi. Böyle uzun ovaları, dağları bundan önce yürümüştü. Yeni yüzler, yeni dünyalar görmek onu kendine çekiyordu. Ve yeni yeni insanlara yeni yeni şeyler söylemek…
Yürüyordu…
Çamlık bir tepeden aşağı inerken bir düzlükte dumanlar gördü. Uzakta dalgalana dalgalana tütüyordu. Oba sandı, sevindi.
Dumanların tüttüğü yere yöneldi. Varınca sevinci kursağında kalmıştı. Az önce buradan bir oba kalkmıştı. Sadece birkaç deve, birkaç fukara ev kalmıştı. Onlara bir şey soramadı.
Yalnız obanın ortasında bir adam yükü devrilmiş atıyla uğraşıyordu. Gitti, yardım etti.
Adam, “eline sağlık, aşık mısın sen?” diye sordu. Yurttan, yuvadan olduk dedi. Gayri eve dönmeye tövbe ettim dedi.
Adam, “senin gibi aşığa sormuşlar, vatanın nere diye sazını göstermiş, bura demiş” dedi…
Adam, adım Deli Hüseyin dedi. Senin ki ne? dedi. Bizim obada bana Karaca derler dedi Karacaoğlan… Adam obasının adını sorunca Karacaoğlan sazını gösterdi işte bu dedi…
Konuşmaya devam ettiler. Sevda meselesi mi diye sorulunca Karacaoğlan’ın yüzü kederlenmişti. Karşılık veremedi. Deli Hüseyin ilk gurbet mi deyince Karacaoğlan hoşnutsuz karşılık verdi, son dedi.
Deli Hüseyin ve Karacaoğlan obaya yetişmek için yola koyuldular. Gene dumanlar göründü. Ötelerden haykırışmalar, köpek havlamaları…
Obaya yetişince etrafına toplanmışlardı. Deli Hüseyin, “yükü devirdim, bu çocuk doğrulttu” dedi. Aşık bu, sazı da var dedi. Sonra Karacaoğlan’a dönüp: “Karacaoğlan kardeş, çal, aşık dediğin naz, niyaz istemez, çal kardeş” dedi…
Karacaoğlan çekti sazı, oturdu yere. Yumuldu üstüne sazın…
Hiç kimsenin yüzüne bakmadı sazını usuldan yanına indiriverdi. Sazının sedefli göğsünde sedef geyikler uçuşuyordu. Dinleyenler donup kalmışlardı. Konuşmuyorlardı.
En sonunda yaşlı bir adam konuştu. Bu ses dedi, dağı taşı eritir dedi. Sonra da Deli Hüseyin. Üzme beni kardeş dedi. Evim sana ev, atım sana at, ben de sana kardeşim. De yap dilediğini dedi…
Gece olmuştu. Çadırda kalan Karaca düşünüyordu. Dışarda da büyük yalımlarla obanın ateşi yanıyordu. Ötelerden, gecenin sessizliğinden bir kaval sesi geliyordu…
Karaca çadırın ağzında bir ses duydu. Deli Hüseyin karşısında durdu. Deli Hüseyin “gel” dedi. Kan kardeş olalım. Senin sesin dağı taşı eritir. Senin gibi kardaşım olduktan sonra, bu dünya bana vız gelir, dedi. Hançer vurdular. Kankardeş oldular.
Şafak ışırken göç yüklenmişti. Obanın bir yanı yola düzülmüştü. Karaca ve Deli Hüseyin de yük koydular. Göç kalktı, yola düzüldü. Ama…
Ama, bir yerde bir kaynaşma oldu. Bir şeyler olmuştu. Deli Hüseyin kaynaşmaya doğru atını sürdü. Bir deve çökmüş yerinden kıpırdamıyordu. Deve kızgındı. Başında da bir kız oturmuş, ağlıyor…
Kızın kirpikleri top top olmuştu yaş ile. Obanın büyüklerinden biri, “ boşuna uğraşmayın, deve inadıdır, başa çıkılmaz” diyordu. Kesseniz kıpırdamaz, gelecek yıl gelin burada bulursunuz, öldürün kıpırdamaz, diyordu. Deli Hüseyin, “demek burada çürür, çürür de yerinden kıpırdamaz ha…” dedi. Karacaoğlan’ın göçü, göçün önündeydi. İlerliyordu. Bir zaman böyle devam etti.
Sonra Hüseyin düşündü. “Biliyormusun Karaca” dedi. “Biliyorum” dedi, Karacaoğlan. Deli Hüseyin, “bu orada çürüyünceye kadar kalacak, yerinden kalkmayacak, öleceğini bilse burada, böylece yatar kalırmıydı, söyle Karaca”…
Bey kızı türkü söyledi, ağıt yaktı, yine kalkmadı inatçı deve. “Senin sesin dağa taşa, cümle mahlukata kar eyler. Gözünü seveyim söyle bir türkü, haydi söyle…” Karacaoğlan gülümsedi. Türküylen deve mi kalkar dedi. Deli Hüseyin, “ senin sesin toprağı deler, taşı dillendirir, haydi hatırım için” dedi.
Karacaoğlan düşündü. Gözleri çakmak çakmak olmuştu. Yüzü, bedeni değişti. Sanki Karacaoğlan gitmiş, başka bir Karacaoğlan gelmişti. Kalktı aldı atın terkisinden sazı. Sonra da devenin başına oturdu. Sanki rüzgar gibi, kasırga gibi, sonra seher yeli gibi ılık ılık çalıp söylemeye başladı…
Aşık, sazın hikmetinden sual olunmaz, der. Deli Hüseyin oturmuş deveyi seyrediyordu. Şimdi deve ağır ağır kalkıyordu. Ama Karacaoğlan bunu görmüyordu. Sazına yumulmuş adeta dünyasından geçmiş veryansın ediyordu. Sanki dünya uğulduyordu, sanki…
Deve ayağa kalkmıştı. Kendine gelen Deli Hüseyin elini Karacaoğlan’ın omzuna koymuştu. Deveyi gösterdi ona. Bu sefer şaşmak sırası Karacaoğlan’a gelmişti. Kime söylese kimi inandıracaklardı. Deli Hüseyin varsın inanırlarsa inanmasınlar diye düşündü…
Beyin yanına gitti, inandıramadı. Sabahleyin deve kalkmaz diyen Koca Veli ağanın yanına gitti inandıramadı. Deli Hüseyin onları inandırmak için hiçbir çare bulamıyordu. Çünkü oba oba olalı inadından çöken bir deve bir daha kalkmamıştı.
Deli Hüseyin ellerini kaldırdı, şimdi görürsünüz dedi, kardaşım gelsin şimdi görürsünüz, deveyi getirsin de görürsünüz…
Uzaktan Karaca gözüktü. Deli Hüseyin “bakın bakın kardaşım geliyor” dedi. Karacaoğalan’ın yanına ilkin kız gitti. Oba halkı çoluk çocuk birikmişti. Hayretle korkuyla Karaca’ya bakıyorlar, birbirlerine bir şeyler fısıldaşıyorlardı. Çobanı, sığırtmacı duyan geliyordu. Oba bir uğultu halindeydi.
Kızla Karacaoğlan gözgöze geldiler, bakıştılar. Kalabalık duruyor, hiç mi hiç ses çıkmıyordu. Sonra gözleri birbirlerine bakan, susan iki gence çevrilip kalmıştı…
Karacaoğlan’ın etrafı halka halka olmuştu. Kalabalıktan bir yaşlı, “şu aşık iki söylese de dinlesek” dedi…
Şimdi yalnız bir ses, sanki dağlar taşlar, ovalar yankılanıyordu. Obada kim varsa hasta yatalak, çoluk çocuk halkaya katılmak için adeta çadırlarından fırlıyorlardı. Halka büyüdü, büyüdü…
Dağlardan çobanlar sürüsünü bırakıp geldi. Dağlardan kurtlar, kuşlar geldi. Halka dondu kaldı…
Sonra birdenbire saz durdu. Türkü durdu. Türkü bir zaman kayalarda, ovada yankılandı, kaldı. Aşık başı önünde kalktı, yürüdü. Onun geldiğini gören halka usuldan aralandı. O çıktı…
Dünyadaki bütün yaratığı ağacı, kuşu, böceği, insanı, her şeyi. Her şeyi en derin sevgisiyle kucaklardı. İliklerine kadar aşkı duyardı dünyanın her şeyine. Yağmuruna, kışına sıcağına, soğuğuna boranına…
Dünyanın en küçük, en duyarsız şeyine bile kocaman açılmış çocuk gözleriyle hayretle bakardı. Türküsü, sesi, bir coşma, bir kendinden geçmeydi. Dünyaya karşı…
Sazını usulcacık yanına koydu. Kalktı çamlığa doğru yürüdü. Hava ılıktı. Ötelerde bir uğultu duydu, bir gürültü. O yana döndü, yürüdü. Bir kırat gördü. At çıplaktı. Yelesi savruluyordu. Oradan oraya uçarcasına savruluyordu. Kuyruğunu dikmiş, ak kuyruk yağmur gibi dökülüyordu. Birden birkaç atlı çıktı. Bunlar kıratı kovalıyordu. Anladı ki kırat zincirini, bukağısını kırmış ver elini dağlar demiş. Bu hoşuna gitti.
Atlılar kıratın dört yanını çevirdiler, önüne ip gerdiler, yeşil ot uzattılar. Ama at tutulmadı. En sonunda bir çift sallayıp, başını aldı uzaklara doğru süzüldü. Atlılar kıratın tozuna bile yetişemediler. Bu iş Karacaoğlan’ın çok hoşuna gitti. At gözden kayboldu. Sonra geldi ötede yeşil, taze bir çayırın ortasında durdu.
İşte tam bu sırada, çamların ardından doludizgin bir kız çıktı. Bir tutam ot kopardı, ata usul usul gitmeye başladı. Uzaktan da bir türkü geliyordu. Durdu dinledi. O ses, O ses…
O yeni gelen, O deveyi kaldıran oğlanın sesine benziyordu. O söylüyordu. O söylüyordu da, kimbilir nereden esen yel alıp getiriyordu O’nun sesini…
Yayılmakta olan ata yaklaştı. At kaçmıyordu. Tuttu. Ama buna şaştı da. Bu atı bildi bileli at böyle kolay, böyle gelip hemen tutulmamıştı…
Türküye kulak vererek geriye döndü. Bir yerlere yaklaşıyordu. Yaklaştıkça da türkü büyüyordu. Atın başını çekti. Başını çamlığa doğru çevirince Karacaoğlan’ı gördü. Bir hoş oldu. Birden kendinde olmadan ağzından dökülüverdi, “sen hep dağlarda mı, sen hep…” dedi. Karacaoğlan daha karşılık vermeden oradan uzaklaştı…
O gün bu gündür kıza bir şeyler oldu. Dalıp dalıp gidiyor, belki günde bir kere bir iki dakika ayıkıyor, sanki gündüz hayalinde gece düşünde oluyordu. Sonra günlerden birgün bir türkü sardı ortalığı. Uzak bir türkü, Yanık bir türkü. Sevdalı bir türkü…
Düştü ardına. Hayal içindeydi. Düş içindeydi. Çamlar çimenler, ak bulutlar. Morundan kırmızısına, yeşilinden turuncusuna, sarısından pembesine kadar…
Üst başında kayalıklar vardı. Kayalıklarda ulu çamlar vardı. Billur yeşili bir pınar dökülüyordu kayalıklardan. Türkü kayalıklara doğru çekiyordu onu. O gitti türkü yaklaştı. Türkü kaçmıyordu artık.
Kız korkuyla bir uykudan uyanmanın ürküntüsüyle gözlerini araladı. Kirpiklerinin arasından baktı. Karacaoğlan’ı gördü. Gözgöze geldiler. Bir düş içinde, bir türkü içinde, türkülerin cenneti içinde…
Pınarın yeşil billuru içinde kaldılar biran. Birden kendilerini yan yana, kucak kucağa buldular. Uzun zaman böyle kaldılar. Konuşmadılar. Bir bahar havası, gün aydınlığı, ılık ılık esen bir seher yeli…
Hayran hayran birbirlerinin yüzlerine bakıyorlardı. Sevdanın büyük ateşiyle yanıyorlardı. Biri bir Türkmen beyinin kızı. Birisi de nerden geldiği belirsiz bir aşıktı. İkisini de çeken bir yer vardı. Bir yer. Bir cennet. Bir düş ülkesi…
Kayalıktan bir taş yuvarlandı. Pınardan bir ayak sesi geldi. Kafalarında uğuldayan türkü kesildi. Ayıktılar. Kız Karaca’yı orada bıraktı, arkasına döndü, kayalıklardan aşağı ormana indi.
Pınara su içmeye çıkan çocuk onları görmüştü. Bu allahın belası oğlan da hep bu pınara dadanmıştı. Yine su içmeye geldiğinde pınarın yanındaki bir ağacın altına saklanmış, olan biteni seyretmişti. Sonra ayağının altındaki taş kaymış ses çıkarmış, sevdalıları uykularından, düşlerinden uyandırmıştı.
Çocuk, “vallahi gördüm billahi de gördüm, anam ölümü öpsün ki gördüm, gördüm işte” diyordu da başka bir şey demiyordu. Olanı biteni anlatmak için hızla beyin çadırına koşmuştu. Beyin hanımı “neyi gördün gavurun oğlu söyle, söyle” diyordu…
Birden içeri bey girdi. Çocuk çadırın içinde dönüp duruyordu, “Balpınarı, Balpınarı’nın orada, gözüm önüme aksın ki” diyordu. Kadın çobana bakıp beye, “çocuk Balpınarı’ından yuvarlanmış ta onu anlatıyordu” dedi. Çoban kadının bakışına dayanamadı, kendini çadırdan attı. Ardına bakmadan dağlara koşmaya başladı…
Karacaoğlan’ın yurdu yuvası ormanlardı. Geldi geleli ormanlardan çıkmıyordu. Biri yanına varsa kalkıyor ormanın derinliklerine gidiyordu. Tek başına, yalnız. Torosların en heybetli ormanlarına. Konurdağı’na, Meryemçil Beli’ne, Çiçekdağı’na…
Ormanın kuytusunda türküler söylüyordu, durmadan. Durmadan, coşup coşup duruyordu. Ulaşılmaz bir sevdaya düşmüştü. Bir yanda Türkmenin en ünlü beyinin kızı Elif, bir yanda yersiz yurtsuz Karaca. Olacak işmiydi…
Başını kaldırınca önünde kızı gördü. Kız çoktan beri durmuş onu seyrediyordu. Sonra ellerinden tutup çekti. Bir kütüğün üstüne yan yana oturdular. Kız “kaçalım Karaca” dedi. Ta dünyanın öteki ucuna. Buradan öteki ucuna kadar gidelim. Korkma. Bizim gideceğimiz yere babamın eli kolu yetişmez. Akçadenizin ardına gidelim dedi.
Karaca’nın elini tuttu. Yüreğinin üzerine götürdü. Karacaoğlan da “haydi, haydi” dedi. Şuradan aşağı, şu dağın ardını aşalım. Oradan Akçadeniz gölünün kıyısına varalım Oradan da… dedi.
Akşam fırtına çıkmıştı. Deli Hüseyin meraktaydı. Birden gök delinmiş, yağmur yağmaya başlamıştı. Çadırları sarsıyor, ağaçların dallarını savuruyordu. Hüseyin ne yapacağını şaşırmış içerde dört dönüyordu.
Karaca nerede kalmıştı? Yoksa başına bir hal mı gelmişti? Akşamdan beri merak içindeydi. Karısı, kurban olduğum Hüseyin senin kardaşın iki elin kandaysa da akşam yemeğinde evde bulunurdu hergün. Böyle bir iş olmadı deyince gocuğunu giydi, yağmura, karanlığa atıldı…
Beyin evini de bir telaştır almıştı. Beyin hanımı “nerede, nerede kaldı” diyordu. Geceye kadar nerde nerede kaldı. Bey işi sezdi bu arada. Kadını kolundan tuttu, köşeye çekti. “Ne diyorsun, ne ola bu?” Sonra kadına kızdı. “Bu ne demek” dedi, bu ne demek?”…
Tabancayı aldı, beline taktı. Kamayı da. Çadırın orta yerinde asılı silahı da. Beyin hanımı yalvardı. İş kötüye gidiyordu. Bey dedi. Bey, kurbanın olurum dedi. Bu yağmurda, bu kıyamette gitme. Adamlar gitsin. Neredeyse bulur gelirler. Belki hiçbir şey yoktur. Belki yağmur tutunca bir mağaraya saklanmış , çıkamamıştır…
Öyle de olmuştu. Yağmur tutunca kaçamamışlardı Karacaoğlan’la Elif. Bir kayanın kovuğuna, mağarasına sığınmışlar yağmurun dinmesini bekliyorlardı. Yağmur başlamış durmamıştı. Yağmur yağıyor, kovukta kız titriyordu.
Kız, “bizi arıyorlar, bulurlarsa öldürürler, ikimizi de öldürürler” diyordu. Varsın öldürsünler diyordu Karaca. Karaca “çıkıp kaçalım” dedi, hele sabah olsun da dedi kız.
Tam da bu sırada bir ses duyuldu. Karaca, Karaca diyordu ses. Ben Hüseyin’im, ağan Hüseyin. Yerini haber ver. Bana ıslık çal. Karaca Karaca diyordu.
Birden ayağa kalktı. Kovuktan dışarı çıktı. Deli Hüseyin, “Karaca, kardaşım Karaca, neredesin Karaca?” diyor yürüyordu. Kavuğun kapısında duran Karaca sazının bir teline bastı. Hüseyin durdu. Yanına yönüne bakındı, ses ver Karaca dedi. Neredeysen ses ver. Karaca “buradayım” dedi. Şurada, şu içerde, kovukta…
Önlerinden bir top atlı geçti. Büzüldüler kayalığa. Sonra eli ışıklı bir yığın adam onlara doğru geldi. Hüseyin kolundan tuttu. Yanımda kal dedi. Seni de kızı arıyorlar sansınlar dedi. Adamlar gittikten sonra Karacaoğlan Deli Hüseyin’i kovuğa çekti. Hüseyin kızı gördü. Kız toprağa yapışmışcasına yatmıştı. Kalk dedi, kalk bacı. Hemen dışarı çık. Buradan uzaklaş. Sorduklarında dersin ki. Dersin ki, yağmura tutuldum. Geciktim dersin. Gülersin. “Bu ne telaş” der, gülersin. Öyle mi bacım. Sen benim kardaşımı ne gördün, ne de konuştun. Öyle mi? Elif, öyle dedi. Dışarı çıktı…
Kadın kızgınlığından çadıra sığmıyordu. Çobandan her şeyi öğrenmişti. Kızın kollarını bırakıp, saçlarını tutmuştu. Kız, “ana, ana” diye inliyordu. Böylemi olacaktı, diyordu kadın. Gelmez olaydı obaya o aşık. Kaldırmaz olaydı o deveyi diyordu. Yarın sabah erkenden söyleyeceğim. O Hüseyin’i de, o kel aşığı da kovsun obadan bey. Yarın, yarın. Daha gün ışımadan kovduracağım onları obadan diyordu.
Kız bunu duyunca, “ana, ana etme bunu bana” dedi. Onu öldürürlerse ben de kendimi öldürürüm dedi. Ama anası çılgına döndü. “Gel kızım, gel vazgeç bundan” dedi. “Sen bir bey kızısın, sana bey oğulları layık, gel vazgeç bundan”…
Karacaoğlan günlerdir kızı göremiyordu. Oturdu, türkü tutturdu. Öylesine bir türküydü ki bu, solukları tutuluyordu. Duyanı sarsıyor, titretiyordu. Deli Hüseyin, “kardaş” dedi. Bana bak kardaş dedi. Bey kızı olmazsa Paşa kızı olsun isterim, vermezlerse kaçırırım dedi. Yan yana oturdular Gökte turnalar uçuyordu. Karacaoğlanın gözü turna sürüsüne takıldı kaldı. Turnalar dağları aştı. Çukurovanın üstüne doğru aktılar. Bir ak bulutun ardında kayboldular.
Birden içinde gurbet depreşti. Gurbet bir bıçak gibi içine oturdu. Ne zaman bir turna görse öyle olur. Gurbet, Türkmenin baş belası, ayrılmaz can kardaşı…
Yan yana oturup sustular, ikisi de dalıp gitmişti. Deli Hüseyin, kardaş dedi usuldan. Sen kendini gurbet elde sanma. Sevda zor. Senin sevdan daha da zor. Altından kalkılır. Sen dağları delen Ferhad’ı bildin mi? Zora dağ dayanmaz dedi. Sen gör kardaşını. Bir gör. Nasıl ferman okunmaz tozdan, dumandan. Yeter ki dünyada senin gibi kardaşım olsun…
Kalktılar. Hüseyin’in çadırına girdiler. Oturdular. Hüseyin, “ben gidiyorum” dedi. Sen dilediğini yap. İşim var azıcık obada dedi. Çıktı.
Obanın en ucunda iki çadır vardı. Biri ev biri ocaktı. Bu çadırlar Mıstık Ağa’nın çadırlarıydı. Mıstık Ağa, bu obanın, bütün öteki obaların kılıçlarını yapar, dibeklerini işler, oyar. Sazlarını, bağlamalarını, kavallarını yapar. Nakışlar vurur. Sedefler kakardı. Mıstık Ağa sekseninde bir çınar gibiydi. Elleri konuşur, ne söylerse elleri söylerdi. Bey bile onun çadırına korku ile girerdi.
Hüseyin ocak çadırının kapısını açtı, içeri girdi. Mıstık Ağa oturmuş yine körük çekiyordu. Sağına dönünce Hüseyin’i gördü. Gülümsedi. “Ne o deli, merhaba, bir hacetin mi var” dedi. Deli Hüseyin Mıstık Ağa’ya olan biteni bir bir anlattı. Benim kardaşım Bey’in kızına sevdalandı. Dumanı tepesinden çıkıyor. Kız da kardaşıma sevdalandı. Onun da dumanı tepesinden çıkıyor dedi.
Mıstık Ağa “Delim” dedi. Bu iş zor değil mi, zor olacak zor. Hüseyin zor olmasa senin yanında ne işim vardı ağam. Bir akıl veresin, yol gösteresin dedi. “Sen dağları delen Ferhad’ı bildin mi? Yanıp tutuşan Kerem’i bildin mi? Kerem’in sofusunu bildin mi ağam. Keremin yolları düz eden sofusunu. Sofu kardaşını bildin mi? Ben de Karacaoğlan’ın dağları, yolları, ovaları düz eden kardaşı Hüseyin’im. Ben de sofuyum Onu da bildin mi?” dedi. Bin yılın başı sana işim düştü. Ölüm var, dönüm yok.. Onu da bildin mi? Dimdik, yüzü kaya gibi ocak çadırından çıktı. Mıstık Ağa hırsla körüğüne sarıldı. Billur, billur közler ocakta sıçramaya başladı.
Böyle herkese gider Deli Hüseyin Mıstık Ağa’dan ayrıldıktan sonra. Çadır çadır dolanmaya başlar. Herkesten destek görür. Yalnız kendisine Bey kızını Karacaoğlan’a layık görmediğini söyleyen Duran’a “ona beyliği kim vermiş, sizin gibi itoğlu itler, ya benim kardeşime aşıklığı kim vermiş “ der. Herkesten destek bulur. Arkadaşı Ali’nin sözleri ise onu sevindirir. Ali “ucunda ölüm bile olsa canımı senden esirgemem, sen nerdeysen ben de oradayım” der.
Olan biteni Duran’dan duyan Bey, “ Deli Hüseyin’i de o yanındaki aşık süprüntüsünü de ölü ya da diri yanıma getirin” der. Bunu duyan Elif, Karacaoğlan’ın çadırına gelir. Bunları anlatır. Birlikte kaçmaya karar verirler…
Bunu da duyan Bey küplere biner “kimseyi sağ komayın, kimin evinde bulursanız çoluk çocuk demeden öldürün diyerek adamlarını salar. Deli Hüseyin, Elif ve Karacaoğlan saklanırlar. Beyin adamları çadır çadır dolaşarak onları ararlar.
Deli Hüseyin, Karacaoğlan ve Elif köylülerin de yardımıyla, Bey’in adamları hangi çadırı aradıysalar oraya sığınırlar. Kimse Bey’e haber vermez. Olan biteni anlatmaz. Bey çıldırır…
Obada, her çadırın kapısına mantıvarlar asılır. Mantıvar, bir Türkmen adedidir. Kadınlar bir çadırda toplanırlar. Sevdalıları aralarına alırlar. Mantıvar açma bir talih açmadır. Bir tasın ya da bir kovanın içine her kadın, her genç kız öteberisini atar. Bir Kadında türkü söyleye söyleye su dolu kovadan öteberiyi çıkarır. Çıkan öteberi kiminse söylenen türküde onundur.
İşte bütün oba da şimdi bir aşığı, bir sevdalıyı korumanın sevinci içindedir. Sevdalıların bulundukları çadırın da içi dışı mantıvarlar donatılmıştır. Obayı da şu türkü sarmıştır:
Hey mantıvar mantıvar
Mantıvarın vaktı var
Mantıvara gelenin
Cennette beş tahtı var
Mantıvar ocak ocak
Biçerler kucak kucak
Mantıvara gelenin
Yeri cennet olacak
Olanları duyan Bey şaşırır, ağzını artık bıçak açmaz, kimsenin yüzüne bakamaz hale gelir.
Ovada düğün dernek edilir. Rivayet ederler ki, bu düğün düğünlerin en güzeli olmuştur. Karacaoğlan en güzel türkülerini burada söylemiştir. Yine rivayet ederler ki Karacaoğlan’ın “sıla, sıla” diye yanıp yakıldığı yer, kendi obası, anasının babasının yurdu değil de burasıdır.
Karacaoğlan’la Elif artık gecegündüz beraberdirler. Karacaoğlan’ın çadırından aşk türküleri, mutluluk türküleri duyulur. Ünü, insandan insana, obadan obaya yayılır. Karacaoğlan’ın ünü böylece yayılırken obada ona olan sevgi saygı da artar.
Güz gelir obalar Çukurova’ya inmiştir. Bütün Türkmen düğünleri de sonbaharda yapılır. Her obada belki otuz düğün olur. Düğünler başlamıştır. Karacaoğlan’ı da saz çalsın, türkü söylesin diye düğünlere çağırırlar. Töre olduğu için Karacaoğlan her çağrıldığı düğüne gitmek zorunda kalır.
Beyin Halil adında bir yeğeni vardır. Serseri mi serseri, ipsiz mi ipsiz, şımarık mı şımarık birisidir. Hangi obada bir kız görse sevdalanır, isteğine ulaşınca da kızı bırakıverirdi. Elif’e de gördüğü günden beri tutulmuş, ardından bir gölge gibi dolaşmaktadır.
Karacaoğlan’ın saz çalsın, türkü söylesin diye çağrıldığı birgün, Elif’i sıkıştırır. Elif yapma etme derken, Halil bir şartla senden soğurum der. Elim sana değmeyecek. Eğer seninle birlikte birkez yatarsak, kokun belki bana siner, senden soğur, vazgeçerim der
Elif belki kurtulurum diye kabul eder. Gece olur. Karanlık çöker. Yatağa girerler. Halil kıza dokunmamak için elinden geleni yapar. Eğer dokunursa kız bağıracak, elinden geleni ardına koymayacaktır.
Her şey her ikisinin de istediği gibi gerçekleşir. Fakat bu sırada Karacaoğlan Ceritlerin düğününde saz çalmaktadır. Birden sazın teli kırılır. Şaşırır. Ayağa kalkar. Rüzgar gibi yola düşer. Birgünlük yolu gözaçıp kapayıncaya kadar geçer. Çadırına geldiği zaman Halil’i Elif’le yatağında uyurken bulur. Üstlerine abayı örter.
Abayı gören Elif Karacaoğlan’ın gideceğini, bir daha dönmemek üzere gideceğini anlar. Olan olmuştur. Elif olan biteni annesine anlatır. Anası Halil’i öldürür. Halil’in ölüm haberi Bey’e gider. Bey Karacaoğlan’ın başına gelenlere üzülür. Onun aranıp bulunmasını ister. Bey’in adamları ve Deli Hüseyin günlerce obaları, dağları taşları ararlar. Karacaoğlan’ı bulamazlar.
Aradan yıllar geçer. Karacaoğlan’dan bir haber çıkmaz. Bir haber geliyor, Antep ilinde saz çalıyor. Bir haber geliyor, Erzurum yaylasında Akkoyunlular içinde. Bir haber geliyor, Arabistan’a geçmiş. Hama’da saz çalarken görülmüş.
Bey nereden bir haber duyarsa, atlılar oraya uçuyorlardı. Ama nafile. Gittikleri yerlerde sadece Karacaoğlan’ın türkülerini duyabiliyorlardı. Bey, Elif’e Karacaoğlan’ı buldurmadan ölürsem gözüm açık gider demişti ama bulduramadan da ölmüştü.
Yıllar geçti, Elif yaşlanmıştı. Birgün Karacaoğlan her şeyin aslını öğrendi. Elif’i bulmak için yola çıktı. Aradı, araştırdı, bulamadı.
Sonra birgün ona bir mezarlığı gösterdiler. İşte dediler. “İşte burada” dediler. Mezar tazeydi. Mezarın başucuna da bir dut ağacı fidanı dikmişlerdi. Hiçbir şey söylemeden mezarın başına çöktü. Sonra da ayağa kalkarak, sazını dut fidanına astı. Başındakilere “bu saz, burada sonsuza kadar kalacak” dedi. Oradan ayrıldı.
Aradan yıllar geçti. O saz orada asılı kaldı. Rüzgârla öttü. Saz eskidi, çürüdü. Yenisini taktılar. Dut yıkıldı. Yeni bir dut fidanı dikip sazı astılar. O gün bugündür saz, dut ağacında esen yelle öter durur.
Kaynak: Üç Anadolu Efsanesi, Yaşar Kemal, Adam Yayınları 1995 (Yeni baskı YKY 2004)
Derleyen: TAMER UYSAL