Getting your Trinity Audio player ready... |
Neden Ali Babacan? Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 12 Mart’ta ekonomi paketi açıkladı. İktidar medyası, reformu bir mucizenin müjdecisiymiş gibi karşılasa da ekonomistler içini “boş” bulmuştu. Peki, yıllarca ekonominin dümeninde oturmuş olan Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ne düşünüyordu? Eleştirilerin odağına işsizlik, yoksulluk ve yoksunluğun damga vurduğu bir ekonomi oturunca, bize de Babacan’a sormak kaldı.
– Cumhurbaşkanı paketi açıklarken “İnşallah Türkiye’yi dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri haline getirmek için gece gündüz çalışarak hedeflerimize ulaşacağız” dedi. Sahi, Türkiye dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olabilir mi?
Açıklanan paket önemli ölçüde bir hayal kırıklığı. İçinde belki teknik anlamda bazı sorunların farkına varılmasıyla ilgili izleri görüyoruz ama bu sorunların farkına varanların daha çok teknisyen ekip olduğunu anlıyoruz. Enflasyonun tek haneye indirileceği yazılıyken Cumhurbaşkanı’nın çıkıp da “Fiyat istikrarını artık bir kenara koyuyoruz” açıklaması birbiriyle 180 derece farklı bir konu. Fiyat istikrarı, fiyatların zikzaklanmaması demek. Yasal düzenlemelerimize baktığımızda temel görevlisi Merkez Bankası. Para politikalarının ana hedefinin fiyat istikrarı olduğunu söyleyerek geldik bugüne kadar. Bir yandan metinde yazdığı gibi tek haneli enflasyon sözü verirken bir yandan da Merkez Bankası’yla, para politikalarıyla olan kavgalı duruşun devamının izlerini gördük.
– Peki, “Kanal İstanbul’u öteliyoruz, altyapı projelerindeki ödeme sistemlerini değiştiriyoruz, Cumhurbaşkanlığı’nın harcamalarını kısıtlıyoruz, ihale yasasını güçlendiriyoruz” deseydi…
Öncelikle ekonominin düzelmesi sadece ekonomi politikalarıyla olacak iş değil. Özellikle hukukun üstünlüğü ilkesinin Cumhurbaşkanı tarafından içselleştirilmesi, somut adımlar atılması gerekiyor. Özgürlükler olmadan, sorunları teşhis etmeden, problemler üzerinde konuşmaya başlamadan çözüm aşamasına geçmek mümkün değil. Hastalığın tedavisini konuşuyoruz ama teşhisi konuşmak yasak. Hastalıktan bahseden herkes ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalıyor.
– Evet, siz bir süredir buna vurgu yapıyorsunuz. Erdoğan da siyasi istikrar ve güven ikliminin önemine dikkat çekti. Ancak sonra acaba bir özeleştiri mi gelecek diye beklerken, tersine “Demokratik ve ekonomik kalkınmanın temel şartlarından biri olan siyasi istikrarı kurumsallaştırdık” deyiverdi. Aslında iktidar da ne yapması gerektiğini biliyor; peki, demokratikleşmede niye zorlanıyor?
Zihniyet. Devletin en tepesindeki yöneten kişinin yakın çevresinin zihniyeti. Gerçekten çoğulcu bir demokrasiye inanıyorlar mı? Gerçekten devletin, her bir vatandaşın temel hak ve özgürlüklerini koruması gerektiğine inanıyorlar mı? Yoksa çoğulcu bir demokrasi değil de çoğunlukçu bir demokrasi mi var akıllarında? “Bana oy verenler bana yeter, diğerleri hiç önemli değil, onları ötekileştirebilirim, hain ilan edebilirim. Bana oy verenlere destek vereyim, yüzde 50+1’i cebime koyayım ve devam edeyim” mi diyor? Bunların izlerini çok açık görüyoruz.
– Ama kamuoyu araştırmaları gösteriyor ki artık yüzde 50+1 de garanti değil…
50+1’i artık göremiyoruz, doğru. Kararsız ciddi bir kitle var. Ama o çoğunlukçu demokrasi köşesine sıkıştıktan sonra tekrar o köşeden çıkıp da “toplumun geri kalan kesimlerin kucaklayayım” deme şansları yok.
– Niye?
Çünkü artık mevcut ekip ve zihin dünyalarıyla herhangi bir konuda başarı üretme şansları yok. Başarı üretemeyince ancak kutuplaştırarak, korkutarak oy toplama eğilimine giriyorlar. Dış güvenlik meseleleriyle korkutuyorlar, az kalan özgürlük alanlarını da kaybetmekle korkutuyorlar. Cumhurbaşkanı’nın sık sık söylediği “CEHAPE zihniyeti” sözünün arkasında “Bak, biz gidersek başörtüsü yasağı gelir; bak, biz gidersek imam hatipler kapatılır” gibi bir korku yaratma fikri var. Özellikle devletten sosyal destek alan yoksul kesimi de “Eğer biz gidersek bu desteği alamazsın” diye korkutuyor. Bu köşeye sıkışmaktır. Ellerinde çözüm üretecek kadro yok. İhale yasası dediniz az önce, dikkat edin metinler hep bir yönelimden bahsediyor. Kati bir duruş göremiyorsunuz. Öyle alışkanlıklar oluştu ki bu süreçte vazgeçmesi mümkün değil. Nemalanma mekanizması, önünde engel tanımaz. Halbuki yapması gereken çok basit. Avrupa Birliği’nin 28 ülkesinde uygulanan mevzuatı gelip Türkiye’de uygulamak.
– O yasa uygulansa ihaleler beş müteahhide gitmez mi mesela?
Kesinlikle, daha rekabetçi olacak. Kamu alımları şu anda acele işler kapsamına alınıyor, ağırlıklı olarak davet usulü yapılıyor.
– İktidar, ihalelerin aynı firmalara gitmesiyle ilgili bu kadar eleştiriye maruz kalıyor ya… Bunu göğüslemek hangi çıkara hizmet için?
Bunlar tabii gayri resmi ve örtülü ilişkiler olduğu için açık şekilde “‘ilişki budur” demek kolay değil, ama en küçük bir belediyede daha bu işlerde sistemin nasıl işlediği az çok belli. Rekabetin oluşmamasından kaynaklanan bir rant varsa, yüksek maliyet varsa… Yüksek maliyet devletin maliyeti ama yüksek rakam ihaleyi alanların eline geçiyor. Herhalde ihaleyi alan beş firmaya kalmıyordur diye düşünüyorum. Fakat devlette her şeyin kaydı, izi kalıyor. Dolayısıyla yarın bunların hepsi açığa çıkar. Hukuk dışı işlerin olmaması lazım.
– Ekonomik büyümede birçok gelişmiş ülkeyi geride bıraktık mı sahiden?
Büyüme bir bilmece. Sadece TÜİK’in açıkladığı rakamları bile yan yana koysanız büyük tutarsızlık var. TÜİK, “2019’dan 2020’ye istihdam azaldı” diyor. Yine TÜİK, “Çalışanların toplam çalışma süreleri de azaldı” diyor. Peki, çalışan sayısı düştüyse, çalışıyorum diyenlerin de çalışma süresi düştüyse o ülkede nasıl büyüme olur? Reel büyüme diyorlar fakat açıkladıkları enflasyon gerçek enflasyon değil.
– Erdoğan, TÜİK’i ilişkili kuruluş haline getireceklerini de açıkladı. Daha iyi mi olur?
Bağlı kurumlar vardır. Bir de bağımsız olduğu için ilgili/ilişkili dediğimiz kurumlar vardır. Mesela hukuken baktığınızda Merkez Bankası ya da kamu bankaları, BDDK, SPK, bakanlıklara dağıtılır ama emir-komuta zincirinde yer almazlar. Örnek; ben bakanken Merkez Bankası 11 yıl benimle “ilgili” kuruluş olarak değerlendirildi ama bağımsızdı. Mesela Merkez Bankası’nda diyelim başkan yardımcılarından birinin görev süresi dolunca, onun atamasıyla ilgili hükümetten birilerinin atama sürecini başlatması gerekiyor. İşte o ilgili bakan oluyor. Biliyorsunuz beş yıldır TÜİK Başkanı asaleten bile atanmadı. Vekâleten demek, “Seni oraya koyuyorum ama yarın ipini çekebilirim” demek. Tabii atamayla iş bitmiyor, yönetim tarzı da önemli. Ben ve Erdem Bey de ayrıldıktan sonra Merkez Bankası üzerinde çok ciddi bir baskı oluşturuldu. Kanunda bir değişiklik yapılmadı ama 2016 sonrası kararnamelerden birine bir madde konuldu: Eğer herhangi bir kamu kurumu hedefleri tutturamazsa yöneticisi değiştirilebilir. Merkez Bankası başkanlarının görev süresi dolmadan görevden alınması bu madde çalıştırılarak yapılıyor. Yoksa kanunda, “beş yıl için görevlendirilir, kimse dokunamaz” diyor. Ama o kararnameyle Merkez Bankası başkanı eğer Cumhurbaşkanı’nın kızdırırsa derhal görevden alınıyor. Böyle bağımsızlık olmaz.
– Piyasaların tepkisini nasıl okumalı? Ekonomi paketi açıklandı, fonlarda dalgalanma oldu…
Geçen yıl kasımda artık döviz kuru tamamen kontrolden çıkınca “akraba bakan” birdenbire ortadan yok oldu. Bir de Merkez Bankası başkanı değiştirildi. Teknik geçmişi olan bir isim görevlendirilince piyasalarda bir ümit belirdi. Kur bayağı bir aşağıya indi. Bir süre piyasalarda “acaba ders aldılar mı” gibi bir hava oluştu. Fakat bir baktık “akraba bakan” Cumhurbaşkanı tarafından gündeme getirildi, yaptıkları övüldü. Üzülerek söylüyorum ki şu anda görevdeki bakan arkadaşım da ayrılan “akraba bakan”ı övdü. Madem çok iyi işler yaptı, niye gitti, niye sen geldin? Bunlar kredibiliteyi çok etkileyen unsurlar. Döviz artmaya başladı, paket açıklandığı günlerde de piyasa bozuktu yani. Hatta o gün biraz daha bozuldu. Çünkü içeride kredibiliteye yardımcı olacak bir durum yok. Şu anda bu hükümetin söylediklerine kimse inanmaz, somut adım atmaları lazım.
– Herkes “damat” derken, siz neden “akraba bakan” diyorsunuz?
Yani bugün damat olur, yarın başkası olur, nepotizm hastalığı sadece kayınpeder-damat ilişkisi değildir. Daha genel anlamda akraba görevlendirmenin yanlış bir şey olduğunu vurguluyoruz. Damat diyerek tek bir kişiyi hedef alıyorsunuz, oysa bizim burada problemimiz yakın akrabanın bakan olarak atanması. İsterse en başarılı kişi olsun… Onu bile yapmaması lazım. En başarılı kişiyi bile sırf yakın akraba olduğu için oraya koyarsanız, o insana da yazık. Ben bazen bakıyorum, damada yüklenme çok fazla oluyor. Onu görevlendiren kişi… sanki onun hiç suçu yokmuş gibi. Herkes damatla uğraşıyor, onu göreve getiren kim? İlk milletvekili listesine konulurken bile “Yapmayın bunu, yanlış” dedik.
– Siz de mi?
Ben o zamanlar kopuş sürecindeydim ama biliyorum ki ilk milletvekili listesine konulurken o dönem yakın olan insanlar Tayyip Bey’e “Bunu yapmayın, bu çocuğa da yazık olacak, ilk defa bir ilkemizi bozuyoruz” dediler. Kendisi çok ısrarcı oldu. O günkü başbakan mecbur kabul etmek zorunda kaldı. Bütün bu olanların faturasını tek bir kişiye yıkmak doğru değil. Onun için mesela bu Merkez Bankası rezervlerinin erimesi konusunda, “Taraflı cumhurbaşkanı, akraba bakan beraber yaptılar” diyorum.
– Oraya gelelim o halde. “130 milyar doların siyasi hesabının verilmesi lazım” dediniz. Böyle bir paranın nasıl buharlaştığını da anlatır mısınız?
Biz buna “çarçur edilen para” diyoruz. Bunlar ağırlıklı olarak Merkez Bankası’nın kendisi tarafından değil, diğer kurumlar tarafından devlete ait döviz rezervlerinin satışıyla azalır. Merkez bankaları döviz satarak piyasaya müdahale edebilirler. Ama bizim fiyat istikrarı odaklı para politikasında döviz satışı sadece geçici piyasa düzensizliklerini dengelemek için yapılır. Yoksa kurun seviyesini belirlemek amacıyla yapılmaz. O zaman serbest kur olmaz. Önemli olan gecelik ve haftalık faizleri doğru yerde tutmaktır. Merkez Bankası’nın web sitesine bakın, 2014 yılına kadar bütün müdahalelerin şeffaf bir biçimde açıklandığını görürsünüz. MB başkanları değiştikten sonra baktık ki piyasaya hiç açıklanmadan, hem faiz düşük hem kur artmıyor gibi bir algı oluşturulmaya çalışıldı. Bu öyle bir tuzaktır ki bataklığa benzer. Çırpındıkça batarsınız. Nihayetinde ne oldu? Amaç kuru belli yerde tutmaktı. Fakat kuru sadece döviz satışıyla tutmaya çalışırsanız o zaman dövizi çarçur edersiniz. Türk Lirası hiç bu kadar değer kaybetmemişti. Problem şeffaf olunmaması. Siyasi olarak hesap verilmeli.
– Adalet Bakanlığı’nın Adıyaman’da açtığı dokuz kişilik temizlik görevlisi kadrosu için 5 bin 217 kişi başvuruyor, 1143’ü üniversite mezunu. Bir yandan dayanışma elbette çok kıymetli, ancak ekmek askıda, mama askıda, fatura askıda… Hayatın bu kadar “askıda” olduğu bir dönemi hatırlıyor musunuz?
Korkunç. İnanın içim cız ediyor. Türkiye’de yoksulluk intiharları başladı. Daha iki hafta önce genel merkez binamızın yanındaki inşaatta bebeğine mama alamayan bir babanın intihar girişimi oldu, bir arkadaşımız kendisini ikna etti de hayatına son vermekten kurtuldu. Esnaf borçlarını ödeyemiyor. Türkiye hiçbir zaman bu duruma düşmedi. Fırınlar biliyorsunuz marketlere ekmek dağıtıyor. Satılmayanlar da fırına iade ediliyor. Bayatlamış ekmekler… Soruyorum fırın sahiplerine, ne yapıyorsunuz diye. O bayat ekmeklerin özel müşterisi var. 30-40 kuruş daha azına almak için kuyruğa giriyorlar. Böyle bir şey yoktu Türkiye’de… Ancak bu gerçeği gören bir iktidar da kalmadı. Sorunları inkâr ediyorlar. Sayın Erdoğan’ın esnaf ziyareti yapması kolay değil artık.
– Reform paketinde 850 bin esnafın vergi ödemeyeceği maddesini gördük. Bu olumlu ama değil mi?
Bu 850 bin kişi, yani basit usulde defter tutanlardan ne kadar vergi alınıyor biliyor musunuz? 234 milyon lira. Bölün 850 bin kişiye. Yıllık 275 lira. Zaten çok az vergi ödeyen kısımdan bahsediyoruz. Bunu büyük bir şeymiş gibi açıklıyorlar. Kira desteği veriyoruz diyorlar, o kadar dolaşıyorum, daha alabilen esnafla karşılaşmadım. “Başvurduk, alamadık” diyorlar. Tabii kaynak da yok, tükettiler. Merkez Bankası’nın rezervinin eksiye düşmesi felakettir.
İTTİFAKI SEÇİM KARARI ALINDIĞINDA KONUŞURUZ
– Deva Partisi, bir yılda hedeflediği noktaya gelebildi mi?
Teşkilatlanma aşamamız ve büyük kongremizi yapmış olmamız nedeniyle artık seçime girme konusunda eşiği geçmiş bir partiyiz. Pandemi döneminde bire bir temasla kendimizi anlatmamız bir miktar kısıtlı oldu. Partiyle ilgili farkındalığı henüz istediğimiz noktaya getiremedik. Öte yandan da farkında olan vatandaşlarımızın tutumu çok olumlu. Diyelim İzmir’de bazı partilerin rahat dolaştığı ilçeler vardır, daha zor dolaştığı ilçeler vardır. Bizde öyle bir şey yok. Her ilçeye rahat giriyoruz, güler yüzle karşılaşıyoruz. Diyarbakır, Urfa’da, Muğla’da, Manisa’da da öyle. Dolayısıyla DEVA Partisi’nin bir karşı tarafı yok, tepkisel bakan bir kitle yok. Çok önemli bir fırsat bizim için.
– Tepki mi bekliyordunuz?
Amacımız her kesime rahatça ulaşabilmekti. Amaca ulaşmaktan mutluyuz.
– AKP geçmişinizle ilgili oluşan soru işaretlerini giderebildiniz mi?
İlk aylarda soruldu tabii ama bugün itibarıyla insanlar anlamış durumda. Ekibimizi gördükçe bakıyorlar ki her siyasi partiden, her görüşten insan var.
– Partinizi nerede konumluyorsunuz?
Pek çok kesimi yatay kesen sorun alanlarıyla ilgileniyor, çözüm üretiyoruz. Yepyeni bir siyasi kimlik inşa ediyoruz. Merkezin sağı, liberal, merkezin solu, muhafazakâr gibi yerlere oturmuyoruz. Her kesime hitap ediyoruz, öyle yola çıktık. Bize gönüllü olmak için başvuran 18 bin kişi, web sitemiz üzerinden ankete cevap verdi. Yüzde 30’u daha önce AKP’ye, yüzde 20 CHP, yüzde 10 HDP, yüzde 10 MHP, yüzde 10 İYİ Parti’ye oy veriyormuş. Yüzde 20 de hiçbir partiye oy vermemiş. Coğrafya dağılımı tüm Türkiye… Partiye gençlerin ilgisinin çok yüksek olduğunu da söyleyebilirim.
– Ufukta bir erken seçim görüyor musunuz?
Teknik olarak baktığımızda erken seçim Cumhurbaşkanı’na bir dönem daha hak veriyor. Dolayısıyla benim tahminim, vaktinden bir miktar önce seçim yaparak bir dönem daha kendine hak kazandıracak bir yöntem izleyeceği. Ama ne kadar erken? Ülke herhalde bu kadar sıkışmış durumdayken Cumhurbaşkanı’nı elindeki gücü riske atmayacaktır diye düşünüyorum. Seçim yasası, siyasi partiler kanunuyla, barajla oynayarak acaba oyunun kurallarını değiştirebilir miyiz diye bakıyorlar. Bir sorun da bizi ölçemiyorlar.
– Bu onların hareket kabiliyetini etkiliyor mu?
Elbette. Ölçemedikleri için ne yapacaklarına karar veremiyorlar. Barajı ne yaparsak Deva Partisi’ni engelleriz mesela. İttifakla ilgili neleri düzenleriz ki Deva Partisi’ni engelleriz? Rasyonel olan 2022’de seçim… Ama bir küçük ortak var biliyorsunuz. Desteğini çektiği anda hükümetin sürdürülebilirliği kalmaz.
– İttifak içinde yer almıyorsunuz ama bir yandan da ittifaka yakın duruyorsunuz…
Kuruluşumuzdan sonra tüm siyasi partilerle diyalog içinde olmaya gayret ettik. Bütün siyasi partilerle bayramlaşmak için adım attık, iktidardan ret, muhalefetten kabul aldık. Pandemi nedeniyle Zoom üzerinden bayramlaştık. Biz siyaseti kavga üzerinden değil, diyalog üzerinden yürütmek istiyoruz. Ama iktidar kapıyı kapattı. Arkasından geçen sene “güçlendirilmiş parlamenter sistem” çalışması başlattık. Genel merkezimizi açtıktan sonra muhalefet partileri ziyaretimize geldi, onlara çalışmamızdan bahsettik. Sizin de varsa çalışmanız, arkadaşlarımız konuşsun dedik. Partilerin bu konuda görevlendirdiği kişiler en az bir defa görüştüler… Kim, ne hazırlamış, istişare ettik.
– Diyelim yarın seçim oldu, tüm bu çalışmalarınızı bir mutabakat olarak seçmene duyuracak mısınız?
Mutabakata ulaşabilir miyiz bilmiyorum. Bütün partiler bir arada çalışmıyoruz. İkili görüşmeler bunlar…
– Niye bir araya gelmiyorsunuz?
Bu kadar erken bir aşamada bir ittifak görüntüsünün doğru olmayacağını düşünüyorum.
– Niçin?
Çünkü ittifak bir seçim ittifakı. Seçim bitince ittifak anlamsızlaşıyor. Kaldı ki son bir ayda diğer muhalefet partilerinin yaptıkları açıklamalara bakarsanız ittifak konusunda çok somut şeyler duymuyorsunuz. Örneğin Sayın Kılıçdaroğlu ve Sayın Karamollaoğlu’nun yaptığı basın toplantısını dönüp bir izleyin. İkisi de “Seçim yaklaşınca bunu konuşuruz” diyorlar. Bizim de kendimize özel bir sebebimiz var. Kendi özgün kimliğimizi öncelikle oluşturmamız lazım. Erken aşamada herhangi bir siyasi partiye yakın görünür, erken aşamada ittifakın içinde gibi algılanırsak vatandaşlarımız bizi anlamak için çaba göstermez, “Bunlar onlarla beraber” derler, bitti. Kendi zihinlerinde bizi bir torbaya atarlar. Halbuki bizim yeni bir parti olarak kendi özgün kimliğimizi oluşturmamız gerekir.
– Peki, ittifaklarla ilgili kararınızı ne zaman vereceksiniz?
Seçim kararı alındığında… Ama olumlu-olumsuz, hangi ittifakla bilemiyorum.
– Sahiden bir öngörünüz yok mu?
Yok, çünkü işler çok çabuk değişiyor. Siyasi partiler arasındaki diyalog çok önemli. Birbirimizi anlama egzersizi çok önemli. Siyasi partiler de değişiyor, yeni partiler kuruluyor. Ayrılmalar oluyor, işler de değişiyor. Güven de çok önemli. Bir kader ortaklığı yapılacak karşılıklı güven de çok önemli. Birbirlerini tanımadan, anlamadan bu güveni nasıl sağlarsınız. Sürekli şekil değiştiriyor siyasi partilerimiz, evrile evrile gidiyor. Bir yıl önceki durumla bugünkü durum farklı, muhtemelen bir sene sonra da biraz daha değişir. O gün geldiğinde, günün şartlarında değerlendireceğiz. Bugünden adını koymayı doğru bulmuyoruz.
– Ya HDP’nin kapatılması?
İlkesel olarak parti kapatmalara karşıyız. Bu sadece bizim değil Cumhurbaşkanı’nın da daha önce defalarca ortaya koyduğu bir bakış açısıdır. Tutarsızlık orada zaten. Zamanında defalarca kapatılmış bir partinin içinden çıkıp da başka partileri kapatma eğiliminde olması da büyük bir tutarsızlıktır.
– Orada MHP’nin kararlılığı görülüyor…
Küçük ortağın derdi onlar da hiçbir şey üretemiyorlar. Bugüne kadar Türkiye’nin hangi sorununu çözmüşler ki? Desinler ki sayın Bahçeli’nin Türkiye’ye şöyle bir faydası var… Böyle bir şey yok. Küçük ortağa sürekli büyük düşmanlar gerekiyor. Düşmanlık üzerinden beslenen bir siyasi yaklaşımdan söz ediyoruz. Birilerine saldırarak, hakaret ederek kendi kimliklerini tanımlamanın Türkiye’ye bir faydası yok. Biz ilkesel olarak parti kapatmalara karşıyız ama demokratik dünyada parti kapatmalar sıfırdır diye bir şey yok. Bizim kendi özelimize baktığımızda, burada önemli olan siyasetin demokratik ve meşru bir zeminde ilerliyor olması. Dolayısıyla Türkiye’de hiçbir siyasi partinin üzerinde bazı örgütlerin gölgesi dolaşmamalı. Buradaki uyarı o örgütleredir. Türkiye, sorunlarını meşru demokratik siyasetle çözebilecek olgunluktadır.
– Suriyeliler vatandaş yapılacak deniyor, bir seçim stratejisi mi?
Beyhude çaba. Şu anda hükümetin hızlı bir şekilde yapması gereken kendi vatandaşının sorununu çözmek. Bunu yapmayıp başka ülkeden gelenleri vatandaş yapıp onlardan gelen oylarla varlığını sürdürmeye çalışacaksa hiç uğraşmasın, bunlar beyhude. Oradan geleceğin çok fazlasını öbür tarafta kaybeder. Tamamen kendi şahsi bekası derdine düşmüş bir yönetim zihniyetiyle karşı karşıyayız. İktidar devam etsin de… Böyle baktığınızda bu ülkenin sorunları çözüm üretemezsiniz. Oradan gelecek desteğe bel bağlarsanız, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ne düşünecek! Onlar cepte diye mi düşünüyorlar? Şu anda ülkemizde olan Suriye vatandaşlarının bir an önce kendi ülkelerinde huzur ve refah içinde yaşayacakları bir ortamı sağlamak için çaba gösterilmeli.
DOSTUM SİSİ’YE DOĞRU GİDER BU İŞ
– Çavuşoğlu açıkladı, Mısır’la diplomatik düzeyde temaslarımız başladı. AKP geri adım mı attı? Sisi n’oldu?
Dış politikada iki önemli taşıyıcı sütun vardır: Biri ilkeler ve değerler sütunudur. İkincisi de ulusal çıkarlardır. Kuşkusuz bizim ülke olarak ilke ve değerler açısından baktığımızda demokrasiden yana bir duruş ortaya koymamız lazım. Eğer insanların, sivillerin hayatı söz konusuysa orada bir kaygı duymamız lazım. Sırf ulusal çıkardır diye on binlerce insanın hayatını kaybedeceği konuda gözünüzü karartarak hareket ederseniz, bu doğru değil. Bir yandan da çıkarlar, sabit büyüklükte bir pastayı paylaşmak değil. Pastayı nasıl büyütürsünüz, herkes nasıl kazanır, önemli olan odur. Böyle baktığımızda Türkiye’nin uzun vadede kader ortaklığı yapacağı bölgelerde tabii ki demokrasi, hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü çok önemli. NATO ittifakının ruhunda da bu vardır. Demokrasinin işlemediği ülke yoktur. Demokrasinin kalitesi belli bir yere geldiğinde ülke daha öngörülebilir oluyor. Ama tek adam sistemi varsa öngörülemez oluyor. Bir kişinin dürtüleri, tavrı ülkenin her şeyini değiştiriyor. Bu, Türkiye demokrasinin olmadığı ülkelerle kavgalı olmalı anlamına gelmiyor. Kaldı ki şu andaki hükümetin, daha doğrusu Erdoğan’ın ciddi bir tutarsızlığı olduğunu görüyoruz. Dostum diyerek sarıldığı liderlerin pek çoğunun ya bir monarşinin başında olduğunu görüyoruz ya da bir başka otokratik sistemin başında olduğunu. Öyle bakınca, Mısır’la ilişkilerdeki bu soğuk tavrın hiçbir tutarlılığı yok. Hüsnü Mübarek Mısır Cumhurbaşkanı iken Mısır ile Türkiye’nin ilişkileri kopuk muydu? Sayın Erdoğan, “Ben onun elini sıkmam, masasına oturmam” diyor muydu? Tam tersine biz Mübarek cumhurbaşkanı iken Doğu Akdeniz konusunda Mısır ile ilgili görüşmelerimizi çok ilerletmiştik. En uzun kıyı şeridi olan ülke Mısır ve Türkiye. Mısır ile Türkiye anlaştığı zaman bütün bu coğrafyanın şekillenmesine yardımcı olur ve her iki ülkenin çıkarları da maksimize edilmiş olur. Bizzat kaç kere Sayın Mübarek’in odasında haritalar üzerinde çalışma yaptık. Biz bunu yaptığımızda “Diğer ülkelerle daha iyi anlaşırız ve Doğu Akdeniz’in tümünde istikrar istiyorsak bunun iki ülkesi Mısır ve Türkiye’dir” dedik. Sonra Arap Baharı oldu, Mursi geldi. Onların da devlet tecrübesi eksikliği vardı. Şimdi yeni bir yönetim var. Türkiye, Mısır’dan uzak durdu, ne oldu? Ülkenin çıkarları Doğu Akdeniz’de çok büyük zarar gördükten sonra mı Sayın Erdoğan’ın aklına geliyor da “Darbeci Sisi” oluyor, “Dostum Sisi”. Yarın görürsünüz Dostum Sisi’ye doğru gider bu iş. Gitmezse de tüm ülkeler bir araya gelir, Türkiye haklı olduğu yerde haksız duruma düşer ve Doğu Akdeniz’deki milli çıkarlarımız büyük zarar görür.
– Esed, Esad olur mu?
Oradaki durum biraz daha farklı. Öncelikle Suriye’nin uzun vadede nasıl bir ülke olarak şekilleneceği çok belirleyici. Pek çok ülke bu son dönemde tutum değiştirdi. Pek çok ülke Esad’sız bir ülkeye göre planlarını yaparken şimdi Esad’ın içinde olduğu senaryolar konuşulmaya başlandı. Burada önemli olan bir ülkenin dış politikasının tek bir kişinin dürtüleriyle şekillenmemesi. Bu ülkenin yetişmiş, tecrübeli diplomatları var. Hem istihbarat hem asker bürokrasisinde çok kıymetli insanları var. Teknik kapasiteyi sonuna kadar kullanması ve Türkiye’nin yeni fotoğrafa bakarak bir Suriye stratejisi oluşturması lazım. Amaç da mutlaka en kısa zamanda Suriye’de istikrarın ve barışın sağlanması olmalı.
– Kürdistan haritalı Papa pulu için diyecekleriniz?
Bunlar yeni değil. 20 sene öncesine gidin, arada haritalar çıkar. Hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Türkiye’nin özgüveni ne kadar yüksekse bu haritalar da o kadar gündeme gelmez. Özgüveni düşük olduğunda bu haritalar mesele olur.