Getting your Trinity Audio player ready... |
AKLI başında, vicdan sahibi her yurtseverin ortak paydada buluştuğu bir ülke gerçeği var:
AKP iktidarı döneminde ülkemizin hemen her alanda büyük zaman kaybına yol açan bir gerileyiş sürecinden geçtiği gerçeği…
Elimizde ne kadar zaman kaybı yaşandığını gösterecek bir ölçek yok ama göstergelere bakarak, kimimize göre çağın gerisine düştük, kimimize göre yeniden toparlanmak için iki, üç nesil geçmesi gerekiyor.
Uygar dünya adım adım ilerlerken bizim iki, üç nesil geçmesini beklemeye tahammülümüz olmadığı da başka bir yadsınamaz gerçek…
Bugünkü siyasi konjonktürde özellikle ülkeyi yöneten zihniyette bir geri dönüşle toparlama sürecinin başlamasının mümkün olamayacağı açık ve net.
Tersine İktidarın kaybolan itibarı dolayısıyla koltuk kaybetme ve hesap sorulma kaygısıyla, daha agresifleşeceği ve bunun da çöküşü daha derinleştirmesi olasılığı oldukça yüksek.
Yakın gelecek için iktidara en büyük aday olan devletin kurucu partisi CHP ise silkelenerek sırtındaki kamburdan kurtulup yeniden Atatürk’ün CHP’sine dönmedikçe umut olmaktan çok uzak.
Dileyelim ve bekleyelim ki yapılacak ilk seçimler bir kazaya belaya uğramadan tamamlansın, ülke yönetiminde devlet adamı liyakatine sahip, sorumluluk duygusu yüksek bir siyasi kadro işbaşına gelsin…
Bu mümkün olabilir mi?
Elbette olabilir.
Ezoterizmle ilgilenenler bilirler:
Tarihsel kökeni batık Mu uygarlığına kadar inen “Gizemcilik” ya da “Gizli Öğreticilik” diye anılan ezoterik öğretiye göre insanlık birbirini izleyen yükseliş ve çöküş periyotları yaşar. Yükselişler zirveye ulaştığında inişler başlar, inişler de dip yaptığında yeniden yükseliş başlar ve böylece sürüp gider.
Bunun çok güzel bir örneğini kendi tarihimizde yaşadık.
Osmanlı imparatorluğu çökerken ve her şeyin bittiği düşünülürken Atatürk adlı bir deha zuhur edip o günlerin bütün olumsuz koşullarına karşın ülkeyi altın çağına taşıdı.
O eşsiz insanın sonsuzluğa göçünden sonra da yeniden bir çöküş dönemine girdik ve bugün çöküşün dip yaptığı noktadayız.
Ezoterik öğretiye göre çöküş dönemi yaşanan çağımızda bir yükseliş süreci başlayacak artık.
Bu bizim için de geçerli…
*
YENİ gelecek dönem, ülkeyi yönetecek siyasiler için çok zor uzun bir yol olacak…
İşte bu nedenle “bugün”ü tartışmayı bırakıp ülkeyi yönetecek olanların toplumla bağının güçlenmesi, ülke sorunlarını daha net ve kapsamlı olarak görebilmeleri için…
Sorunların çözümüne esin kaynağı olmak için…
Toplumun doğru ile yanlışın ayırdını yapabilmesine fırsat tanımak için…
Particiliği falan bırakıp ülkemizle ilgili her konuda yarınlarla ilgili beklentilerimizi, öngörülerimizi, deneyim ve birikimlerimizi konuşalım, tartışalım her ortamda paylaşalım.
Şirazesinden çıkmış, ulusun birlik ve bütünlüğünün sağlanmasından, çevreciliğe, sanattan, ekonomiye, seçim sistemine, eğitime, dış siyaset stratejisine, hukuk düzenine varana kadar konuşulması, sıcak gündem yapılması gereken o kadar çok konu var ki…
Bunları konuşalım…
Milyonlarca Suriyeliye her türlü destek sağlanır, evler inşa edilirken, çöp konteynırlarına muhtaç olan, yaz kış sokaklarda yaşayan evsiz barksız bizim insanlarımızı sefaletten kurtarmak için ne yapmalı bunu konuşalım…
“Akıl akıldan üstündür” derler ya, konuşulan ve makul olan her düşünce kamuoyunun bilincinde billurlaşır, kökleşir, ülkeyi yönetmeye talip olanlara sorun çözümüne uygun stratejiler geliştirmeleri için esin kaynağı, izleyecekleri yolun rotasının saptanması için rehber olur.
*
BUGÜN ülkemizin yaşadığı sorunların en çürük halkası, aynı zamanda çözümü en zor olanı cehalet…
Çürüyen, çağdışı kalan eğitim kurumlarımızı, eğitim sistemimizi yeniden sağlıklı yapıya kavuşturmak, eğitim ordumuzu yeni baştan organize etmek hem pahalı hem uzun zaman isteyen çok zor bir iştir.
Ancak eğitim sistemi pratiğinde etkisi kesin başka araçlar da vardır ve bunların başında aynı zamanda toplumun sesi olan basın gelir.
Eşsiz Atatürk’ün “Basın, milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve irşatta, bir millete muhtaç olduğu fikrî gıdayı vermekte, hulâsa bir milletin hedefi saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini teminde, basın başlı başına bir kuvvet, bir mektep, bir rehberdir” diye tanımladığı basın…
Günümüzde özgürlüğü olmayan, hızla yozlaşan basın sektörü 80’li yıllara kadar saygın bir meslekti, her isteyen gazeteci olamazdı.
Sözgelişi sırf tiraj almak için 6-7 Eylül skandalının tahrikçisi olan ancak okurun itibar etmediği, saygınlığı olmayan türden naylon gazeteler de vardı ama genel olarak basın meslek kurallarına harfiyen uyardı.
İzninize sığınarak, yıllarca emek verip, ekmeğini yediğim basın mesleğinin geçmişteki parlak günlerinden söz etmek ve gazetecilik mesleğinin bugünlere nerelerden geldiğinden söz etmek istiyorum.
Hürriyet Gazetesi’nin habercilikteki başarısı ile tiraj rekorları kırıp “Basının Amiral Gemisi” diye anıldığı günlerden…
O yıllarda tiraj alanında ikinci büyük gazete Kemal Ilıcak’ın sahibi olduğu sağ eğilimli Tercüman Gazetesi idi ve onu tarihi bir kişiliğe sahip Ali Naci Karacan’ın yarattığı Milliyet gazetesi izliyordu.
Yine izninize sığınarak meslek hayatımın en değerli zamanını yaşadığım, aynı zamanda konu ile çok yakın bağı olduğu için hem kişilik olarak hem meslek anlayışı ile ilkeli duruşu ile zarafeti ile mesleğe büyük değer katan Abdi İpekçi yönetimindeki Milliyet gazetesinden söz etmek istiyorum.
Milliyet Gazetesi eğitimli kesimlerin, akademisyenlerin, yüksek bürokrasinin en büyük itibarı gösterdiği yayın organıydı.
Cumhuriyet Gazetesi de benzer saygınlığa sahipti.
Milliyet Gazetesinin bir özelliği de basının duayenlerinden merhum Namık Sevik yönetimindeki spor haberleri servisinin kadro ve kalite zenginliği idi. Bu da Milliyete “Okunmaya arkadan başlanan gazete” şeklinde nitelendirme kazandırmıştı
Bunun anlamı gençlerin en çok okuduğu gazete demekti.
Teknik servislerde olsun, idari kadrolarda, editoryada, habercilik alanında, yazar kadrolarında olsun, Hey Dergisi gibi magazin basınında büyük rüzgârlar estiren yan yayın kuruluşlarında olsun, birbiri ile yarışan, rakip gazetelerde olsun biri ötekinden değeli insanlar tanıdım o yıllarda…
Ne var ki, 80’li yıllarda büyüyen ekonomik sorunlar bütün sektörleri etkilerken ozan Özdemir Asaf’ın “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” dizelerini hatırlatırcasına en hızlı çöküş basında yaşanmaya başladı.
O günlere gelene kadar kural olarak gazete sahiplerinin gazetecilikten başka işi olamazdı.
Kural ilk kez basına meslek ciddiyeti ve ilkeleriyle model olan Abdi İpekçi’nin suikasta kurban gitmesinden sonra delindi.
Ardından gazeteler birer birer basını devletle ilişkilerinde çıkar aracı olarak kullanan iş adamlarının hegemonyasına girdi ve ne basın özgürlüğü kaldı ne meslek etiği…
Balık baştan kokar timsali çıkarcılık mikrobu çalışanlara da bulaştı.
İhale takipçisi yanardöner köşe yazarları, iktidara borazanlık yapıp ulufe toplayanlar, kendi hesabına el altından ücret karşılığı şirket haberleri yapanlar, hediye paketleri, gezi davetleri beklentisiyle ajans haberlerine noktasına virgülüne dokunmadan kendi imzasını atan emek hırsızları…
Daha çok resmi ilan almak için satış rakamlarının üstünde baskı yapıp bedava dağıtılan yalaka gazeteler…
*
BUGÜN yangın yerine döndürülen ülkemizde “ilk kurtarılacak” konumda olan basının hastalıklarından arındırılması için gazetelerin iş adamları ve yakınlarının tasallutundan kurtarılıp, sahiplerinin mesleği sadece gazetecilik olan kişiler olması kuralına geri dönülmesi gerekir.
Sahibinin mesleği sadece gazetecilik olan tek gazete Sözcü’nün aynı zamanda fiili satışı en çok olan gazete olması ibret alınması gereken bir örnektir.
Bunları konuşalım…