Getting your Trinity Audio player ready...
|
28-29 Kasım 2020 tarihlerinde gerçekleşen Eğitim Sen 11. Olağan Genel Kurulu’nda sonrası, sendikadaki grupların açıklamaları ülkemiz ve emekçi sınıfların mücadelesi açısından önemli. “Sendika içi tartışmadır, bizi ilgilendirmez” denemez. Zira Eğitim Sen’deki aklı karışık emekçileri, bağımsızlık, emek, laiklik mücadelesine yöneltmeliyiz. Dahası Eğitim Sen’deki anlayışlarla ideolojik tartışma yapmalıyız ki milletimiz yanlış fikirlerden etkilenmesin.
Eğitim Sen’deki temel sorun, ülkemizin temel çelişkisine ilişkindir. HDP’ye yakın olan Demokratik Emek Platformu (DEP), bildirgesinde temel çelişkinin “Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık arasında” olduğuna yönelik şu cümleler geçiyor:
“Ekonomik bazda kar-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihsel birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek, ekonomizm yaklaşımının temelidir. Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerekir. Tarih, toplum ve siyasal erkten bu denli kopuk bir değer tarifinin düşüncesi bile çok problemlidir. Bireyi sermayedar ve işçi olarak tanrılaştırsak dahi, değeri bu anlayışla oluşturamazlar. Ekonomik değerlerin tarihsel-toplumsal niteliği çok açıktır. İşte bu yüzden Temel Çelişki; Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık arasındadır.”
DEP, bu cümlelerinden dolayı sınıflar arasındaki çelişkiyi inkar ettiği, emek ve laiklik mücadelesinden vazgeçtiği, Abdullah Öcalan’ın ekolojist, Yerel ve Konfederal Komünalizm içeren “Demokratik Modernite” tezine dayandığı eleştirileriyle karşılaştı. DEP ise bu eleştirileri sınıf indirgemecisi buluyor ve fordist üretim biçimine ve endüstriyel kapitalizm döneminin çalışma ilişkilerine şöyle dayandırıyor:
“Özellikle DSD [Devrimci Sendikal Dayanışma] ve Emek Hareketi’nden arkadaşlarımız yaşanan krizin öznesi olmamasına rağmen ısrarla sendikal mücadele anlayışlarımızın uzlaşmaz noktada olduğunu dile getirip kendilerinin sınıf mücadelesi yürüttüklerini, bizim ise ‘emek sermaye çelişkisini ve emeğin devrimci rolünü talileştiren, kültür-kimlik politikalarını esas alan, devlet-sivil toplum karşıtlığı ekseninde bir radikal demokrasi projesi tezahürüne dönüşmüş sendikal anlayış’ içinde olduğumuzu ifade etmektedirler…
Yine de sendikal mücadele anlayışımıza dair birkaç söz söylemek gerekirse; kapitalist sömürü ilişkisi; işçisi, kamu emekçisi, mevsimlik tarım işçisi, kadını, genci, işsizi, emeklisi, kısacası toplumun tüm kesimlerini kapsayacak şekilde en kılcal damarlarına kadar nüfuz ediyor. Güvencesizlik sadece iş, sosyal güvenlik, ücret vb. değil gelecek ve can güvenliği açısından da temel yaşam biçimi haline getirilmek istenmektedir. Bir avuç azınlık dışında kimsenin güvencesi kalmamıştır. Kapitalist sistem en vahşi dönemini yaşıyor dersek yanılmış olmayız. Örgütlü tek bir birey dahi bırakmamak dönemin ruhu haline gelmiş durumdadır. Böylesi bir sürece sendikaların yüzyıllık yapılarıyla ve daha çok da fordist üretim biçimine göre şekillenmiş yapılarıyla cevap olamayacakları açıktır ki zaten olamamaktadırlar. Endüstriyel kapitalizm döneminin çalışma ilişkilerine göre biçimlenmiş sendikal yapılar, gerek örgütlenme gerekse de mücadele anlayışı itibariyle yeni süreci karşılayamamakta ve sermayenin bu saldırı dalgasıyla baş edememektedirler. Bu durum sendikal harekette duraklamaya, daralmaya ve giderek bir krize yol açmaktadır. Bu sendikal anlayışı aşan yeni arayışların tartışılması gerekmektedir.
Yeniden inşa
Dolaysıyla günümüzde sendikalar salt emekçilerin iş yaşamlarında yaşadıkları sömürüye karşı mücadeledeki araçları olarak ele alınamaz. Bu dar bakışın emekçileri sisteme yedeklediği biliniyor. Sistemin çizdiği çerçevede hareket etmek sendikaları bilinçli ya da bilinçsizce sistemin organları haline getirmektedir. Gerek ülkemizde ve gerekse de dünyada bunun sayısız örneği bulunmaktadır. Bu açıdan sendikaları emeğin ve toplumun özgürlük ve eşitlik mücadelesinin önemli bir bileşeni olarak yeniden inşa etmek gerekir. Sendikalar emekçileri devletçi-sınıflı sistemden koparma göreviyle bir mücadele yürütmek zorundadırlar. İşte sınıf mücadelesi tam da budur. Sınıf mücadelesini toplumsal mücadeleden koparan tüm anlayışlar eninde sonunda sistemle uzlaşır, uzlaşmaktadırlar. Gerisi laf-ı güzaftır…
Geleneksel sendikal anlayışlar, toplumsal mücadele ile sendikal mücadeleyi bir türlü bütünleştirememekte, dar sendikal haklar ve ücret sendikacılığından kurtulamamaktadır. Geleneksel anlayışın, tüm bu çıkmazlar karşısında on yıllardır denenen mücadele ve örgütlenme modellerini dayatması, klasik sınıf indirgemeci yöntemler dışında bir hedef koyamaması, aynı zamanda sığınmacı bir kolaycılığı da ifade etmektedir…
Yaklaşım farklılıklarımızı laiklik karşıtıymışız gibi sunmak asgari mücadele hukukunu dahi zedeler niteliktedir.” [1]
İşçi sınıfına iktidar olmaktan uzaklaşma çağrısı
DEP, her ne kadar sınıf mücadelesini savunduğunu belirtse de sendikalara “emekçileri devletçi-sınıflı sistemden koparma görevi” vererek aslında sınıf mücadelesini önemsiz gördüğünü gösteriyor. DEP sonuçta işçi sınıfını iktidara gelme yani devleti yönetme hedefinden vazgeçmeye çağırıyor.
Anadilde eğitim ülkeyi böler
Türkiye Komünist Partili öğretmenler yayınladıkları bildiride Eğitim Sen Genel Kurulu’nun “sendikanın sınıf uzlaşmacı bir çizgiye teslim olduğunu ilan eden bir toplantı olarak” kayıtlara geçtiğini tespit ediyorlar.[2]
Emperyalizm çağında temel çelişki nedir?
Eğitim Sen‘deki grupların açıklamalarına baktığımızda emek mücadelesi bağımsızlık (antiemperyalizm), milli devlet, milli birlik, milli değerler yönlerinden ele alınmıyor. Bu, emperyalizmi görmeyen, kendi devletini hedefe koyan, dolayısıyla aslında emperyalizmin işini kolaylaştıran bir söylem. Eğitim Sen‘deki gruplar, dolayısıyla bu grupların dayandığı partiler emperyalizm çağında olduğumuzu kavramamış.
Emperyalizm çağında temel çelişki emperyalizmle devletler arasındadır. Devletler parçalanmamak için emperyalizme işçisi, köylüsü, sanayicisi, tüccarıyla yani millet olarak direniyor.
Lenin’in “dünyanın, şimdi gördüğümüz gibi, çok sayıda ezilen millet ile muazzam zenginliklere ve güçlü silahlı kuvvetlere sahip bir avuç ezen millet arasında ikiye bölünmesi” diye tanımladığı emperyalizm çağındayız. Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Emperyalizmin temel özelliği sınırsız sömürü ve bu yolda gerektiğinde ülkeyi işgal etmektir.
Sermaye sınıfının çıkarı emperyalizmle çelişiyor
Bugünün gerçeği nedir?
Sanayicimiz, çiftçimiz üretimden vazgeçiriliyor. Üretemediği için de mülksüzleşiyor. Bizzat kapitalist sınıf mülksüzleşiyor. Sanayicilerimiz üretimin, sosyal devletin önemine dikkat çekiyor. Ülkemiz üretimden vazgeçirilerek sıcak parayla, dövizle teslim alınmak isteniyor. İktidarın üretimdeki yalpalamalarını belirtelim, ancak ona bunu dayatan kimler?
Emperyalistler. Yani üretimden vazgeçirip işçi sınıfımızı da işsiz, güvencesiz, hatta vatansız bırakmaya çalıyorlar. Emperyalizmle sınıf mücadelesi arasındaki bağlantıyı kurulmazsa en sonunda emperyalizm “kurtarıcı” olarak gözükür. Çünkü ülkemizdeki ekonomi, demokrasi, laiklik, insan hakları gibi sorunlarda bunların çözüm yeri emperyalist devletler, kurumlar olabiliyor. Örneğin geçenlerde muhalefet partisinden eski bir milletvekili iktidarı, kaynakları üretime yönlendirmediği için değil, yabancı yatırımcıya güvence vermediği için eleştiriyordu. Yabancı yatırımcının kendi devletinin desteğiyle hareket ettiğini kim inkar edebilir!
Dolayısıyla sanayicisi, çiftçisi, tüccarı, işçi sınıfıyla milletimizin çıkarı emperyalizmle çelişiyor. Temel çelişki “Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık arasında” değil, emperyalizmle millet arasındadır. Dahası “Devletli Uygarlık” kavramı saçma. Devletin kendisi, sınıflı toplumun yansıması. Devleti belli dönem bir sınıfın temsilcisi yönetiyor. Devleti hedefe koyduklarından sınıfları, sınıf mücadelesini de hedefe koymuş olurlar.
Peki emperyalizme karşı milletin, dolayısıyla emekçinin de haklarını en iyi hangi sınıf gözetir?
İşçi sınıfı. İşçi sınıfı inkar ettiğinizde emeğin de milletin de hakları gözetilemez. İşçi sınıfı iktidara gelecek, yani devleti yönetecek ki haklarını en iyi şekilde gözetsin.
İşçi sınıfı iktidara nasıl gelecek?
Taleplerini milletin talebi haline getirerek. Marks ve Engels birlikte yazdıkları “Komünist Parti Manifestosu” adlı eserde işçi sınıfının “siyasal iktidarı ele geçirmek” için “kendini ulusal sınıf düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda” olmasından bahseder. İşçi sınıfı, taleplerini toplumun talepleri haline getirebildiği, toplumla birleşebildiği ölçüde toplumun bütününü kucaklayan bir sınıf, kısaca ulusal sınıf haline gelebilir. Marks ve Engels için, kendi çıkarını toplumun çıkarı haline getiren işçi sınıfının “kendisi de ulusaldır.” [3]
İşçi sınıfı üretimi, üreteni savunmalı
İşçi sınıfı üretimi, üreteni savunarak milletin güvenini kazanır ve önderlik edebilir, yani ulusal sınıf haline gelir.[4] Örneğin tütün fabrikasına sahip çıkan işçi, tütünü üreten çiftçinin, satan bakkalın (esnafın) da taleplerine sahip çıkarak, kendi çıkarını toplumun çıkarıyla birleştirmektedir. Dahası üretimden vazgeçirilen, mülksüzleşen sermaye sınıfının haklarını emperyalizme karşı savunabilir.
Türk Milleti’nin birliğine, Atatürk, Türk Bayrağı, İstiklal Marşı, Andımız gibi millî değerlere, milletin on yıllarca emeğinin ürünü fabrikalara, Mavi Vatan, Kıbrıs, Ege, sondaj çalışmaları gibi vatanı ilgilendiren konulara, FETÖ, PKK gibi vatan ve millet birliğini hedef alan yapılara karşı mücadele dünya kapitalizminin; yani emperyalizmin emek sömürüsü önünde engeldir. Emperyalizme karşı bu mücadeleler emek mücadelesini geliştirir, emekçiyi gözetir.
Bundan dolayı TKPli öğretmenlerin DEP’i “sınıf uzlaşmacı bir çizgiye teslim olduğu” için eleştirmesi, işçi sınıfının mücadelesini ileri taşımıyor. Aksine işçi sınıfını üretenden uzaklaştırarak yalnızlaştırıyor. İşçi sınıfının iktidara yürümesinin önüne geçerek hep muhalefette olmasına neden oluyor. Dahası emperyalizme karşı vatanın bağımsızlığını, milletin birliğini zor duruma düşürüyor.
İşçi sınıfı üretimi, üreteni, milli değerleri savunarak millete önderlik edebilir, iktidara gelebilir ve haklarını daha iyi savunabilir.
MUSTAFA SOLAK
[1] “Demokratik Emek Platformu: Sendikaları yeniden inşa etmeli”, Yeni Yaşam, 7.12.2020 , erişim tarihi 7.12.2020, http://www.yeniyasamgazetesi.info/demokratik-emek-platformu-sendikalari-yeniden-insa-etmeli/?fbclid=IwAR0Pp90iB_KwNiB-X3qPrIGVfpDyJ1obO5UkJe4twnNeYERqnL4RwQwdc8s
[2] “TKP’den Eğitim-Sen açıklaması: Uzlaşmacılığa teslim olmuştur, gereken adım atılacaktır”, Sol, 10.12.2020, erişim tarihi 10.12.2020, https://sol.org.tr/haber/tkpden-egitim-sen-aciklamasi-uzlasmaciliga-teslim-olmustur-gereken-adim-atilacaktir-21237
[3] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev. Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 1999, s.69’dan aktaran Halit Erdem Oksaçan, Türk Devrimi’nin İlkeleri: ALTI OK, Düz Yazı Yayınevi, İstanbul, 2016, s.97-98.
[4] İşçi sınıfının ulusal sınıf haline gelmesiyle ilgili “ATATÜRKÇÜLÜK/ 100 Soru-Yanıt” kitabımı inceleyebilirsiniz.