Getting your Trinity Audio player ready... |
Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)
Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında 30 Ağustos öncesi günleri anlattığı bölümde, İşgal İstanbul’unda yaşadıkları acıları anlatır. İşgalcilerle onlardan güç alan Rum ve Ermenilerin Türkleri aşağılamalarını, bundan daha da acı olan sözde Türk olan bazı soysuzların işgalcilere yaltaklanmalarını iğrenerek betimler. Sonra 30 Ağustos Zafer haberinin duyulmasına gelir; o zamana kadar içi kan ağlayarak yaşamaya çalışan Türklerdeki büyük sevinci/ coşku selini anlatır. Ve şöyle devam eder: “nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın pençesinden, vicdanımızı ve düşüncemizi Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.”
Falih Rıfkı’nın, “yurdumuzu Batı’nın pençesinden kurtarmayı 30 Ağustos’a borçluyuz” sözüne katılıyorum, ama “vicdanımızı ve düşüncemizi Doğu’nun pençesinden kurtarmayı” 30 Ağustos’a değil, başta Cumhuriyet olmak üzere Atatürk Devrimlerine borçluyuz.
Atatürk eğer, Kazım Karabekir, Rauf Orbay ve diğer paşalar ve onlarla aynı görüşte olan Adnan Adıvar- Halide Edip benzeri aydınlar gibi düşünüp, Zafer’den sonra devleti Padişah’a teslim etseydi, “vicdanımızı ve düşüncemizi” Doğu’nun pençesinden kurtaramazdık.
***
Emperyalist ajanlarının dolduruşu ile Atatürk’e karşı çıkan gericilerin görüşlerinin tersine, biz dinimizi de Atatürk Devrimleri sayesinde öğrendik.
Şevket Süreyya Aydemir, bir anlamda özgeçmişini anlattığı “Suyu Arayan Adam” adlı kitabında anılarını yazmıştır.
Öğretmen okulu öğrencisi iken, Birinci Dünya Savaşı çıktığında yedek subay olarak askere alınır. Gündüz askeri eğitim yaptırılan askerlere, akşam yemeğinden sonra, yemekhanede ders verilir. Öğretmen olduğu için bu görevi ona vermişler. Bir gün askerlere, “hangi dinden olduklarını?” sormuş. Çoğu dinini bilmiyormuş. Pek azı “İslâm dininden” demiş.
Gerisini kitaptan yazalım: “Peygamberiniz kimdir?’ deyince onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi: ‘Peygamberimiz Enver Paşa’dır!’ dedi.
İçlerinden Peygamberin adını duymuş olan birkaçına da: ‘Peygamberimiz sağ mı? Ölümü?’ deyince iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu…”
Şevket Süreyya’nın yoklaması böyle sürüp gidiyor. Osmanlı topraklarının çok değişik yörelerinden gelmiş, çoğunluğu Anadolulu erlerin dinleri hakkında bilgileri böyleydi…
***
AKP’li Cemil Çiçek diyor ki “Cumhuriyet olmasa, 7 çocuklu yoksul bir köylü çocuğu TBMM Başkanı olamazdı. Bunu kazandıranları, başta Aziz Atatürk’ü rahmetle anmak lazım. Anmayanlar nankördür.”
Cemil Çiçek gibi ben de bir köylü çocuğuyum…
Osmanlı döneminde devlet köye iki amaçla uğrardı…
Birincisi öşür vergisini almak için. Her yıl harman zamanı mültezimler gelir, normalde onda birini alması gereken ürünün yarısını alır giderdi…
İkincisi de savaş çıktığında zaptiyeler gelir, eli silah tutan erkekleri toplar götürürdü…
***
Dinleri hakkında bu kadar bilgileri olan Anadolu insanının diğer bilgilerini siz düşünün!
Bunu bilen Atatürk, “size savaştan sonra gereksinimimiz olacak” diyerek öğretmen ve öğretmen okulu öğrencilerini savaşa almadı. Hatta savaş sürerken öğretmenleri toplayarak Ankara’da “Eğitim Kurultayı” düzenledi.
Cumhuriyet’ten sonra işe eğitim seferberliği ile başladı.
Okur yazar oranı %7, nüfusun % 80’ni oluşturan köylülerde ise sıfıra yakın..
Ancak elde ne yeterli öğretmen vardı ne de okul…
***
Bu koşullara karşın, Cumhuriyet’ten hemen sonra devlet benim köyüme önce “3 sınıflı ilkokul ve eğitmen” olarak geldi…
Cumhuriyet, 40 bin köyün gereksinimin karşılamak için 3 sınıflı ilkokullar açmaya karar vermiş; öğretmen yerine, okuma-yazma bilen ve askerliğini çavuş olarak yapan zeki erlere 6 aylık kurs vererek eğitmen yapıp bu okullara atamıştı…
Bizden önceki kuşak böyle eğitildi.
Sonrasında, önce “Köy Öğretmen Okulları”, ardından “Köy Enstitüleri” açılarak köylerin öğretmen gereksinimleri karşılandı ve köy ilkokulları da 5 sınıflı oldu…
Ben, köyümdeki beş sınıflı tek derslikli ilkokulda okudum…
Tarım ve sağlık konularında da eğitim almış Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerimiz, aynı zamanda köylüye de önderlik yapıyor; zeki öğrencileri belirliyor, velileri ile görüşerek onların okumalarını sağlıyordu…
Yoksul köylünün, çocuklarını okutacak durumu yoktu. Ancak Cumhuriyet’in parasız yatılı okulları vardı. Öğretmen, kayıt olunması ve sınavlara girilmesi gibi konularda yardımcı oluyor; bu öğrencilerin kimi Devlet Parasız Yatılı Sınavını, kimi Köy Enstitüsünü, kimi askeri ortaokulu, kimi astsubay hazırlık ortaokulunu vb. kazanıyordu. Fırsat eşitliği de sağlanmıştı. Örneğin, Köy Enstitüsüne giden öğrenci Yüksek Köy Enstitüsüne geçebiliyor ve profesörlüğe kadar yükselebiliyordu. Astsubay hazırlık ortaokulunda okuyan öğrenci, çalışkansa askeri liseye geçiş yapabiliyor, subay/ general olabiliyor; askeri lisede çalışkan ise üniversite sınavına girip doktor, eczacı, mühendis olabiliyor ve sonrasında profesörlüğe kadar yükselebiliyorlardı…
Ben de bu sayede okudum ve profesörlüğe kadar yükseldim. Sayın Cemil Çiçek gibi ben de her şeyimi Cumhuriyet’e ve onun kurucusu Atatürk’e borçluyum. Bugün, özel sektörün ve bürokrasinin üst katlarında bulunanlar, Meclis’te koltukları dolduranlar ve daha yukarılarda oturanların da çoğunluğu her şeylerini Atatürk’e borçludurlar…
***
Ne yazık ki O’nu anlamadıkları/ Devrimlerinin amacını kavrayamadıkları için Atatürk’ten sonra gelenler karşıdevrim yolunu açtılar. Sonrasında ödün vere vere bugünlere geldik.
Benim köyümün 1920’lerde açılmış, benim de okuduğum okulunun bugün kapatılmış olması, ne kadar geriye gittiğimizin göstergesidir…
Bugün, yalnız bağımsızlığımızın değil, vicdanımızı ve düşüncemizin de hem Batı’nın hem de Doğu’nun pençesine düşmüş olmasının nedeni budur…